ZEYNEP KARAARSLAN BAŞARAN
@zeynepbasaran
Salman Rüşdi’nin, büyülü gerçeklik stilinde yazdığı yeni romanı ‘Zafer Şehri’, hikayeyi kadın anlatınca nelerin değiştiğini gösteriyor.

Salman Rüşdi, Hindistan doğumlu, İngiliz/Amerikan bir yazar. ‘Utanç‘, ‘Floransa Büyücüsü’ ve ‘Soytarı Şalimar’ gibi birçok kitabı Türkçeye çevrildi. En meşhur kitabı ‘Geceyarısı Çocukları’dır desek yanlış olmaz.
Bu kitapla 1981’de prestijli Man Booker ödülünü kazandı. Ne var ki , 1989’da, İran’ın o zamanki lideri Ayetullah Humeyni kitapta Kuran’a küfür edildiğini öne sürerek hakkında ölüm fetvası çıkardı. Fetva Rüşdi’yi durdurmadı, o yazmaya devam etti, ama başı da dertten kurtulmadı: Ağustos 2022’de sahnede saldırıya uğradı.
Yeni roman: Zafer Şehri
Saldırıdan kısa bir süre sonra, Şubat 2023’te Rüşdi’nin ‘Victory City’ (Zafer Şehri) isimli kitabı yayınlandı. Ben de çıkar çıkmaz kitap kulübümle okudum. Ne mutlu bir tesadüf ki kitabı okurken, Portekizli ünlü ressam Paula Rego’nun halen Pera Müzesi’nde devam eden ‘Hikayelerin Hikayesi’ sergisine de gittim. Kitap ve sergi apayrı damarlardan aktılar, geldiler ve adeta birbirini tamamladılar. Çünkü her ikisi de ‘hikayeyi kadın anlatınca’ nelerin değiştiğini düşündürüyor.
Büyüyle sıfırdan kurulan şehir
Zafer Şehri büyülü gerçeklik stilinde yazılmış. Nedir büyülü gerçeklik? Edebiyat ve görsel sanatlarda, gerçekçi bir anlatıma büyü unsurları katmaktır. Edebiyatta tipik tezahürleri olağanüstü olayların aleladelermişçesine sakince aktarılması, eserin mitolojik veya folklorik öğeler barındırması, zamanın kendi seyrinde akmaması, örneğin, durması, hızlanması, geri sarması. Tüm bu yaklaşımlar, Zafer Şehri’nde ustalıkla sergileniyor.
Bir şehrin sıfırdan büyüyle inşası, savaşlar, zaferler, yenilgiler, iktidar değişimleri… Bu olaylar bir yandan bir masal estetiğinde sunuluyor, bir yandan da bu olayların günümüzle bağlarını kurmanın yolları açıl susam açılıyor.
Büyülü gerçeklik akımının, ana akım tarih anlatılarında pek de yerini bulamayan medeniyetlere ışık tuttuğu ve bu sayede post-koloniyel anlatıların yolunu açtığı düşünülür. ‘Zafer Şehri’ sömürgeciliği tam anlamıyla ele alıyor diyemeyiz, ama post-koloniyel anlatıya da bir yanıyla selam çakıyor.
Bir türlü ‘kral’ olamayan kadın
Kitap, yeterince zaman geçtiğinde, en liberal toplumun da bağnazlığa dönebileceğini, tüm altın devirlerin bir sonu olduğunu, yani tarihin inişlerini ve çıkışlarını gösterip duruyor. Tarihin de önünde sonunda, ne kaydedilebildiyse ona dönüştüğünü vurguluyor.
Peki kim kaydediyor bu tarihi? Gerçek hayattaki geleneksel tarih anlatılarının aksine, bu kitapta tarihi, tapınılan ama bir türlü ‘kral‘ olamayan bir kadın, bir tanrıça/insan, Pampa Kampana anlatıyor, yazıyor, yazdırıyor. Onun anlattığı bu iki yüzyıllık zaman dilimi, mitolojiyi ve sıradan olayları, küçük ve büyük hikayeleri, örneğin, aile dinamiklerini ve dini, harmanlayan sıradışı bir tarih.

İşte bu noktada kitap Paula Rego sergisiyle diyaloğa giriyor. Serginin özenli kitabından da yararlanarak aktarmak gerekirse, Rego, ana akım sanata, hikayeyi yeniden kazandırmasıyla ünlü bir sanatçı. Ellili yıllarda giderek soyuta kayan görsel sanatlarda, bu gidişatın tamamen dışında kalıyor. Kadının erken çağlardan bu yana hikayenin koruyucusu ve nesilden nesile aktarıcısı olma konumunu yansıtan çalışmalarında mitleri, masalları, dinsel hikayeleri ele alıp dönüştürüyor. Kölelikten kürtaja birçok büyük harfli meseleyi, kadının küçük harfli hayatının içinden, hikayeleştiriyor ve tarihe dahil ediyor.
Rego bizi hiçbir münferit hikayenin ‘tüm‘ hikayeyi anlatamayacağıyla yüzleştiriyor. Tıpkı Zafer Şehri’nde Salman Rüşdi’nin yaptığı gibi…
Rüşdi’nin kitabı bu temayı çok neşeli, hafif ve akışkan bir şekilde işlerken, Rego’nun eserleri tokat gibi çarpa çarpa ilerliyor. Her iki sanatçı da hikayeyi kadın anlattığında, neyin değiştiğini gösteriyor. 21’inci yüzyılda hala kadının sesini duymayı konuşuyoruz ve konuşmaya da devam edeceğiz belli ki.
