ALİ TUFAN KOÇ
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği, sosyal girişimcilik ve sosyal sorumluluk alanlarında akla ilk gelen akademisyenlerden Prof. Dr. Itır Erhart, bardağın dolu tarafını da görebilenlerden: “Sorunlu sistemi ve mevduatları oluşturan bireyse, bunları değiştiren de birey olabilir.” Erhart, örnek olarak, sivil toplum kuruluşların çabaları sonucu Medeni Kanun’da yapılan iyileştirilmeleri hatırlatıyor. Erhart ile cinsiyet eşitsizliğine dair deneyimlerini, akademideki gözlemlerini ve çözüm önerilerini konuştuk.
Bir noktadan sonra durumla inatlaşmaya başladım
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda yaptığınız araştırmalar, verdiğiniz dersler ve parçası olduğunuz sivil toplum çalışmaları devam ederken profesyonel ve özel hayatınızda cinsiyet eşitsizliğine maruz kaldığınız oldu mu?
Görece eşit bir ortamda büyüme, okuma, çalışma fırsatı olmuş insanlardan biriyim. Annelikle beraber değişmeye başladı. Cinsiyet eşitsizliğini hamilelik döneminde hissetmeye başladım. Kadın hamile kalınca toplumun ondan beklediği bazı davranışlar var: Sporuna, çalışma saatlerine, kılığına kıyafetine dikkat edecek…
Uzun zamandır uzun mesafe koşan biriyim. Hamileyken, doktorumun izniyle, hiçbir risk taşımadığı için, koşmaya devam ettim. Böyle bir durumda, “Tehlikeli değil mi…”, “Kendini düşünmüyorsan bebeğini düşün” gibi yorumlar üzerinden insanlar seni yargılayıp duruyor. Hamileyken kısa bir elbise giydiğinde, hemen ters bakışlara maruz kalıyorsun. “Anne ve hamile, giyimine kuşamına dikkat etmeli” diyorlar bu kez de. Doğum sonrası toplumun senden beklentisi, bunu hayatında başına gelmiş en mucize olay olarak yaşaman, kutsanmış hissiyatına sahip olman. Anne olunca değer verdiğimiz ve bizi heyecanlandıran başka konularımız olamaz mı? İşimiz var, projelerimiz var, spor var, arkadaşlıklar var, aşk var…
Benim için en büyük sıkıntı evde durmayıp işe dönmemle başladı. Doğum izni kullanmayı tercih etmedim, bir buçuk ay sonra dönem başladı, ben de işe döndüm. “Nasıl olur bu?”, “En muhteşem zamanı çocuğunla geçirmek yerine işe niye geldin ki sen?” eleştirilerine maruz kaldım. Benden başka bir davranış bekleniyor ve ben bunu yerine getirmediğim için yargılanıyordum.
Bu eleştiriler kendinizi eksik ya da suçlu hissetmenize yol açtı mı?
Bir noktadan sonra durumla inatlaşmaya başladım. Belki de hayatım boyunca bu alanda çalışmalar yaptığım için, bu şiddete ve baskıya maruz kaldıkça daha da ekstrem davranışlar sergiledim. 40 gün sonra yine koşu antrenmanlarına döndüm.
“Anne oldun, seyahat edemezsin, çocuk bırakılmaz” dendikçe, kızım altı aylıkken, Hawaii’ye konferansa gittim. Olabilecek en uzak yere gideyim de görsünler diyordum içinde. Bir bakıma komik, tuhaf ve gereksiz bir -kendinle ve etrafınla- inatlaşmaya döndü mesele. Hiç suçlu hissetmedim. “Maskeyi önce kendine, sonra çocuğuna ya da başkasına” anonsunu düşündüm hep… Ben nasıl kendimi iyi hissedeceksem önce ondan emin olmalıyım. Kötü hissedersem, mutsuz olursam, çocuğuma zaten bir faydam olamaz ki…
2001 yılından bu yana Bilgi Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet, profesyonel estetiği, insan hakları, medya, spor ve sivil toplum üzerine dersler veriyor ve araştırmalar yapıyorsunuz. Derslerdeki ve okuldaki deneyim ve gözlemlerinize dayanarak öğrencilerin cinsiyet eşitliğine dair bilincini ve bakışını nasıl özetlerseniz?
‘Toplumsal Cinsiyet ve Medya’ dersime kayıt olanlar kadın veya LGBTİ+ öğrencisi. Kendisini heteroseksüel olarak tanımlayan erkek öğrencinin katılımı yok denecek kadar az. Dersi cinsiyetli bir alan olarak kodluyorlar. Toplumsal cinsiyet, sanki sadece kadının alanı gibi genel bir algıları var. Bu birinci gözlemim. İkinci gözlemim ise kadın öğrencilerin, cinsiyet rolleri nedeniyle kendi hayatlarında hiçbir baskı hissetmedikleri düşüncesiyle derse katılmaları. “Bu durum benim için geçerli değil zaten, ben sadece dinlemeye geldim” diye geliyor. Aslında ne kadar baskı altında olduğunu, cinsiyet rollerini dayalı toplum beklentileri ne kadar içselleştirdiğini ders devam ettikçe görüyor ve buradan dönüşüm başlıyor.

İdeali, bu kalıpların zihinde en baştan oluşmamasını sağlamak. Bu da ancak bir oğlan çocuğuyla bir kız çocuğunu cinsiyetleri nedeniyle farklı büyütülmemesiyle gerçekleşebilir. Çok erken yaşta maruz kalınan “Sen kız çocuğusun, şöyle giyinecek ve böyle davranacaksın”, “Sen oğlan çocuğusun, şunları yapamazsın, sadece bunlarla oynayabilirsin” cümleleriyle başlıyor asıl sorun.
Toplumsal cinsiyet eşitliğini işleyen dersler ‘seçmeli’den ‘zorunlu’ya geçebilir mi?
Geçebilir tabii. Bu konuları işlemek için üniversite bence geç bir dönem. O çağa gelene kadar kafadaki roller, beklentiler ve kalıplar çoktan şekillenmiş oluyor. İdeali, bu kalıpların zihinde en baştan oluşmamasını sağlamak. Bu da ancak bir oğlan çocuğuyla bir kız çocuğunu cinsiyetleri nedeniyle farklı büyütülmemesiyle gerçekleşebilir. Çok erken yaşta maruz kalınan “Sen kız çocuğusun, şöyle giyinecek ve böyle davranacaksın”, “Sen oğlan çocuğusun, şunları yapamazsın, sadece bunlarla oynayabilirsin” cümleleriyle başlıyor asıl sorun. Bireyin hissettiği ve olduğu gibi yetişmesine, büyümesine alan açmamız lazım. Sokakta, televizyonda, sosyal ortamlarda cinsiyet kodlarına zaten maruz kalacak. En azından evde, anaokulunda, ilkokulda onları özgürleştirmenin yollarına bakmalıyız. Anaokullarından cinsiyetli oyuncakları ve oyun alanlarını (kızlara bebek, erkeklere araba köşesi gibi) kaldırmalı; ‘cinsiyet’ kodunun olmadığı şekilde birlikte oynamalarını ve üretmelerini sağlamalıyız.
Sistemi dönüştüren de birey olacak
Cinsiyet eşitsizliğini gidermek konusunda sorunun anca yasalarla devlet tarafından çözülebileceğine dair genel bir kanı var. Bireyin gücü ne kadar önemli? Bireyin eforu neleri değiştirebilir?
Toplumsal sorunların çözümünde bireyin gücüne inanan biriyim. Birey, isterse çözümün bir parçası olabilir. Birileri her zaman “Böyle gelmiş böyle gider” ya da “Bütün dünyada da bu konular böyle” demeye devam edecek. “Anneannem zamanında böyleydi” ile “Itır olarak bugün, şu an, ben ne yapabilirim” arasında seçim yapmak bize kalmış. Birey isterse, mobilize olursa, bir araya gelip birlikte hareket ederse, sistemi kısmen de olsa değiştirebilir. O sistemi kuranlar da bireyler değil mi? Dönüştüren de yine ‘birey’ olacak. Buna tüm kalbimle inandığım için motivasyonumu hiç kaybetmiyorum. Bireyin bu konuda farkındalığı arttığı zaman, öncelikle bir rol modeline dönüşüyor. Mesela beni görüp ‘Farklı bir annelik de mümkün‘ diye düşünen kadınlar elbet olmuştur. Aktivizm adına hiçbir şey yapmıyorsan bile kendi hakkına sahip çıkarak etrafına rol modeli olabilirsin. Rol model etkisi bile çok kritik çünkü sana bakıp ‘Başka türlüsü de olabilirmiş‘ diyen ve senin arkandan gelen bir sürü insan olacak, onlara ilham ve motivasyon vereceğiz.
Birçok sivil toplum kuruluşunda ve kampanyasında aktif rol alıyorsunuz. Bu çalışmalar hangi ölçüde ve nasıl çözümler üretiyor?
AÇEV’in babalara yönelik yaptığı projesini bir örnek olarak verebilirim. Yıllarca kadınları güçlendirelim, onlar daha çok kamusal alanda olsun çalışsın derken bir yandan şu oldu: Kadın, bu sefer işten eve geldiğinde, ev işlerinden oluşan ‘ikinci mesaisi’ başladı. Fark ettik ki bu alanda çalışan kadın akademisyenler ve sivil toplumcular olarak bizim erkeklerle de çalışmamız lazım ve onlara ‘kadına yardım etmelerini’ değil, evin iş yükünü ortak paylaşılacağı yeni bir düzen aşılamamız lazım. Bu konuda AÇEV’in babalara yönelik yaptığı eğitimler, programlar ve kampanyalar büyük fark yarattı.
İstersek yasaların değişmesinde de çok kuvvetli aktörler olabiliriz. Talepleri dile getirdikçe yasaların dönüşmesini sağladık. Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğine dair pek çok sorunlu yasa ve mevzuat değişti, yasa önünde neredeyse tamamen eşitiz. Evlilikte soyadı mevzuatı ve doğum izni gibi yeniden düzenlenen haklar, sivil aktivizm, bu konudaki farkındalık kampanyaları sayesinde değişti.
[Prof. Dr. Itır Erhart ile yaptığımız mülakatın, açıklık adına düzeltilmiş ve kısaltılmış bir versiyonudur.]