ALİ TUFAN KOÇ
Kuşak araştırmacısı, feminist, girişimci, işkadını, yazar, aktivist, akademisyen Evrim Kuran, bugüne kadar farklı alanlarda gördüğü farklı türlerdeki şiddeti anlatırken, ‘kadın cinayetleri’, ‘imposter sendromu’ gibi araştırma konuları ışığında çıkış yollarını da işaret etti.
Fiziksel, ekonomik ve dijital şiddet gördüm
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermek adına farklı alanlarda çalışmalar yapıyorsunuz. Hayatınızı, kariyerinizi kurarken yaşadığınız kişisel tecrübeler, bu alandaki çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Yaklaşık 17 yıllık bir kadın girişimciyim, işinsanıyım, anneyim, araştırmacıyım, bir üniversitede öğretim görevlisiyim ve bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Türkiye’deki kadın nüfusunun tamamı gibi ben de türlü ayrımcılıklar yaşadım, yaşamaya devam ediyorum. Bu yüzden feministim ve yine bu yüzden 15 yaşında erkek çocuğumu feminist bir erkek olarak yetiştirmeye gayret ediyorum. Her türlü ayrımcılıkla mücadele etmek ve hakkaniyetli bir toplum inşa etmekle ilgili bir hayat ülküm var.
Ankara’da doğdum, büyüdüm. Geleneksel bir ailenin çocuğuyum. Doğu Anadolulu ve memur bir anne babanın çocuğuyum. Babam her zaman Ankara dışında çalışıyordu ve yaşıyordu.
Çocukluk yıllarımdan başlayarak annemin üzerinde tek başına bir kadın olarak bir kız çocuğu büyütmenin ‘ağır sorumluluğu’ vardı. Fazlasıyla hissettim bu ağırlığı. “Aman dışarıdan bize bir laf gelmesin…”, “Aman yüzünüz düşmesin” cümleleriyle büyüdüm. Toplumsal şiddetle ilk böyle tanıştım.16 yaşından beri çalışma hayatının içerisinde bir genç kadın olarak, özel ilişkilerimde ve kariyerimde, fiziksel, ekonomik ve yakın zamanda dijital şiddet gördüm.
Satış sektöründe, pazarlama dünyasında çalıştım. Bir dönem kamuya girdim, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, yani olabilecek en eril yerde bir kadın subay olarak görev aldım. 2000’lerinde başında ayrıldım. Ergenliğimde, gençliğimde, iş dünyasında ilk adım attığım yıllarda, askeriyede, içinde bulunduğum çok farklı endüstrilerde bu denli canım acımasaydı belki de bu kadar çok çalışma üretmeyecek, araştırma yapmayacaktım.
Yaşadıklarım beni ya geri çekecek ya da kamçılayacaktı. Ben ikincisini tercih ettim. Robert Frost’un söylediği gibi, ormanda önümde iki yol açıldı ve ben az seçileni tercih ettim. Galiba sadece Türkiye’de değil, dünyanın tüm toplumlarında az seçilen yol, korkuya rağmen yürümeye devam etmek. Bir kadın olarak benim de çok korktuğum zamanlar oldu ama yürümeye hep devam ettim. Şu anda da devam ediyorum.
Merdivenlerin yerini cam tavanlar aldı
Deniz subayı olarak görev yaptığınız yıllarda ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda teğmen sınıfında, Heybeliada’da görev yaptım. Karamürsel ve Gölcük gibi yerlerde, karargahlarda bulundum. Kıyafetlerimiz yılın altı ayı beyazdı, törenlerde etek giymemiz gerekiyordu. Üniformamı çok seviyordum fakat merdivenlerin metal ve aralarının boş olduğunu, etek giymiş bir kadının o merdivenleri kendisini rahat hissedeceği bir şekilde çıkmasının neredeyse imkânsız olduğunu, ne kadar çok zorlandığımı hatırlıyorum. Hem gerçek hem metafor anlamda bir ‘merdiven’ sorunu vardı askeriyede. Benim dönemimde, bazı karargahlarda kadın tuvaletinin olmadığını ve erkek tuvaletlerini kullanmak zorunda kaldığımızı hatırlıyorum. Bugün fiziksel şartlar iyileştirilse de zihniyetin hala aynı kaldığını düşünüyorum. Terfi, en büyük sorundu. Kadın olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sadece belli bir noktaya kadar çıkabiliyordunuz.
TSK’nden ayrıldıktan sonra ve özel sektöre girdim, üretim tesislerinden de plaza ofislerine farklı iş alanlarım oldu. Yöneticilik sonrası masanın karşı tarafına geçip danışman olarak devam ettim. Durumun hiçbir yerde değişmediğini gördüm. Merdivenlerin yerini cam tavanlar aldı. Daha modern binalara ve iş iklimlerine geçtik, askeriyede kadın olarak hissettiğim baskı ve zorluk değişmedi. Kadının her girdiği toplantıda, her yaptığı sunumda, her ortaya koyduğu raporda bir erkeğe göre daha fazla sorgulandığını, ikna etmek için daha çok uğraşması gerektiğini deneyimledim. Bunları hala yaşamaya devam ediyoruz.
Şiddetin birçok türüne maruz kaldığınızdan bahsettiniz, sesinizi çıkarabildiniz mi? Ne gibi önlemler aldınız, çözümler yarattınız?
Geldiğim yaş ve deneyim itibariyle artık ayağa kalkıp yüksek sesle konuşabilme lüksüm var. Bu lüksü de yeni kazanmış olmaktan, kendime bu izni henüz yeni yeni vermekten dolayı da mustarip olduğumu söylemem lazım.
Toplumun beni kandırmasına izin vermiş olmalıyım ki “Kol kırılır yen içinde kalır” demeyi tercih ettim. Babasından hayatında tokat yememiş ve hiçbir şekilde şiddet görmemiş bir kadın olarak partnerinden fiziksel şiddet görmüş bir kadınım. İnsan o kadar celladına aşık olabiliyor ki iki kişilik ilişkilerde uygulanan şiddeti, aşkla, sevgiyle, tutkuyla açıklamaya çalışıyor. Flört şiddeti tam da bu durumla ilgili.
Şiddetin cinayete dönüştüğü hikayelere tanıklık ediyoruz maalesef. Kadın cinayetleri en çok önemsediğim konu. Türkiye’de kadın cinayetlerinin evrimine baktığımızda genelde kadının en yakınındaki erkekler tarafından öldürüldüğünü görüyoruz. En yüksek oran, ekseriyetle boğazlarının kesilerek katledilmesi.
Geleneksel dilimizin faşist tarafları var
Cinayetlerdeki genel ortak noktanın boğaz kesilmesi olması, kadının toplumdaki sesini yok etmeye bir gönderme olarak da okunabilir mi?
Bu alanda araştırma yapıyoruz şu an. Toplumumuzda neden boğaz kesme gibi bir eylem var? Neden bu cinayetlerde özellikle kesici aletler kullanılıyor ve neden özellikle boğaz kesiliyor? Geçtiğimiz günlerde konuştuğum bir psikolog dostum seninle aynı şekilde yorumladı. Sanki, kadının sesini ve sözünü kesmek, adeta yok etmek istiyorlar. Gündelik yaşamda kullandığımız dil bu durumu tetikliyor. Erkek ‘aslan parçası’ olarak yetiştiriliyor. ‘Kız isteme’ye gidiyoruz. Aileler aralarında anlaşınca da ‘söz kesiyoruz’. Geleneksel dilimizin faşist tarafları var. Çoktan değişmesi gerekiyordu.

Yeteneğine değil şansına inandıkça özgüveninde kırılmalar yaşıyor. Bilimde, sanata, birçok farklı alanda, kariyerinde çok önemli noktalara gelmiş birçok kadın bu fenomenden mustarip.
Şu an üzerinde araştırma yaptığınız bir konu da ‘imposter sendromu‘ adı verilen kadının mütemadiyen kendini yetersiz hissetme, belki de yetersiz hissettirilme durumu. Tam olarak nedir Imposter Sendromu?
Imposter sendromu, Amerikalı akademisyen Pauline Rose Clance’in isimlendirdiği bir fenomen. Bize şunu söylüyor: Kadın, hangi alanda olursa olsun, kariyerinde ilerledikçe ve başarıları arttıkça birtakım özgüven sorunları yaşamaya başlıyor. Sürekli “Aslında şansım yaver gittiği için bu başarıyı elde ettim” cümlesini kuruyor ve ‘Başarılı bir kadın olduğum için özür dilerim’ sendromu başlıyor. Yeteneğine değil şansına inandıkça özgüveninde kırılmalar yaşıyor. Bilimde, sanata, birçok farklı alanda, kariyerinde çok önemli noktalara gelmiş birçok kadın bu fenomenden mustarip. Ben de bir imposter sendromu mağduruyum ve bunun üzerinde çalışıyorum.
Bu sendroma dair bilimsel araştırmalar bize şunu gösteriyor: Örneğin, 10 farklı kriterin sıralandığı bir açık pozisyon ilanına, erkek sadece üç kriteri karşılasa da başvururken kadın kiriterlerin tamamına yakınını karşılamasına rağmen başvurmakta çekiniyor. Kadının önünde bu sendromdan kaynaklanan ciddi blokajlar var. Akademi dünyasında, doktora tez jürisi aşamasına geldiğinde jüriye girmeyen ve çalışmalarını yarım bırakan kadınların sayısı yüksek. Bunun aşılabileceğine inanıyorum.
Kadınlar bu sendromdan mustarip olup olmadığının nasıl farkına varabilir?
En kolay turnusol kâğıdı şu olabilir: Kadın, yetkin değil de şanslı olduğunu düşünüyorsa, birisi ona “Ne şanslı kadınsın, bak nerelere geldin kariyerinde” dediğinde kolay ikna oluyorsa, kuvvetle muhtemel bu sendromdan mustariptir. Mütemadiyen daha çok çalışması gerektiğini, yeterince performans göstermediğini, bulunduğu mevkii ve kazandığı parayı hak etmek için her zaman daha fazlasını vermesi gerektiğine ikna oluyorsa bu durum bir imposter belirtisidir.