MURAT SEVİNÇ
Herhangi bir soruna çözüm bulabilmek için, öncelikle o sorunun varlığını kabul etmek gerekiyor. Kürt sorununa çözüm bulabilmek için, öncelikle Kürt sorunun varlığını kabul etmek gerekiyor. Kürt sorununun varlığını kabul etmek için, öncelikle çözüm yanlısı olmak gerekiyor. Çözmek için, düğümü doğru adlandırmak gerekiyor.
Sorunun tespiti ve olası çözüm önerileri, onları gündemine alan toplumun ve kişilerin niteliklerinden bağımsız değil. Türkiye ve toplumu da, önüne koyduğu ya da görmezden geldiği sorunlarını kendi meşrebine göre adlandırıp değerlendiriyor, diğer tüm ülke ve toplumlar gibi. Toplum ortalaması, yaşadığının bir sorun olup olmadığına, eğer öyleyse onun adı ve niteliğine ‘kendiliğinden’ karar vermez kuşkusuz. Muhatap olduğu, kendisini şekillendiren ve bir yönde düşünüp davranmasını sağlayan sayısız etmen var.
Resmî ve gayri resmî tarih, eğitim tornası, aile, muhit gibi temel belirleyicileri bir yana bırakalım; her gün yüz yüze kalınan basın yayın organları, siyasetçiler, kamuoyu önderleri gibi unsurlar, büyük kitlelerin olup biteni ‘görme biçimleri’ üzerinde belirleyici.
Hele ki Türkiye gibi, demokratik siyasal sistemlerle karşılaştırıldığında eğitimli orta sınıfın zayıf ve devlet tapıncı geleneğinin güçlü olduğu bir ülkede, diyelim siyasi parti ve siyasetçilerin kamuoyunu yönlendirme gücünün, sıradan bir İskandinav demokrasisinden daha fazla olduğu tahmin edilebilir. En gelişmiş ülkelerde dahi kamuoyu önündeki insanlar ağızlarından çıkan her sözcüğe dikkat etmeli ve ‘izleniyor’ olmanın sorumluluğuyla davranmalıyken, Türkiye gibi toplum dokusu son derece karmaşık bir ülkede siyasetçilerin, siyasal mücadeledeki dile ‘özel bir özen’ sergilemeleri gerektiğine kuşku yok.
Türkiye’de siyaset dili, zorda kalmış iktidarların muhaliflere yönelik söylemi hiçbir zaman çok sakin ve usturuplu değildi. Buna mukabil, bugünümüzden daha iyisi elbette oldu ve her zaman mümkün. Hâlihazırda tanık olunanları, ‘aman canım hep böyleydi’ kolaycılığıyla savuşturmak pek mümkün değil.
Kabul, siyasetçi, sokağa çıktığımızda karşılaştığımız ‘ortalama’ yurttaşın siyaset kurumundaki temsilcisi nihayetinde. Hani şu, henüz kırmızı ışıkta durmayı dahi kendine yediremeyen ortalamanın. Buna mukabil, yetki sahibi insanların hiç olmazsa, o yurttaşa kırmızı ışıkta durması gerektiğini söyleyecek ölçüde sorumluluk duygusu olmalı. Olmadığında, trafik ışıklarının, ezcümle asgari hukuk ilke ve kurallarının bir değeri kalmıyor.
Siyasal alanda, HDP’ye yönelik uzun süredir devam eden ve akıl fikir sınırlarını çok aşan düşmanca tutumun herhangi bir demokraside görülme ihtimali yok. Şu cümleyi okuyanların bir kısmının yönelteceği, “Eh öyle diyorsun ama, HDP gibi bir partinin demokrasilerde görülme ihtimali var mı?” sorusu ise bir ‘klasik’ ve soruyu yönelten genellikle bir ilki gerçekleştirdiği varsayımıyla hareket ediyor.
Yanıtı basit; evet, benzer sorunlar yaşayan (ve hatta yaşamayan) ülkelerde de, HDP gibi, parlamentoda diğerlerinden ayrıksı duran, belli başlı sorunların çözümüne odaklanmış siyasi partiler var ve sayıları hiç az değil. Parlamento, ‘konuşulan yer’ anlamına gelir ve siyasi partilerin ‘demokrasinin vazgeçilmez unsurları’ olarak tanımlanmaları, farklı yurttaş kesimlerinin sorunlarını o çatı altında endişe duymaksızın konuşabilmeleri hedefinden doğar.
Sorunların barışçıl yollarla çözümünde, HDP gibi bir partinin parlamentodaki varlığının çok önemli olduğu kanısındayım. Yalnızca ben bu kanıda değilim ki, HDP milyonlarca oy alıyor ve TBMM’nin üçüncü büyük partisi konumunda. HDP “Seni başkan yaptırmayacağız” demeseydi bugün onlar için her şey çok farklı olacaktı. HDP, belediye seçimi öncesi akşamında okunan malum ve meşhur ‘mektup’ ardından tavır değiştirseydi, bugün büyükşehirler AKP belediyelerince yönetiliyordu. Bunları kabul etmek zor olmasa gerek. Haliyle, ‘riyakârlığı’ da, iktidarın dinmeyen öfkesini de anlamak mümkün!
Mümkün olmasına mümkün de; ısrar ve inatla siyaset yapmak, sorunları müzakere etmek isteyen bir siyasal örgütlenme ve üyelerinin, hatta seçmeninin, bunca hakarete, aşağılamaya, ayrımcılığa maruz kalarak terörize edilmeye çalışılması ve bunun gizli saklı değil, açıktan, insanların gözünün içine baka baka yapılabiliyor olması fazlasıyla utanç verici.
Bir parti seçim barajını aşamasın diye yapılmayan kalmadı. Seçimle kazandığı belediyelerin neredeyse tamamına yakınına kayyım atandı. Milletvekilleri güvenlik güçlerince rahatlıkla ve pervasızca tartaklanabildi, itilip kakılabildi. Milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırıp cezaevine koyabilmek için anayasa değişikliği yapıldı ve çoğu eski milletvekili içeride, Demirtaş AİHM kararına rağmen tutuluyor. HDP’ye yönelik hukuksal ve siyasal adaletsizliklerin haddi hesabı, ölçüsü yok. Tüm bunlar, diğerleri kadar yasal ve parlamentonun üçüncü büyük partisine yapılıyor. Hepimizin gözü önünde, gizleyip saklamadan.
Barış süreci sona erdirildikten sonra artarak devam eden bu ‘kötü muamele’ siyaseti, iktidarın tek başına kabul ettirebileceği bir iş değil kuşkusuz. Hayli parçalı muhalefetin mütemadiyen mesafe koyma çabası ve kullandıkları dil de aynı sonuca hizmet ediyor. Hepsinin sırtını yasladığı yer ise bu ülkenin zorlu ve inkârla örülmüş tarihi.
Sorunun adını koymamak… Önce bir sorunu kabul eder ve o sorunu tanımlarsınız. Tanımlarken kullandığınız dil, sorun konusundaki algınızı göstereceği gibi, çözüm önerilerinizi de belirler. Örneğin, Kürtlerin ‘bizden’ bir şey istediğini dile getirirken, ‘biz’ kimiz ve bu ülkenin yurttaşı olan bir Kürt, neden benden bir şey talep etsin, ‘biz’ bahşeden konumunda mıyız, sorularını sormak gerek. Başkasına değil, kendimize.
Ben bir Kürt’e bir şey sunamam, çünkü ‘sunma’ makamında değilim, çünkü Kürt benim kardeşim değil, benim eşitim, ben bir yurttaşsam o da yurttaş, eşitiz, ben şu hakka sahipsem o da olmalı, ben Türk isem o da Kürt, ben Türk kökenli değilsem, o da Kürt kökenli değil, ben İstanbul’da yaşıyorsam o da yaşıyor, İstanbul’a ‘doluşmuyor’, benim çocuğum oluyorsa onun da oluyor, o ‘çoğalmıyor’, ben bir insan ve yurttaşsam o da bir insan ve yurttaş, benim verdiğim oy saygınsa onunki de saygın, benim oy verdiğim parti yasalsa onun oy verdiği de aynı yasaya tabi…
Kullandığımız dil öğrendiğimiz kadardır, düşmanlık öğrenilirse dil de düşmanca olur. İsim verdiğimiz her neyse, ona o ismi, bildiğimizce veririz. Yazının başlığındaki ‘Küt böreği’ örneğini bu yüzden veriyorum. Yeni öğrendim, önce sosyal medya mavrası zannettim, fakat biraz kurcalayınca birilerinin hakikaten Kürt böreğine, Küt böreği dediğini fark ettim. Belki satış için kurnazlıktır, belki ayrımcılıktır, bilemiyorum. Ancak gerekçe, yapılanın ırkçı eğilimlerin ve ırkçılığın olağanlaşmasının sonucu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Böreğin de yapılanın da adını doğru koymak gerekir.
Kürt adını bir börek çeşidinden dahi esirgeyen zihniyet, herhangi bir çözüm çabasının önündeki büyük engel, kuşkusuz. Daha önceki bir yazıda, ırkçılığın zihinde filizlenip dile yansıdığını anlatmaya çalışmıştım. Türkiye’de Kürtlere, şu aralar Suriyelilere, hemen her zaman gayrimüslimlere yönelik yaygın ayrımcı dil, her dil gibi öğrenilen bir dil ve sorgulanmadığı sürece toplumu zehirler, giderek yaşanmaz hale getirir.
Irkçılık bir ideolojinin gıdası, o ideolojinin adı faşizm ve bu baş belası ideolojileri hastalık gibi göstermek büyük hata. Tarihsel nedenleri var, uygulandıkları ülkeler var, yok ettiği milyonlarca insan var, muteber görüldüğü devirler var, derli toplu bir teorileri olmasa da kullandıkları semboller ve kendilerine özgü düşmanlık türleri var. Şakaya gelir yanı olmadığı gibi, ağır bir suç. Herkesin, özellikle siyasetçilerin ve kamuoyu karşına çıkan her branştan yurttaşın, bu ağır suçlardan sakınan bir dil kullanması tercih değil, zorunluluk.
İzmir HDP binasına saldırı düzenlendi. Mithat Sancar’ın açıklamasına bakılırsa, o gün yapılacak toplantının ertelenmiş olması çok daha büyük bir katliamı önlemiş. Saldırgan, Deniz Poyraz’ı öldürdü. Ortalıkta şimdilik, teslim olan bir katil ve onun ifadesi var.
Olup biten hiçbir şey, o şeyin olup bittiği yerin ikliminden ve koşullardan ayrı değil. Birileri eğitimli bir saldırganın eline silah vermiş olabilir, ancak mesele, eline silah verilecekleri bulmakta bir kıtlık yaşanmıyor oluşunda. Katili ruhen hazırlayan, onu besleyen, ikna ve teşvik eden bir ortam. Kimi gazetecilerin ‘HDP’ye verilen oy ile tüfeğe sürülen mermiyi’ özdeşleştirebildiği; siyasetçinin HDP’lilerden ‘itlaf edilmesi gereken haşerat’ ifadesiyle söz edebildiği bir siyasal ortam. Bir siyasi partinin dur durak bilmeden düşmanlaştırıldığı ve terörle bağlantılı gösterildiği bir ülkede, birilerinin örgütlü ya da örgütsüz böyle işlere girişmesi herhalde büyük sürpriz değil. Hedef gösterilen Hrant Dink gözümüzün önünde öldürüldü. Hedef gösterilen Tahir Elçi gözümüzün önünde öldürüldü. Hedef gösterenler, arsız yaşamlarına kaldığı yerden devam etti.
Türkiye’de ‘mahcubiyet duygusu’ bir kanunla yasaklanmış gibi görünüyor ve hal böyleyken, şu vahim koşulların doğmasında payı olanlardan herhangi birinin yüzünün kızaracağını, kendisini sorgulayacağını sanmıyorum. Bugüne dek hiç olmadı, bundan böyle de olmaz muhtemelen. Bu durumda, hiç olmazsa saldırıyı ve saldırganı isimlendirirken açık olup uygun ve doğru terminoloji kullanmalı.
Kişisel olarak, faşizm vs. kavramlarının Türkiye’de genellikle olduğu gibi savurgan kullanılmamasından yanayım; ancak Deniz Poyraz’ın yaşamına son veren eylemi, ‘ırkçı faşist saldırı’ haricinde bir ifadeyle adlandırmak mümkün değil. Başkaca herhangi bir tercih, yapılanın hafifletilmesine yol açar. Hiç kimse anasının karnından ırkçı bir faşist olarak çıkmadığına göre, bu berbat ideoloji için elverişli iklimin nasıl doğduğu ve o kaynağın nasıl kurutulacağı üzerinde düşünmek zorundayız. Hepimiz. Başta, kamuoyunu yönlendirenler. Bugünlerimizi dahi arar hale gelmemek için.
Deniz Poyraz’ın yüzü iki gündür gözümün önünden gitmiyor. Ne yazacağımı, bir şey yazıp yazmamak gerektiğini bilemez haldeydim. Bu sabah, sevgili Gökçer Tahincioğlu’nun konuya ilişkin güzel ve sarsıcı makalesini okuyunca… Lütfen ihmal etmeyin bu yazıyı. Polis tarafından “İsmin ne abicim?” müşfikliğiyle gözaltına alınan saldırgan, “İçimi soğuttum, beni serbest bırakın,” demiş. Eyleminin suç olmadığını, serbest bırakılması gerektiğini, eklemiş.
Faşizm, ‘diğerinin’ düşman ve değersiz görülmesini gerektirir. Haliyle, onun yok edilmesi de bir suç değil, aksine gerekliliktir, yok edenin zihninde. HDP’liler terörist ise, birilerinin de HDP’lilere yapılacak her şeyin mübah olduğunu düşünmesinde, durumdan vazife çıkarmasında ne acayiplik var! Bu saldırgan gibi, aynı duygulara sahip kaç kişi dolaşıyor ortalıkta? Adını doğru koymak gerek, topyekûn bir felaket yaşıyoruz.
Gökçer Tahincioğlu şöyle bağlamış yazısının sonunu: “Kendini milliyetçi ve vatansever olarak tanımlayan bu kesimin, sevmekle, sevgiyle bir ilgileri yok. Bunu biliyoruz.” Haksız mı? Ülkesini ve insanını seven, ülkesine ve insanına hayrı dokunmuş bir faşist olur mu, hiç görüldü mü tarihte?
Ne diyebilirim, bugüne dek dediklerimizin kime ne faydası oldu… Üzgünüm. Çok üzgünüm. Deniz Poyraz’ın mekânı cennet olsun.