8 Mart 8 Kadın İkinci Sezon: Cinsiyete Dayalı Mesleki Ayrımcılık
TÜİK’in İşgücü İstatistikleri raporuna göre Türkiye’de ‘cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılık’, toplumsal eşitsizlikteki en güçlü etken. Günümüzde bazı mesleklerin, başarıların ve sorumlulukların ‘erkek rollerle’ özdeşleşmesi, hâlâ kadınların mücadelesine gölge düşürüyor.
Diken’in, kadın haklarını farklı yönleriyle incelediği ve konuklarıyla birlikte çözüm önerileri sıraladığı; podcast, yazılı söyleşi ve kısa format video bölümlerinden oluşan ‘8 Kadın’ serisinde bu sezonu, toplum DNA’sına kazınmış bu ‘cinsiyetçi kodlar’a ayırdık.
Gazeteci Ali Tufan Koç’un yaptığı söyleşilerle başarılarıyla bu kodları kırmış, farklı alanlardan sekiz kadınla birlikte, kadın-erkek eşitliği tartışmasına çözüm odaklı bir yaklaşım getirmeyi amaçladık.
İlk konuğumuz Ceylan Özgün Özçelik.
ALİ TUFAN KOÇ
İlk uzun metraj filmi ‘Kaygı’, ‘hafıza, siyasi travmalar ve toplumsal düzenin bozulması konusunda yakaladığı yeni ve cesur sesinden’ dolayı, SXSW Festivali’nde Gamechanger ödülüne layık görüldü. ‘Cadı Üçlemesi’yle şiddete maruz kalan kadınların öz savunma hakkına odaklandı.
Ceylan Özgün Özçelik’le ‘kız çocuğu’ olmanın gerçeklerinden, Cannes’da karşı karşıya geldiği ön yargılara, ‘cinsiyete dayalı’ karşılaştığı ayrımcılığın her türlüsünü konuştuk.
‘8 Kadın’ söyleşi serisi kapsamında farklı isimlerle cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılığı konuşurken tekrar eden bir ‘kız çocuğu’ hikayesi karşımıza çıkıyor: Bir kız çocuğu olarak ailesinden destek alanlar ve almayanlar. Sizin hikayeniz hangi kategoride?
Gerçekten de bazen tüm hikâye ve asıl sorun ‘kız çocuğu’ olmakla başlayabiliyor. Aileme yönetmen olmak istediğimi söylediğimde verdikleri tepki tek kelimeyle korkunçtu. Bizim çekirdek aile içindeki dengelerde de böyledir: Annem ve babam Karadenizli, üniversite mezunu, büyük yoksulluk içinde büyümelerine rağmen bir şekilde kendi düzenlerini kurabilmiş bir çift. Kardeşim Can Ozan, 1990 doğumlu; benden 10 yaş küçük ve müzisyen. Kendi yaş kitlesinde çok sevilen biri. Can müzisyen olmak istediğini söylediğinde, ona sınırsız kapılar açıldı. Ben dokuz yaşında “Büyüyünce sinemacı olacağım” dediğimde, beni bu fikirden vazgeçirmek adına neredeyse yapmadıkları kalmadı.
Engelleme süreci ailede başlıyor. Erkek çocuk daha özgür, istediğini yapabilir, her koşulda desteklenir; kız çocuğuysa muhakkak yönlendirilmeli. Kız çocuğunun illaki evlenmesi, çoluk çocuk sahibi olması gerekiyor. Kızımızın avukatlık gibi bir mesleği olacak, bir yandan evlenecek, düzenli geliri olacak, toplumda saygınlığı olacak gibi bir anlayış hâkim. İlk senaryomu çok uzun sürede tamamlayabildim. Aynı anda üç işte çalışıyor, diğer yandan kardeşime bakıyordum.
Senaryo bitince ne oldu?
Evde bir bayram havası yaşandı. Senaryosu bitti filmini çekecek diye değil ama. “Kızım, hevesini aldın, ne güzel, tamam” deyip bir avukatlık bürosunda iş bulmamı, sonra da evlenmemi bekliyorlardı. İlk filmini çektiğimde bile hâlâ bir heves olduğunu zannediyorlardı.
Yönetmen olduğunuzu artık benimsediler mi?
Kabullendiler sanırım. Şimdi de evlenmemi, çocuk yapmamı bekliyorlar ısrarla. Evimdeki kedimi gösterip “Bakın, sizin torununuz” diyorum.
Manevi destek yok. Maddi yük çok. Yine de her şeye rağmen o ilk senaryoyu bitirebilme gücünü ve motivasyonunu nasıl buldunuz?
Çok zor ve üzücü bir durumdu. Yalnızlaşıyor, zorlaşıyor insan. “Kızım sen yapabilirsin, iyi bir sinemacı olabilirsin, yarın öbür gün işsiz kalsan da maddi manevi biz sana destek oluruz” gibi bir cümleyi hayatımda hiç duymamış olmak tuhaf geliyor ve bununla hâlâ barışabilmiş değilim. İnat ettim; “Aile ya da ülkenin şartları ne olursa olsun, ben bu işi yapacağım” dedim. Yaptım da. Bugün geldiğim noktadan ötürü çok mutluyum.
Tortusu kaldı mı?
Kalmaz mı… Kara komedi türünde, aile odaklı bir film yapmak istiyorum. Filmdeki aile, Karadenizli bir aile olabilir!
Aslında kariyeriniz medyada başlıyor. Bu tesadüf müydü yoksa sinemaya geçişiniz hesaplanarak yapılmış bilinçli bir tercih miydi?
Başından beri film yapmak istiyordum. Medyaya girdiğimde, kendime filmden kopmayacağım bir alan yarattım. Film sevdamı besleyecek, onu eğlenceli formlara da sokabilecek işler yapmaya çalıştım. Yaklaşık 10 sene boyunca, ‘En Heyecanlı Yeri’ adlı bir sinema programı yaptım. Ağırlıklı bağımsız sinema dünyasının içinde dolaşıyorduk. O dünyanın oyuncuları, yönetmenleri, yapımcıları ve her alanından üreticileriyle konuştuğumuz bir programdı. Bir yandan Altyazı ve Sinema gibi dergilere yazıyordum.
İlk filminiz ‘Kaygı’ Amerika’dan ödülle dönmüştü. Üstelik, SXSW Festivali’nde Gamechanger ödülüydü bu. Ödülünüzü de sinema endüstrisinde çalışan tüm kadınlara adamıştınız. SXSW’yu nasıl hatırlıyorsunuz?
Açıkçası hiç öngöremediğim, tahayyül dahi edemeyeceğim bir süreçti o. SXSW, uzaktan çok severek takip ettiğim bir festivaldir. Çok gitmek istiyor ama bir türlü gidemiyordum. Orası öyle bir kırmızı halı festivali gibi değil. Film, müzik, teknoloji gibi konuların aynı anda konuşulduğu bir ortamda VR’ın mucitlerinden NASA’dan ekiplere herkes bir arada. Orada on günde öğrendiklerimi başka hiçbir festivalde, hiçbir yerde öğrenmedim.
Amerika’da böyle bir festivale Türkiye’den katılmış genç ve bağımsız bir kadın yönetmeni olarak nasıl tepkiler ya da sorularla karşılaştınız?
Açıkçası, ‘cinsiyete dayalı ayırımcılığı’ Avrupa’da daha çok tecrübe ettim. SXSW’de neredeyse hiç hissettirilmedi bana. Benim katıldığım sene Amerika’nın ve festivalin gündeminde ‘Fake News’ vardı. Hararetli bir şekilde tartışılan konu buydu. Orada her şey çok yolunda gitti diyebilirim. Asıl, en büyük güçlüğü bir sonraki projemde, ‘Cadı Üçlemesi’nde yaşadım.
Ne gibi zorluklar?
‘Kaygı’ çok fazla festival dolaşınca, ismimiz birçok sinema kurumunun dikkatini çekmişti. ‘Kadın belgeselci ve yönetmen’ olarak çeşitli davetler almaya başladım. Proje henüz yapım aşamasındayken, “Kadına yönelik şiddetle ilgili bizim pazarımıza da başvurur musunuz?” gibi bir teklifler geldi. Filmin dosyasını gönderince kabul etmediler, “Biz böyle bir şey hayal etmemiştik” gibi bir yanıtla karşılaştık.
Nasıl bir film hayal ediyorlardı sizce?
‘Ortadoğulu bir kadın yönetmenden’ amiyane tabirle, mor gözlü bir kadın hikayesi bekliyorlar. Acıyabilecekleri tonda çekilmiş, hayatını kaybetmiş mağdur kadınların öykülerini desteklemek istiyorlar. Bundan zaten çok var. ‘Cadı Üçlemesi’nin her şeye rağmen canavarı öldüren ve hayatta kalan kadınların öyküsünü anlatması onlara ters geldi.
Benzer tepki ya da yargılarla karşılaştığınız durumlar oldu mu?
‘Cadı Üçlemesi’nin bir parçası olan ‘18+’ için Cannes Film Festivali’nin ‘residency’ projesinde final listeye kalma şansı elde ettim. 12 finalist sinemacı arasındaki tek kadın bendim. Dünyanın dört bir yanından binlerce başvuru alan bir yarışma bu. Sırf, bu tablo bile çok üzücü. 12 kişi arasından altısı seçilecek ve herkesle yarımşar saatlik jüri görüşmeleri yapılıyor. Seçilip seçilmediğin de aynı gün içinde sana haber veriliyor. Görüşmeye girdim. İlk soru; “Feminist misiniz?” Ne diyeceğimi, nasıl yanıtlayacağımı şaşırdım. İkinci soru; “Filminiz, eğer kocanız size şiddet uyguluyorsa, kocanızı öldürün demeye mi getiriyor?”
Bu sorulara Cannes jürisi karşısında maruz kalıyorsunuz üstelik.
İşin en acıklı kısmıydı bu. Güya, dünyanın ‘en en’ prestijli sinema enstitüsü. İki kadın ve üç erkekten oluşan bir jüri var karşımda. Ve hepsi de Avrupa sinemasına yön veren dağıtımcılar, yapımcılar…
Nasıl bir yanıt verdiniz?
Konuşamadım. Başladığımda çok yüksektim. Yavaş yavaş enerjim çekilmeye başladı. Kendimi “Hayır, öyle demek istemiyor” gibi savunma cümleleri sarf ederken buldum. “Bakanlık mısınız” diye soracaktım az kalsın. Birkaç ay önce bakanlık da aynı soruyu sormuştu çünkü. Benzer sorular belgesel gösterime girdikten sonra izleyicilerden de gelince, yıldım, yapımcıma döndüm artık yapamayacağımı söyledim. Jüri üyesinden festival izleyicisine izleyen erkeklerin “Bu kadınlar suçlu” deyip durmasını kaldıramadım. Öz savunma hakkını, kadınları öldürmeye iten nedenleri, onların tarafından anlatan bir filmdi oysaki…
Ailede kız çocuğu olmaktan başlayıp Cannes’a kadar uzanan adeta sistematikleşmiş bir ayrıcalığı ve ön yargıları özetlediniz. Tüm bunların yaraları hiçbir zaman kapanmıyor mu?
Aslında yaraları iyileştirebilir miyiz? Benim de temel olarak, takılı kaldığım bir soru bu. Üzerinde çalıştığım son filmlerimden biri, sonunda nasıl iyileşebilirize odaklanıyor. O kadar iddialı ama bir şekilde bir ferahlama duygusuyla bitirmeye çalışıyorum filmi. ‘Cadı Üçlemesi’ için de aynı durum geçerliydi. ‘15+’ adlı, üçlemenin ikincisinde, cezaevindeki kadınlar çok büyük umutlar taşımıyordu belki ama dışarı çıkıp çocuklarına kavuşacakları, bağda, köyde çiçek, böcek yetiştirecekleri daha bağımsız ve özgür bir hayatın hayalini kuruyorlardı.
Son sorum, popüler kültür, dünya sineması ve kadın yönetmenin yeriyle alakalı: ‘Barbie’ meselesi. Kız çocukların hayatında bütün dünyada bu kadar sembolik olarak yer etmiş bir figür, Hollywood sisteminin ve popüler kültürün tüm öğeleri kullanılarak, Margott Robbie ve Greta Gerwig sinemaya uyarlandı, yaptığı gişe hasılatı büyük bir zafer olarak yorumlandı. Bağımsız sinema sektöründen bir kadın bir yönetmen olarak bu gelişmeleri nasıl okuyorsun? Kalıcı ve sorunları giderebilecek bir gelişme mi bu, yoksa kapitalist Amerikan sisteminin cici oyunları mı?
İkisi de. Türkiye’de bizim çocukluğumuzda, Barbie bebekler gayet pahalıydı. Bizim kuşağın etkisi çoktur. Biraz da ‘fan’ kontenjanından, inanılmaz gülerek izledim. İncelikli bir senaryosu olmasa da herkesi kapsayacak, kucaklayacak, çok tatlı bir film izledim. Fakat gerçekçi olalım: Üzerinde bu kadar sayfalarca konuşacağımız derinliğe sahip bir film değil. Bir kere burada bir anlaşalım. Gişe matematiğiyle yapılmış bir film olmasına rağmen kesinlikle öncü film. Bunu Margot Robbie’den ve yönetmeni Greta Gerwig daha iyi kimse yapamazdı. Robbie’nin Türkiye’deki oyunculara da ilham olmasını çok isterim. Çok kazanan popüler bir oyuncunun, kadın hikayelerini ve kadın sinemacıları destekleyecek bir şekilde yapımcılığa soyunması, gücünü ‘sektör içi kız kardeşliği’ için kullanması çok kıymetli. Reese Witherspoon, Nicole Kidman gibi isimlerin öncülüğünde Amerika’da adeta bir harekete dönüşen bir eğilim bu. Umarım, çok yakında Türkiye’ye de sıçrar.