8 Mart 8 Kadın İkinci Sezon: Cinsiyete Dayalı Mesleki Ayrımcılık
TÜİK’in İşgücü İstatistikleri raporuna göre Türkiye’de ‘cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılık’, toplumsal eşitsizlikteki en güçlü etken. Günümüzde bazı mesleklerin, başarıların ve sorumlulukların ‘erkek rollerle’ özdeşleşmesi, hâlâ kadınların mücadelesine gölge düşürüyor.
Diken’in, kadın haklarını farklı yönleriyle incelediği ve konuklarıyla birlikte çözüm önerileri sıraladığı; podcast, yazılı söyleşi ve kısa format video bölümlerinden oluşan ‘8 Kadın’ serisinde bu sezonu, toplum DNA’sına kazınmış bu ‘cinsiyetçi kodlar’a ayırdık.
Gazeteci Ali Tufan Koç’un yaptığı söyleşilerle başarılarıyla bu kodları kırmış, farklı alanlardan sekiz kadınla birlikte, kadın-erkek eşitliği tartışmasına çözüm odaklı bir yaklaşım getirmeyi amaçladık.
Altıncı konuğumuz Banu Yelkovan.

ALİ TUFAN KOÇ
Gazeteci ve spor yorumcusu Banu Yelkovan, mesleği gereği, mesaisinin büyük kısmında maçlarda, tribünlerde ve erkek meslektaşlarının domine ettiği televizyon stüdyolarında futbol izliyor, yorumluyor ve tartışıyor. Futbolla yatıp futbolla kalkan Türkiye’nin sayılı kadın spor yorumcularından biri olarak tanık olduğu durumlar ve topladığı gözlemler, cinsiyetler arası ayrımcılığın nerede, nasıl başladığına ve hangi yollarla çözülebileceğine dair altın değerinde ipuçları içeriyor.
Profesyonel anlamdaki ilk işinize dair neler hatırlıyorsunuz? O dönemde “Kız çocuğu bunu yapar, şunu yapmaz” gibi yaklaşımlara maruz kalmış mıydınız?
1989’da liseden mezun oldum, hemen üniversiteyi kazandım. Uluslararası ilişkiler bölümüne başladım. Okulda devam mecburiyeti yoktu; ben ve kız kardeşim Ebru, annemizin bize “Çalışın, kendi paranızı kazanın” demesinden fazlasıyla etkilenmiş olmalıyız ki çalışmaya çok meraklıydık ve can atıyorduk. Liseyi bitirir bitirmez, dönemin ilk alışveriş merkezindeki kıyafet mağazalarından birinde tezgahtar olarak çalışmaya başladık.
Babanızın tepkisi ne oldu?
Küplere bindi. “Ben sizi tezgahtar olmanız için mi okuttum” diye köpürdü. Kendine göre bir koruma içgüdüsüyle, arkadaşlarının şirketlerinde bize uygun pozisyonlara yönlendirmeye çalıştı bizi. Biz de ısrarla kendi yolumuzda yürümek istedik. Neyse ki annemiz arkamızda sağlam durdu hep. Annemle birlikte evde üçümüz bir kanat olunca, babam yazık yalnız kaldı ve evet demek zorunda kaldı. Bu durumun, Türkiye’de sadece bizim aileye has olduğunu zannetmiyorum. Genelde babayla iletişim anne üzerinden döner.
Gazeteciliğimin ilk yıllarında, Fransızcayı çok sevdiğim ve kaybetmek istemediğim için ek iş bakmaya başladım. Fransız konsolosluğuna başvurdum. Fransız Ticaret Odası’nda tercümanlık yapmaya başladım. Fuarlardaki performansım çok beğenilince, Fransa’da bir fuarda çalışma teklifi aldım. 20’li yaşlar için rüya gibi bir fırsat bu; havalara uçarak eve gittim! Babam, “Gidemezsin” dedi. Yıkıldım. Neden gidemediğimi anlayamadım. “Adım Mehmet olsaydı gider miydim?” diye sordum. “Giderdin” dedi.
Medyada çalışmaya başlayınca bu tutum değişti mi?
İlk önce Ebru, Sabah gazetesinde gördüğü bir iş ilanıyla çevirmen olarak başladı. Ben de arkasından benzer bir şekilde Milliyet gazetesinde çevirmen olarak başladım, zamanla muhabir, editör, yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni oldum. İşin mutfağında bayağı vakit geçirdim. Spor yazarlığına geçiş yaptığım dönem, hep bana aynı soru soruldu. Zaman içinde “Yok ya, hiç öyle bir şey olur mu, ayrımcılık yok, hepimiz eşitiz…” noktasından yıllar içinde basbayağı koyu feminist kadına dönüştüm.
Bu dönüşümün bir dönüm noktası oldu mu?
Kariyerin başlarında, herkesin benzer yaşta olduğu ve aynı şekilde çalıştığı zamanlar, hiçbir fark hissedilmiyor. Herkes yavaştan evlenip, çocuk sahibi oldukça, işin aslının hiç de öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Yazılı olmayan birtakım katı kurallar tokat gibi yüzüne patlıyor. Eski zamanlarda, dergi günlerimde, teknoloji de bu kadar ileri seviyede olmadığı için hep sabahlayarak çalışırdık. Ailem de müsamaha gösterirdi. Evlendikten ve çocuk sahibi olduktan sonra gördüm ki aslında biz o zamanlar ‘erkek gibi’ çalıştığımız için ‘ayrımcılık’ hissetmemişiz. Aynı zamanda çocuk sahibi olan iş arkadaşları arasında kadınlar, ofiste eski temposunda çalışamamaya başladı, erkeklerse aksine eskisinden daha çok mesai yapmaya başladı. Eve gidip sorumluluk almak istememelerinden dolayıydı bence!
İş hayatındaki ayrımcılık, evdeki eşit olmayan sorumluluk dağılımından başlamıyor mu aslında?
Yüzde yüz. Kesinlikle. Pandemi döneminde, ben ve benim gibi çalışan anneler ve eşler, kat ettiğimiz onca yolu geri vermek zorunda kaldık ya da bugüne kadar pek de gelişme kaydedemediğinizi gördük. Pandemide erkekler ne tezler, kitaplar yazdı, araştırmalar yaptı. Çoğu, pandeminin onlara ne kadar da yaradığından bahsetti durdu. Kadınlar o sıra maalesef evi toplamakla ve çocuklara evde daha çalışabilecekleri bir ortam hazırlamakla meşguldü. Benim hikayemde, asıl kırılma noktası, evlenmem değil çocuk sahibi olmamdır. Çalışan bir anne olarak, hayatına yapmak zorunda olduğun ve senin dışında başka kimsenin yapamayacağı birtakım roller ekleniyor. O rolleri yapabilmek için de üstlendiğin bir takım başka şeylerden feragat etmek zorunda kalıyorsun. Hani eşe geç geliyorum diyebiliyorsun da üç aylık bebeğine “Sen kendi karını doyur ben biraz gecikeceğim” deme gibi bir şansın yok.
Evdeki eşit sorumluluk nasıl sağlanabilir? İlk adım olarak ne yapılabilir?
Erkekler, “Ne var canım, ben sana yardım etmiyor muyum” demekten bir an önce vazgeçmeli. Sanki, ev ve aileye dair her şey aslında sadece kadının ya da kadına ait ve erkekler lütfedip kadınlara ‘yardım’ ediyor. Sırf bu kelimenin bile kadınların üzerinde yarattığı yükü bir bilseler… O yardımı bile komut üzerine yapabiliyorlar. Komut almadıkça ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Mesela, kafamı kurcalayan en büyük gizemlerden biridir: Eğer kadın nevresimleri değiştirmezse ya da değiştirilmesi gerektiğini birisine söylemezse o nevresimler kaç ayda bir değişir?
Bununla ilgili İngiltere’de yapılmış bir araştırmaya denk geldim. Maalesef, buradan paylaşmak zorundayım: Bekar erkekler, nevresimlerini ortalama 3,5-4 ayda bir değiştiriyormuş.
Buyrun, işte. O yüzden çalışmak çok daha kolay. Ev kadınlığı bence dünyanın en zor işlerinden biri. Hiçbir tatmin noktası yok. Sıfır maaş. Mesai saatin yirmi dört saat bile olabilir. Annelik zaten aynı anda sekiz mesleği bir arada yürütmek gibi: ‘Ev’i bir çalışma alanı gibi düşünürken, o düzende psikolog da sensin, doktor da aşçı da temizlik görevlisi de… Bir de üzerine, mesleğiniz, benim ki gibi kadına biçilen rolün dışında kalıyorsa, iş iyice tuhaf bir duruma dönüşüyor.
Mesela ben hafta sonları çalışıyorum çünkü maçlar ağırlıklı hafta sonu. Sabah maç olmadığı için benim herkes eve gelirken işe gittiğim zamanlar olabiliyor. Hani eskiden de daha da çok maçlara bilfiil gittiğimiz zamanlar ya da benim bilfiil maç yazı yazdığım zamanlarda. Mesela bizim evde misafir var hadi ben maça gidiyorum, evden bir kadın çıkıyor maça gidiyor ya da ben bu hafta sonu deplasmandayım. Yani yılbaşın yok, hafta sonun yok, gecen yok. Hani gündüzün biraz var o da yok çünkü kadınsın ve ev var falan gibi çok enteresan bir iş oluyor benim sektörüm, özellikle bir de evliysen.
Spor medyasında kullanılan dil çoğu zaman eril olabiliyor. Bunun tam ortasında bulunan tek kadın spor yorumcusu olarak neler yaşadınız?
Küfrü hiçbir zaman normalleştirmedim. Maçlara gittiğimde, tribünlerde ya da maç seyrettiğim herhangi bir ortamda, küfürlü tezahürat sırasında küfür yerine başka kelime koyardım ya da o kısmını söylemezdim. Bununla da alay konusu olurdum. Hayatta ettiğim en büyük küfür, trafikte, çok sinirlendiğimde, ‘geri zekâlı’ diye bağırmaktır. Tribünlerde ve kahvelerde, maç izlenirken söylenen küfürleri, bir niyetle ya da o niyetle, söylemediklerini, bir bağlaç olarak kullandıklarını düşünüyorum. İki cümleyi bağlamak ya da fikirlerini güçlendirmek adına lafın sonuna iliştirmeye ağızları alışmış!
Kendi sektörünü bu kadar domine etmiş bir eril dil ve davranış karşısında kadınlar ne yapabilir?
Spor medyasına gelen kadınlarda ve genç kızlarda genelde iki eğilim oluyor: Ya sektöründeki erkekler tarafından kabul görmek adına, “Ben de sizdenim” mesajı vermek için aşırı erkekleşiyorlar. Küfürse küfür, kafirse kafir, hatta bunları da abartılı bir tonda, daha da vurgulu bir şekilde yapıyorlar. Ya da aşırı kadınlaşıyorlar. Makyajı ve mini eteği bol bir giyim kuşamla “Ben kadınım ve buradayım” mesajı vermeye çalışıyorlar. Ben, üçüncü bir seçeneğin daha olduğuna inanıyorum. Kendi hikayemin ilk gününden beri ne aşırı kadınlaşarak ne de aşırı erkekleşerek, bu işin olabileceğini kanıtlama çabasındayım. Kadın olarak konuya farklı bir bakış açısı katmaya çalışmak için kadınlığımı kullanıyorum. Özellikle futbol dünyasında bu bakış açısına her açıdan ihtiyaç var.
Bahsettiğiniz kadın gözüne ve bakışına en çok hangi konuda ihtiyaç var?
Futbol ile erkekler arasındaki ilişki o kadar tuhaf, derin ve açıklaması zor ki doğru bir neden – sonuç ilişkisi ve kelime/ fiil kullanımları henüz oturmuş değil. En basitinden bir örnek: Tuttuğu takım kazandığında seviniyor. Kaybettiğinde – doğal olarak – üzülmesi bekleniyor, değil mi? Aksine, üzülmek yerine yüksek dozda bir öfke ve kızgınlık görüyoruz. Kadın gözü, bu durumu tespit etmeye ve sağlıklı bir çözüm üretmeye yönelik kullanmak için büyük bir avantaj sağlıyor. İçinde olanın, bu durumu bir mühendis titizliğinde sorgulama şansı pek olmuyor.
Erkek meslektaşlarınızla aynı işi yapıp benzer görevlerde bulunmanıza rağmen, isminiz takdim edilirken, cinsiyetiniz de belli olacak şekilde, ‘kadın spor yorumcusu’ olarak geçiyor. Bu ve benzeri kalıplaşmış ayrımcı söylemi nasıl azaltabiliriz?
Geçen senelerde, kadın hakemler, kadın yorumcular, kadın diyetisyenler, kadın antrenörler ve futbolcular Türkiye Futbol Federasyonu tarafından 8 Mart temalı bir panele davet edildik. Herkese sırasıyla “Bir kadın olarak…” diye başlayan sorular yöneltiyor. Hakeminden futbolcusuna, her söz alan da gayr-ı ihtiyari, sırf kadın olduğu için futbolu farklı oynamadığını ya da hakemliğini başka kurallara göre yapmadığını açıklama ihtiyacı hissediyor. Sonunda o kadar sinirimiz bozuldu ki hepimiz gülmeye başladık. Kadın spor yorumcusu değiliz, spor yorumcusuyuz. Kadın yorumcu değiliz, yorumcuyuz. Kadın hakem değiliz, hakemiz. Kadın antrenör değiliz, antrenörüz. Hepimizin ortak derdi bu. Erkekler, bazen iyilik yapmak adına bazen de nezaketen böyle söylüyor genelde. Ben de her seferinde kadın spor yorumcusu değil, spor yorumcusu olduğumu hatırlatıyorum.