8 Mart 8 Kadın İkinci Sezon: Cinsiyete Dayalı Mesleki Ayrımcılık
TÜİK’in İşgücü İstatistikleri raporuna göre Türkiye’de ‘cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılık’, toplumsal eşitsizlikteki en güçlü etken. Günümüzde bazı mesleklerin, başarıların ve sorumlulukların ‘erkek rollerle’ özdeşleşmesi, hâlâ kadınların mücadelesine gölge düşürüyor.
Diken’in, kadın haklarını farklı yönleriyle incelediği ve konuklarıyla birlikte çözüm önerileri sıraladığı; podcast, yazılı söyleşi ve kısa format video bölümlerinden oluşan ‘8 Kadın’ serisinde bu sezonu, toplum DNA’sına kazınmış bu ‘cinsiyetçi kodlar’a ayırdık.
Gazeteci Ali Tufan Koç’un yaptığı söyleşilerle başarılarıyla bu kodları kırmış, farklı alanlardan sekiz kadınla birlikte, kadın-erkek eşitliği tartışmasına çözüm odaklı bir yaklaşım getirmeyi amaçladık.
Dördüncü konuğumuz Handan Özbek.

ALİ TUFAN KOÇ
Galatasaray ve Türkiye kadın millî basketbol takımının eski kaptanlarından Handan Özbek, ülkemizde kadın basketbolu tarihin en başarılı sporcularının başında geliyor. Özbek ile basketbol kariyerinin nasıl başladığını, sporcu mentorluğuna başlama nedenini ve sürecini konuştuk. Kadın basketbolunun nasıl gelişebileceğinden de bahseden Özbek’in genç sporculara altın değerinde tavsiyeleri var.
Basketbol, hep istediğiniz bir alan mıydı? Kadın basketbolundaki ‘efsaneleşmiş kariyer’inize giden yolda ‘dönüm noktam’ dediğiniz bir yaş ya da olay var mı?
11 yaşındayken, boyum 1.80 olmuştu. Kule gibi upuzun bir çocuktum. O yaşlardaki bir kız çocuğu için 1.80 boyunda olmak ‘büyük bir lanet’ gibiydi. Sınıfın en uzun erkeği bile anca belime gelirdi. Sınıfın en arkasındaki tembeller arasında oturmaktan başka şansım olmazdı. “Fasulye… Sırık… Öyle boy mu olur… Allah boy vermiş gerisini koy vermiş…” Ne acayip sözlü tacizler! İlkokul ve ortaokulun ilk seneleri böyle geçti. O yaşlarda, boyumun ileride, hayatıma yön verecek kadar, en değerli özelliğim olacağının farkında değildim.
Bir sınıf arkadaşım, tanıdığı bir basketbol antrenörüne benim boyumdan bahsetmiş. Kısa bir süre sonra spor antrenörleri bizim okulun kapısında beni beklemeye başladı. Voleybol, hentbol, basketbol… Ne branş ararsan! Hepsi de takımına çağırıyor, “Gel, bizde başla” diyordu. Voleybola böyle başladım, altı yedi ay okul takımında oynadım. Sonra ODTÜ’den Kaya Güntekin geldi ve dedi ki, “Handan, bence sen üç aylığına basketbolu dene ve sonrasında branşına karar ver.” Üç ay basketbol oynadım ve resmen âşık oldum. Basketbolun anlık değişebilen bir spor olması ve aşırı zekaya bağlı olması çok ilgimi çekti.
Basketbola nazaran voleybol branşının kızların fiziksel yapısına daha ideal olduğu gibi bir kanı var. Bu, doğru mu?
Doğrudur. Basketbol, çoğu insanın gözünde son derece maskülen. O yüzden ebeveynlerin kız çocuklarını ağırlıklı voleybola yazdırmaya gibi eğilimi vardır.
‘Voleybolun kız çocuğu, basketbolu erkek çocuğu işi’ bakışı, spor branşlarında cinsiyete bağlı ayrımcılığın kökü değil mi aslında?
Gerçekten de öyle. Ben, o zamanlarda böyle bir ayırımcılığın farkında değildim tabii. Oynamayı çok seviyordum. Ne kadar güzel atıyorsun, top eline çok yakışıyor dendikçe iyice havaya girmiştim. Basketbolcu olacağıma çok inanmıştım. Şöyle bir gerçek var: Kadınlar erkekler kadar sıçrayamaz. Fiziksel ve anatomik bir ayırım bu. Doğamız böyle. Yapacak bir durum yok. Kadın voleybolunda file aşağı iner, böylece maçın seyir zevki artar. Kadın basketbolundaysa maalesef böyle bir ‘ayar’ ya da düzenleme yok. Bu yüzden, kadın basketbol maçlarını izlemek, çoğunluğa yeteri kadar cezbedici gelmiyor. Temposu daha düşük olabiliyor. Ben bile izlerken bazen sıkılabiliyorum.
Voleyboldaki gibi benzer bir değişiklik yapılamaz mı?
Yapılabilir tabii. Ama, nedense yeteri kadar konuşulmuyor ve tartışılmıyor. Böyle kabullenilmiş bir kere.
Kadın ve erkek basketbolunda, fiziksel farklılıklara rağmen, pota mesafesi dahil, her şeyin aynı kalması ve aynı performansın beklenmesi bile göz göre göre bir cinsiyet ayrımcılığı değil mi?
Düpedüz ayrımcılık. Sırf bunun ayrımcılık olduğunu farkına varmak bile belli bir zaman alabiliyor. Federasyon, genel olarak ayrımcılık konusunda çok hassas davranmaya gayret ediyor. Kadın yöneticiler, menajerler ve antrenörlerle çalışmaya başladılar. Gayet pozitif gelişmeler bunlar. Etkisi, belki milli takım düzeyinde hissedilebilir. Ama, misal kulüplerin altyapılarında oynayan ya da oynamaya çalışan kız çocuklarının hala pek şansı olduğunu düşünmüyorum.
Sporculuk geçmişinizde hem kulübünüz Galatasaray’da hem milli takımda muazzam başarılara imza attınız: 10 sene içinde dokuz lig, dokuz Türkiye ve dokuz cumhurbaşkanlığı kupası, altı sezon namağlup şampiyonluk… Aynı zamanda Avrupa’da Final Four oynayan ilk Türk takımı unvanı…
Bir dönemin gerçekten altın kızlarıydık. Yenilmezdi. Resmen uçuyorduk. Çok başarılıydık ama her zaman erkek egemen bir alanın ve topluğun içinde olduğumuzun çok farkındaydık. Avrupa Kupası maçımız Efes Pilsen maçından hemen öncesine konmamışsa, sadece bizi izlemeye en fazla 100 kişi gelirdi. Basketbol, seyircisiyle tamamlanan bir spor. Taraftarın varlığıyla dünyanız değişir, performansınız gelişir. En çok zorlandığım nokta da buydu. Kadın basketbol milli takımını o dönem kimse desteklemedi, sahip çıkmadı. Aksine, ne gerek var diyorlardı. Aleni bir şekilde kadınlara basketbolun yakışmadığı yazılıyor ve konuşuluyordu.
Nasıl tepki veriyordunuz?
Sessiz kalıyorduk. Tacizler, mobingler oluyordu üstüne. Sesimizi çıkaramıyorduk.
Neden?
O kadar kanıksamıştık ki başımıza gelenlerin normal olduğunu zannediyordum. Olanların aslında ne anlama geldiğini idrak etmem, basketbolu bırakmaya karar verdiğim zamanlara denk geldi.
Ne gibi tacizlerle karşılaşıyordunuz?
Hem sözlü hem fiziksel… Şu an ismini vermeyi tercih etmediğim bir kulüp antrenörümüzün sürekli devam eden tacizi karşısında artık dayanamadık, konuşabilecek gücü kendimizde bulduk ve kulüp yönetimine gittik. Durumu bir kadın yöneticimizle paylaşmamıza rağmen verdiği yanıt, “Sakın bunu kimseye söylemeyin. Yaşananları unutuyorsunuz ve bu konuyu bir daha asla açmıyorsunuz” olmuştu.
Üstelik, bu cevabı veren bir kadın yöneticiydi. Öyle mi?
Tabii. Yıllar sonra kendisiyle karşılaştığımda açık açık konuşabilme cesaretini bulabildim. Yanına gittim, “Ben size çok kırgınım” diyebildim. Ben anlattıkça o utandı. Kendini açıklama ihtiyacı hissetti. “O kadar sıkışmıştım ki korkuyordum. Skandala dönüşür, kulübü kapatırlar, sizi hedef alırlar, sonunda asıl suçlu yine biz kadınlar oluruz” dedi. Olan olmuş, üzerinden 20 küsur sene geçmiş artık. Yine de konuşmalı tabii. Benim hayatımda o cümlenin ve o tavrın çok kalıcı ve derin bir etkisi oldu.
Başınızdan geçen bu olay, basketbolla olan ilişkinizi nasıl etkiledi?
Basketbol dünyasında pasta çok da büyük değildir ve herkes kendince bir pay kapmaya çalışır. Rekabet o kadar güçlenir ki, insani değerler ve tepkiler erimeye başlar. Çarkın bir dişine dönüşürsünüz ve sistemin içinde kalmak pahasına oyunu kuralına göre oynamaya odaklanırsınız. Politik davranmalar, görmemezlikten gelmeler, susmalar gelir. Günün sonunda öyle bir noktaya gelmiştim ki, neden devam ettiğimi sorgulamaya başladım: Bir sene içinde basketbol defterini kapattım. Kimse de dönüp “Handancığım, hadi geri dön” demedi. Kulüp tarafından bir teşekkür yazısı bile çıkmadı. Bırakmamla beraber hiçbir şey değişmedi. Ben de bıraktığımla kaldım.
Basketbolun olmadığı bir hayata alışmak sizi zorladı mı?
İki sene durmadan ağladım. Restorancılık sektörüne girip kendi işimi kurana kadar devam etti bu durum.
En çok neye ağlıyorsunuz?
Yaşadıklarımla ve bırakmamla yüzleşmek zordu. 20’li yaşlardaki Handan’dan aslında hiç haz almadığımı fark ettim. Son derece politik, sistemin insanı olmaya odaklanmış biriymiş meğer. Bunu kabullenmem ve kendimle barışmam zaman aldı. Geçmişle barışınca, basketbol dünyasına, bu kez bir mentorluk programıyla, yaklaşık 20 senelik bir aradan sonra geri döndüm.
Kendinizle barışabildiğiniz o döneme dönmek istiyorum. Geçmişinde, benzer hikayelere maruz kalan kadınlar için en zor kısım, belki de kendinizi affedebilmek… Nasıl bir dönemden geçtiniz? Nasıl bakabildiniz?
O dönem, neyi neden yaptığımı anlamaya çalıştım. Bunu da o zamanki şartlarım ve ruh halim içinde değerlendirmeye gayret ettim. Her genç sporcu gibi, sevilme ve kabul görme ihtiyacım ağır basıyordu. Vazgeçilmez olmanın tek yolu mükemmel olmanızdır. Ben de vazgeçilmez olmak için her açıdan mükemmelliğe oynuyordum. Hem fiziksel hem mental açıdan kusursuz, sürekli gülen, hep pozitif, her duruma uyum sağlayan… Şimdi bakıyorum da yaklaşık 20 sene iyi sürdürmüşüm bunu! Affetmek ya da öfkenizi dindirmek yeterli olmuyor. Bunu, faydalı bir şekilde başka bir duruma dönüştürme ihtiyacı ağır basıyor. Mentorluk, tam da bu noktada hayatıma girdi. Gençliğimde kendimde güç bulmayıp değiştiremediklerime karşı bana yeni bir fırsat verdi. Mentorluğu, şu anda kapı açılsa ve içeri 16-17 yaşlarındaki Handan girse ne yapardım, ona ne derdi diye düşünerek uyguluyorum.
Gençliğinize vereceğiniz ilk tavsiye ne olurdu?
“Ne yaşadığını anlıyorum, görüyorum ve hissediyorum. Seni görüyorum. Yaşadıkların çok normal. Senin yanındayım. Her şey iyi olacak ve bunu başaracaksın. Bir şeye ihtiyacın olursa ben hep burada olacağım” derdim. Kendine gerçekçi hedefler koymasına yardımcı olurdum. O yaştaki sporcular gerçekten de havada savrulan pamuk gibiler. Hangi konuda, ne yapması ya da nasıl tepki vermeleri gerektiğine dair en ufak bir fikirleri yok. Bir tacize maruz kalmış, aile içinde bir problem yaşamış ya da derslerinde zorlanmış olabilir. Yargılanmadan çözüm için birilerinden destek alabileceğini bilmeli. Benim mentorluk çalışmam da burada devreye giriyor. Ekin Taciroğlu ile yollarımız kesişti. Amerika’da tam zamanlı burs aldı. Teksas’ta okuyor. Kısa sürede birlikte çok iş başardık. Çok büyük bir manevi tatmin yaşıyorum. Diğer yandan, BİDEV ile eğitim, mentorluk ve benzeri birçok alanda ciddi çalışmalar yapıyoruz. İlla çok başarılı, çok yetenekli ve profesyonel basketbolcu olmaları gerekmiyor. Bu sporu sevdirmek ve sporu bir amaç değil araç olarak kullanmalarını sağlamak istiyoruz.
Basketbola yeni başlayan genç kızlara neleri hatırlatmak istersiniz?
Genç kızlara ve tabii bütün çocuklara, verebileceğim yegâne tavsiye: Konuşun. Maruz kaldığınız ve size zarar veren bir davranış olduysa, bunu mutlaka bir yakınızla paylaşın. Konuşamamak, dertlerinizi katlaya katlaya içinizde büyütmekten başka bir fayda sağlamaz. Hayatınızı kolaylaştırmak, acınızı ya da yaranızı hafifletebilmek, ancak paylaşarak gerçekleşebilir. Her türlü çözüm, konuşmakla başlar. Ne yaşadığınıza dair herhangi bir ipucu ya da ufacık bir dert yanma bile bir adımdır.