DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Bildiğiniz üzere, kendisini altı aydır Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörü zanneden kayyım Melih Bulu, bir geceyarısı, kendisini oraya yerleştirenler tarafından kancalı sopayla çekilircesine sahneden alınıverdi. Hayatlarımızdaki altı aylık lüzumsuz varlığı sırasında kendisini pek çok kez rezil etmeyi başaran Bulu, giderken de fırsatı boş geçmedi ve ‘yalan haber, inanmayın, yatın uyuyun’ reaksiyonu gösterdiği görevden almanın ardından, Instagram hesabını kapatarak, kayıplara karıştı. Yandaş yazar Nagehan Alçı’ya göre Bulu’nun morali çok bozukmuş ve yurtdışında çalışmayı düşünüyormuş. Bu cümledeki yurtdışı, Bulu’nun Boğaziçi’ni sokacağını iddia ettiği ilk 100’deki üniversiteler değil, Kuzey Makedonya’da Türkçe eğitim yapan üniversiteler. Makedonyalıların Bulu’yu hak edecek ne günah işlediğini ise henüz bilmiyoruz.
Bulu gitti diye, kayyımlık boş kalacak değildi kuşkusuz; kendini rektör zannetme sırası bu kez, bir süredir kendini rektör yardımcısı zannetmekte olan, bununla da yetinmeyip bir fizikçi olarak Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü koltuğuna da çöken Prof. Dr. Naci İnci’ye geldi. Yeni kayyım olarak terör estirmeye başlayan İnci, ilk iş olarak da Boğaziçi’nin en sevilen hocalarından ve direnişin önemli figürlerinden Can Candan’ı görevden aldı. Tepelere ‘özgeçmişim ektedir‘ notu ilişik bir mesajdı bu kuşkusuz.
Diğer taraftan geride bıraktığımız altı ay Boğaziçi’nde çok önemli bir deneyimin de piştiği bir dönem oldu. Boğaziçi’nin geçen hafta da anlattığımız birlikte yaşama kültüründen doğan demokratik direniş deneyimi, Cumhurbaşkanlığı’nın yeni rektör ataması öncesinde, yeni bir fazına girmiş durumda. Boğaziçi bileşenleri, yalnızca rektörlük seçimi talep etmekle kalmıyor; o seçimi de kendisi yapıyor. Bunu da şeffaf kurallara bağlıyor; “Adayların Boğaziçi hocalarına kendilerini tanıtmalarını istiyoruz. Boğaziçi’nin ‘2012 Temel İlkeler’ deklarasyonunu kabul etmesini ve yönetime gelirse uygulayacağına söz vermesini istiyoruz. Bu temel ilkeler bütün medeni ülkelerin önde gelen üniversitelerinin de temel ilkeleridir: Akademik özerklik ve özgürlük, ifade hürriyeti, eşit meslektaşlar olarak birarada çalışabilmek gibi. Ve tabii bir ‘Güvenebilir miyiz’ seçimi yapmak istiyoruz. Şayet aday çıtayı aşar ve rektör olarak atanırsa kabulümüzdür. Sıralamalı seçim yaparsak en beğenilen birincinin Ankara’da isminin çizileceğinden endişe duyuyoruz. Ayrıca çıtayı aşanların rektör seçilen adaya da yardımcı olmalarını, gerekirse idari görevler üstlenmelerini temenni ediyoruz.”
Boğaziçi Üniversitesi camiası, aslında bu önseçim süreciyle, Cumhurbaşkanı’na kendi döneminde uzaklaşılmış olan demokratik yöntemlere dönüş için bir fırsat sunuyor. Dahası, bu seçimden ülke yönetimine talip olanların da çıkarması gereken dersler var. Biliyorsunuz bu ülkenin muhalefeti, özellikle de ana muhalefet partisinin lideri, ülkedeki tüm sorunların çözümünü seçime bağlamış vaziyette. ‘İlk seçimde gidecekler’den başka bir lafı varsa da bilmiyoruz. Cumhurbaşkanını seçimden kaçıyormuş gibi göstermek akıllıca bir siyasi taktik olabilir, ancak seçimi yalnızca sandığa gidip, oy atmaya indirgemek, demokrasinin tesisi adına çok umut vaat etmiyor. Zira, seçmene ‘ya biz, ya o’nun dışında, nasıl bir Türkiye tahayyül edildiğine dair de birtakım bilgiler vermek elzem. Seçime yaklaşıldıkça iyiden iyiye yamalı bohçaya döneceği anlaşılan ittifakın, nasıl bir projeyle geleceği bilinmediği gibi, bir toplumsal sözleşmeyi masaya koyma niyeti de yok gibi görünüyor. Oysa, yirmi yıllık ara rejim defteri kapanırken, yalnızca demokratik Türkiye’yi baştan ve doğru düzgün kurmak gibi bir fırsat yok elimizde, aynı zamanda böyle bir görev de var. Bunu ‘aman canım hele bir gitsinler de‘ye indirgemek, büyük bir sorumsuzluk, yurttaşa, dolayısıyla demokrasiye de ayıp. Türkiye demokrasisi, kuruluşundan itibaren hep delegasyon demokrasisi oldu, yani halkın demokrasiye katılımı sandıkla sınırlandı; siyasi örgütlenmelere ve karar alma süreçlerine katılması istenmedi. Lâkin çobanı seçince koyun olmaktan çıkılmıyor. Türkiye’deki bu siyaset kültürü, yıllar içinde devasa bir demokrasi açığı yarattı, neticesinde de Türkiye demokrasisi, kendisini otokrasiye karşı savunamayacak kadar az gelişmiş kaldı. Bunun artık böyle olmaktan çıkması, ilerleyen dönemlerde bir demokrasimizin olabilmesi için hayati önemde. ‘Sen hele oy ver de, gerisine karışma, biz yapacağız bir şeyler‘, bu büyük sorunun çözümü değil, aksine parçası. Bu halkın artık, belediye otobüslerinin rengi dışında da birtakım kararlarda söz hakkı olması lazım.
Boğaziçi’ndeki seçim talebi, bu nedenle de Türkiye için öncü olacak nitelikte. Birincisi, seçim Boğaziçi bileşenlerinin öz iradesiyle, oradaki demokratik süreçler sonunda ortaya çıkan bir öneri. İkincisi, basit bir seçim önermiyor, beraberinde uyulmasını istediği bir toplumsal sözleşme de ortaya koyuyor (2012 ilkeleri). Dahası, yalnızca üniversitedeki ve genel olarak akademideki değil, ülkedeki anti-demokratik bir uygulamanın düzeltilmesi için doğrudan bir yöntem öneriyor. Muhatabının bu yolu kabul etme ihtimalinin düşük olduğunu görmeyecek kadar naif değiller kuşkusuz, ancak bu seçim çok net bir siyasi pozisyon aynı zamanda; anti-demokratik ara rejime karşı nasıl bir Türkiye istendiğine dair eylemsel bir manifesto. Boğaziçi direnişinin eylemden ürettiği siyaset, bu ülkede pamuklara sarınarak korunması gereken bir şey. Zira, yukarıda bahsettiğim gibi kurumsal muhalefetin nasıl bir Türkiye istediğini yurttaşlarla tartışmaya ve şeffaf bir süreç izlemeye hiç niyeti yok. Tek stratejisi, herkese nazar boncuğu dağıtarak %50’yi bir şekilde toplamak. Sonrası? Sonrası tufan. O %50 için de girilmedik şekil kalmıyor, militanca laik parti şeriat çağrısı yapabiliyor, Avrupa aşırı sağından devşirme argümanlarla mülteci düşmanlığı köpürtülebiliyor. Bunun ucunun iyi bir yere değil de, Hababam Sınıfı’ndaki gibi Mahmut Hoca’nın odasına çıkacağını görmek zor değil. İnce ince işlenmesi gereken bir süreç, telaşlı bir fırsatçılıkla heba ediliyor. Boğaziçi’nin rektör seçiminden çıkarabildiği kurucu projeyi, kurumsal muhalefet, erken genel seçimden devşiremiyor. Çünkü arada büyük bir fark var. Boğaziçi direnişi siyaset üretiyor, kurumsal muhalefet ise siyasetsizlik. Boğaziçi’nin siyaset üretiminin değerli olmasının bir nedeni de, kendi içindeki anti-politizm damarını dönüştürme tecrübesi kazanmış olması. Siyasete katılımın sade yurttaşlar için öcü görülerek tepedeki bir avuç ayrıcalıklıya bırakıldığı bir ülkenin demokratik yaşamı için hayati nitelikte bir beceri bu.
Kurumsal muhalefetin, sandık demokrasisiyle siyasetsizliği norm hâlinde tutma çabasının arkasında, eski düzenin boşalttığı yağlı koltukları iştahla doldurmaya talip bir laf ebesi ordusunun payı olduğunu söylemek lazım bitirirken. Bunlar, Boğaziçi’ndeki siyaset üretiminden duydukları rahatsızlığı saklamakta epeyce güçlük çekiyorlar. ‘İktidarın kendiliğindenliği‘ argümanıyla her dönemde güçlü olanın apolojisini yapmayı kendine ekmek teknesi edinmiş bazı aklı evveller, dönemin kendileri için geçer akçesi olan siyasetsiz ittifaklara kapılanabilmek için, Boğaziçili gençleri ‘DHKP-C halayı‘ gibi savcı iddianamelerinde görmeye alıştığımız safsatalarla sinsice kriminalize etmekten geri durmuyorlar. Bu doksozofi esnafı, post-AKP dönemin siyasetsiz ittifak çorbalarında illa kapılanacak bir yer bulur, zaten şimdiden yerini yapıyorlar da, devirleri dolduğunda arkalarından söylenecekler, şimdikilerin arkasından söyleneceklerden pek de farklı olmaz. Siyasetsiz bir dönemden ekmek yemek için, politik özne olma haklarını çatır çatır savunan gençlerin kafasına bastıracak kadar düşmenin izi üzerlerinde ömür boyu kalır. Boğaziçili direnişçilerin, onları nasıl hatırlayacağını ise direnişin simge isimlerinden Şeyma Altundal anlatsın: “[Bulu’nun gidişi] 4 Ocak’tan beri yüzlerce arkadaşımızla beraber gözaltına alınmamız, hapse atılmamız işkenceye maruz bırakılmamız, yalan kampanyalarla linç edilip hedef gösterilmemiz, tüm kayyumlara karşı çıkarak doğrudan mevcut siyasi iktidarın yanlış politikalarını hedef almamız ve direnişimizi toplumsal muhalefetin diğer özneleriyle ortak bir mücadele hattında birleştirme irademiz, çabamız sebebiyleydi, suya sabuna dokunmadan ve sorunun kaynağına işaret etmeden tek başına akademik liyakat savunmamız değil.”
Bu ülkenin yakın tarihindeki toplumsal hareketlenmelerin, entelektüel çöle dönmüş ülkenin Abdurrahman Çelebilerden değil de gençlerden, kadınlardan, işçilerden kaynaklanması tesadüf değil. Zira profesyonel stratejistlikle, düz konjonktür esnaflığı arasında epeyce fark var. Her devrin insanı olarak küpünü doldurma hırsının kaçınılmaz sonucu, ‘hocam, artık sen de kime yanlayacağına bir karar ver‘ dedirtmek oluyor. Bunların verdiği akıl da peynir gemisini anca bu kadar yürütüyor. Oysa orada, Boğaziçi’nde yaratılan ortak akıl, bir toplumsal sözleşme taslağı olarak herkesin gözünün önünde duruyor.