MURAT SEVİNÇ
“Her şey devlet içinde ve devlet için, hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değildir.”
Aklı başında insanlar, haklı bir telaş ve tedirginlik içinde iç güvenlik yasa teklifini gündeme getiriyor.
Yasanın adında, ‘güvenlik’ kavramı var. TDK’de şöyle tanımlanmış: Toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi durumu, emniyet.
Kavramın kökenindeki sözcük, ‘güven’ ve TDK, ‘güven’ için de, şöyle buyurmuş: Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat.
Güvenliğin tanımında iki temel unsura yer verilmiş. İlki, kişilerin korkusuzca yaşayabilme durumu. İkincisi, yasal düzenin aksamadan yürümesi.
Önemli bir ayrım
TDK’den fazla beklentiye gerek yok ancak şu ‘yasal düzenin aksamaması’ ifadesi, yasa koyucunun zihniyetine de yer ettiği için, önemli. Yasal düzenin aksamaması, daha çok istikrarı amaçlar. Doğal beklentilerden biri, öngörebilmektir. Kişi, ‘öngörebildiği’ sürece davranışlarına ‘güven’ içinde yön verebilir.
İyi hoş da, aranan istikrarın niteliği önemsiz mi? Bu ayrımı göz önünde bulundurmadığınız anda, kapıyı ‘hukuk’ devletinden ‘kanun’ devletine aralarsınız. Türkçesi: Hukuk devleti açısından, ‘öngörülebilirlik’ kadar aksamaması gereken yasal düzenin ‘içeriği’ de yaşamsaldır.
Nazi hukuku hukuk mudur?
Faşist bir devlet, yasalarını oluşturur ve o devletin yurttaşı faşizmin yasalarına uymadığında başına geleceği bildiği için, uyar. Bu durumda, o yurttaşın öngördüğünü ve yasal düzenin aksamadan sürdüğünü söylemek mümkün. Eh insaf edin, bunun adına ‘güvende hissetme’ diyebilir miyiz?
Ne yazık ki Türkiye gibi anti demokratik sistemlerde, uyulması gereken ‘yasa’nın içeriğinden çok o yasaya ‘uyma’nın kendisine atfedilen değer, olası özgürleşmenin önündeki engellerden biri. Daha da Türkçesi: Nazi hukuku, hukuk mudur? Eğer hukuk diyorsanız, ‘uymak’ marifet midir? Eğer buna da yanıtınız ‘Evet marifettir’ ise, o halde bizden size ‘güvenlikli/öngörülebilir/istikrarlı günler’ dilemek düşer.
Geçelim Kobani gerekçesini
Tasarının gerekçesi olarak Kobani eylemleri vs. dillendiriliyor. Geçelim bu zırvaları. Bizimki gibi devletler, cana okuyan mevzuat yaratmak için bir fırsat bekler. Akıl fikir minareyi aşırmaktaysa, uygun bir kılıf mutlaka bulunur.
Gerçi halihazırdaki iktidarın kılıfa ihtiyacı yok, şükür. Fantastik bir dünyaları var. Yine de sanırım iyi kötü bir gerekçe düşünüp üç beş ay önceki eylemleri kullanmaya karar vermişler.
Türkiye’de şimdilik anayasal haklardan vs. söz etmek saçma olsa da şu kadarını hatırlatmakta yarar var: Temel haklar, yurttaşı devlete karşı korumak içindir. Çünkü yasal şiddet araçlarıyla donatılmış olan, devlettir. Ve devlet yurttaşı sayesinde, onun emeğiyle, vergisiyle ayakta durabilir.
Bu nedenle demokratik devletlerin yurttaşı güçlüdür. İnsan evladının birilerinin tebaası konumundan, demokratik devletin ‘eşit yurttaş’ı haline gelmesi, yüzyıllar süren hayli acılı/kanlı mücadelelerin sonucudur.
‘Reis’in mucizei değerlendirmeleri
Devletler, yurttaşını en fazla adalet hizmeti dağıtırken ‘ezme’ fırsatı bulur. Bu nedenle adaletin dağıtılması, söz konusu dağıtımın yasaları, ilkeleri ve tabii usul kuralları, yurttaş selameti ve güveni açısından can alıcı önemdedir.
Geçenlerde ‘Reis’in mucizevî değerlendirmelerine konu olan İngiliz (ve tabii dünya) demokrasisi/hukuk sistemi açısından temel yasalardan birinin, üç küsur asır önce çıkarılmış ‘beden bütünlüğü yasası’ olarak bilinen Habeas Corpus oluşu, boşuna değildir. Dolayısıyla demokratik bir devlette ‘güvenlik’ sözcüğünden ilk anlaşılması gereken, yurttaş güvenliğinin sağlanmasıdır.
‘Zarar’ ve ‘önlem’
Buna mukabil her devlet, kendi sistemine şu ya da bu ölçüde zarar vermek isteyen yurttaşına karşı ‘önlem’ alır. Asıl mesele, ‘zarar’ ve ‘önlem’ sözcüklerinin nasıl algılandığıdır.
Bir durumu nasıl tanımlarsanız, o durum karşısındaki konumlanışınızı da öyle belirlersiniz. Yıllardır Kürt sorunu başlığı altında yaşadıklarımızdan daha iyi örnek olur mu? Kürt sorununu, ‘terör sorunu’ olarak tanımlamakla ‘eşit yurttaşlık talepleri’ biçiminde tanımlamak arasındaki fark; çözüm olarak dağı taşı bombalamak ile müzakere yürütmek yöntemlerinden hangisinin tercih edileceğini belirleyecek farktır. Demokratik bir devlet ile demokratik olmayanın ‘zarar’ ve ‘önlem’ anlayışları, doğal olarak birbirinden farklı olur.
Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
Türkiye’deki iktidar, işine gelmeyen tüm eylem ve ifadeleri, bağlamından koparılmış gerçeküstü bir ‘darbe girişimi’ refleksiyle karşılıyor. Bu zırvanın, ortalama akıl sahibi insanlar açısından inandırıcılığını giderek yitirse de inşa edilen yeni nizam için ‘işlevsel’ olduğuna hiç kuşku yok.
Hâl böyleyken neyin doğru olduğuna, neyin yasal olduğuna, yasanın ne olduğuna, olağan ile olağandışının tanımlarına ve hatta kimlerin ‘toplum’ olduğuna, iktidar karar veriyor. Dolayısıyla ‘zarar’, ‘önlem’, ‘güvenlik’, ‘kamu yararı’ gibi kavramların ‘ne’ oldukları, ancak iktidarca belirlenebilir halde. Buna bir de demokrasilerde eşi benzeri olmayan çarpık ‘milli egemenlik’ tanımını eklediğinizde sonuç, kaçınılmaz şekilde ‘iç güvenlik yasası.’
Mantık çok basit: Hak ve güvenliğin ne olduğuna, nasıl sağlanacağına ben karar veririm. Verdiğim kararı yasa haline getiririm, çünkü TBMM’de çoğunluğa sahibim. O çoğunluğun adı, milli irade. Milli irade, devleti sahipsiz bırakacak değil ya. Demek ki sapanla taş attı diye canına okunacak genç bir göstericiyi cezalandıran, aslında milli iradenin ta kendisi. Ezcümle, kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
Devletin bekası yanında lafı mı olur!
Devlet örgütlenmesini elinde bulunduranlar, muhtelif gerekçelerle ve her ne pahasına olursa olsun ‘kaybetmemek’ için, devleti yurttaşa karşı koruyup kollamak, yeni silahlarla, yöntemlerle donatmak zorundadır. Her şey devlet içinde ve devlet içindir. Kullanışlı bir araç olan devlet için.
Yasa değişikliğiyle üst ve ev araması, el koyma kolaylaşacakmış, ‘kuvvetli’ şüphe ‘makul’ şüpheye dönüştürülecekmiş, avukatların dosyaya ulaşması zorlaştırılacakmış, dinlemeler ve teknik takip yetkileri ferah feza olacak, kahraman polisin müdahale araç ve yetkileri artırılıp molotof ‘silah’ sayılacakmış, sosyal medya çekilmez hale gelecekmiş, filan fıstık… Devletin bekası yanında lafı mı olur!
Konuya dair muhtemel senaryoyu, meslektaşım Kerem Altıparmak Bianet’te son derece açık şekilde yazdı zaten, fazla söze ne hacet.
Yurttaşın değil, TOMA’ların güvenliği
Demokratik olmayan devlet, kendisini, denediği her yolu mubah görerek kollamak zorundadır. Halkı şımartmak işine gelmez. Gerçi boş iştir, ancak yalnızca bu şekilde ayakta kalabileceğini zanneder. Güvenlikten anladığı yurttaşın değil, TOMA’ların güvenliğidir. Uyulacak yasa, kendi yasasıdır. Tarih, örnek açısından hayli zengin.
‘Yeni Türkiye’nin iç güvenlik yasasına dair bu yazının başında, Mussolini konuştu. Necip Fazıl ile bitirmek yaraşır. Der ki, “Aklımı ve kalbimi hep sağ elime verdim, görevi olmasaydı sol elimi keserdim.”
Halihazırdaki iktidarın, başta yurttaş devlet ilişkisi olmak üzere olup biten her şeye böylesine ‘sağdan’ yaklaşıp ‘sol’a dair her ne değer/ilke varsa bu denli nefret ediyor olması, olağandır.
Not: Bu arada 29 Ocak’ta, ‘toplanmamış’ bir bakanlar kurulu, haliyle ‘görüşülmemiş’ bir kararı alıp ‘tanımlamaya’ zahmet buyurmadığı bir ‘milli güvenlik’ kaygısı/gerekçesiyle, anayasal hak olan bir ‘grevi’ erteledi! Yaşamımız, ‘sırlar dünyası’na dönmüş durumda…