ECE DENİZ
ecedeniz@diken.com.tr
@meneksecedeniz
Yönetmen Gürcan Keltek, son filmi ‘Yeni Şafak Solarken’i Diken’e anlattı: “72 saati, bir psikotik atağın en güçlü dalgasının ana karakteri ters yüz etmesini ve azıcık kalan o sosyal bağını da yitirmesini anlatıyor.”

‘Gulyabani’, ‘Meteorlar’ ve ‘Koloni’ gibi filmleriyle bilinen Keltek son yapımı ‘Yeni Şafak Solarken’le Locarno Film Festivali’nde ‘Boccolino d’Oro Eleştirmenler Ödülü‘, İstanbul Film Festivali’ndeyse en iyi yönetmen ödülünü kazandı.
Başrollerinde Cem Yiğit Üzümoğlu (Akın), Suzan Kardeş, Erol Babaoğlu, Ayla Algan, Dilan Düzgüner ve Gürkan Gedikli’nin oynadığı film Akın’ın akıl hastanesinde geçirdiği yılların ardından hayata ve ailesine adapte olamamasını, gerçekle halüsinasyonlar arasında gidip gelirken kendini yavaş yavaş yitirdiği üç gününü anlatıyor.
İstanbul’da tarihi yarımadadan Kadıköy’e müzelerden camilere ve tekkelere yolu düşen Akın, deliliği her yerde deneyimlerken, dini semboller, inançlardansa umudunu kesmiyor.
Murathan Mungan’ın “Delilik kimsesizliktir” sözüne atıf yapan film, bir akıl hastası tiyatrocunun şehrin içinde kendi zihninde kayboluşunu deneysel bir biçimle anlatıyor.
Film akla Mungan’ın “Tımarhanelerde tımar edilen ruhum” dizesini de düşürüyor.
Akıl hastanesine tam olmak için girmiş ama eksildikçe eksilerek oradan ayrılmış Akın karakterinin hikayesini ve filmin deneysel üslubunu konuşmak için Keltek’le Şişli’de bir kafede bir araya geldik.

Filmin bütün çaldığı kapıları, yakaladığı fırsatları ve detaylarını konuştuğumuz söyleşi de böylece başladı:
Bir önceki filminiz ‘Gulyabani’de de ‘Yeni Şafak Solarken’de de mistisizm ön plana çıkıyor. Karakterlerin güçlü altıncı hisleri, başlarına gelen doğaüstü olaylar oluyor. Bu ilginizin kaynağı ne, hikayelerinizi neden buradan yola çıkarak yazıyorsunuz?
Son birkaç filmdir bunu yapıyorum. Aslında Gulyabani’de arka planda ülkenin siyasi tarihi şöyle bir özet olarak geçiyordu ama önde çok ezoterik ve hatta doğaüstü bir yeteneği olan bir kadın karakter vardı.
‘Yeni Şafak Solarken’ 72 saati, bir psikotik atağın en güçlü dalgasının ana karakteri ters yüz etmesini ve azıcık kalan o sosyal bağını da yitirmesini anlatıyor.
Karakterin cinsel ve özel hayatı, kendine ait mahremiyeti, hiçbir şeyi kalmıyor. Akın artık ‘Bütün bunların bir sebebi olmalı’ diye düşünmeye başlıyor. Bu durum ezoterik metinlerde hep vardır zaten.
‘Yeni Şafak Solarken’e hazırlanırken biz hep deliliği bir sakatlık olarak konuştuk. Ve özellikle filmde tanı vermedik. Yani bir doktorun ya da bir karakterin konuşma sırasında tanı vermesinden kaçındık.
Aslında mental rahatsızlıklarla inanç aynı yerden besleniyor. Ve birinin bir mental rahatsızlığı olduğunda, benim filmimdeki gibi eski arkadaşlarını kaybediyor, yalnızlaşıyor, ailesinin bakımına muhtaç oluyor ve aslında biraz da Allah’tan medet umuyor.
Akın’ın Ramazan gecesi Eyüp Sultan’a yolunun düşmesinin sebeplerinden biri de o. Tesadüfü veya şehir içinde bir akış değil. Çünkü ben bütün konsepti bunun üzerine kurdum. Kısaca onun rahatsızlığını, sakatlığını şehir, şehrin dokusu hem İslami hem de Osmanlı öncesi anıtsal eserler tetiklesin istedim. Çünkü İstanbul’daki dinsel yapılar çok göksel.
Çok grandiyöz (Psikolojide kişinin doğaüstü yetenekleri olduğuna inanması veya kendini ünlü/üstün biri sanması). Yani mental hastalık da ilk grandiyözle başlar. O yüzden bana bu mimari yapılar durumu tetikler gibi geldi.
Bir de Akın nerede dolaşsa, İstanbul’da nereye kafasını çevirse aslında şehir sanki onun mental rahatsızlığını tetikliyormuş gibi bir imada bulunmak istedim.
Böylece burada aslında o ezotorik olanla gündelik olan bir şekilde birleşti. Ben bu alanı deşiyorum ve deşmeye devam edeceğim. Siyasi ya da sosyal bir mevzuyla ezoterik ve doğaüstü olan şeyi bir arada aktarmayı seviyorum. Bu seyirciye spekülasyon yapmaları için bir alan bırakmamı da sağlıyor. Çünkü bize spekülasyon yapmamız için alan bırakan filmleri seviyorum.

‘Sinema siz ahkam kestikçe anlamın genişlediği bir alan’
Film nasıl ortaya çıktı?
Filmde anlattığım kişi arkadaşımdı, oyuncuydu. Hatta filmde de adını kullandım. Televizyonda küçük roller oynuyordu. ‘Muhteşem Yüzyıl’da vs. oynamıştı. Onu belgesele çekiyordum. Sonra onun durumu, bu rahatsızlığı çok mahrem bir hal aldı.
O zaman da belgesel çeken biri olarak ahlaki bir tercihle karşı karşıya kaldım. Ben bu konularda biraz hassas bir yönetmenim. Neyi gösterip seyredeceğim, neyi göstermeyeceğim. Birinin mahremiyetini, alanını işgal ediyor muyum?
Belgesel için ses kayıtları, görüntüler, sahneler bile çekmiştik. Sonra şunu anladım ki birinin bu karakteri Cem gibi oynayabilmesi için bir oyuncu üst bakışı lazım. Oyuncularla çalışmak konusunda tedirgindim her zaman.
Filmin bazı sahneleri belgesel gibi hatta dikkat edersen özellikle Eyüp Sultan sahnesi. Belgeseldeki bütün elementleri bu film için yanımda getirdim.
Ama bundan kurmaca bir iş çıkarttım. Eğer bunun belgeselini yapsaydım başka bir alana girecekti. Sinemada da en çekindiğim şey ahkam kesmek. Benim için sinema bir konuda siz ahkam kestikçe anlamın genişlediği bir alan. O yüzden böyle kendiliğinden kurmaca bir filme döndü.
Önceden müzik klipleri, reklamlar vs. bir sürü iş çekmişsiniz. Ama şimdi daha deneysel bir sinema yapıyorsunuz. Filmlerinizde mistisizm var, ezoterik olana yöneliyorsunuz. Kurmaca ve belgeseli harmanlıyorsunuz. Ticari dünyadan sinemanın bu alanına nasıl geçtiniz?
Genelde çalıştığım alanlardan gelen insanlar ticari filmler yaparlar. Bense piyasada çok mutsuzdum.
Reklamda bunu çok yapamasam da klipleri genelde böyle bir sanki deneysel bir çalışma alanı gibi kullanıyordum. Film stoklarıyla oynuyordum. Teknolojiyi öğrendim. Bana çok şey kattı gerçekten.
Sevdiğim müzisyenleri de hep böyle hikayesi olan konseptlere ikna ediyorum. Onlar da ‘tamam’ diyorlardı. Fakat artık film yapmak hatta canım ne istiyorsa onu yapmak istiyordum. 2017’deki bırakma döneminde özellikle belgesel çekmeyi düşünüyordum.
Niye bırakma döneminden bahsediyorum çünkü sinema belli bir yaşta başlayıp yol almanız gereken bir alan. Birdenbire 73 yaşında karar veremezsiniz. Dedim ki şu an en üretken olabileceğim yaşlardayım. Şimdi geçtim, geçtim. Sonra çok geç olabilir.
Seyircinin daha çok içine girebileceği ve bilet kesebileceği filmler yapmak istiyorum. Onu kendime bir hedef olarak koydum.
Ama o dönem sadece piyasada yaptıklarının tam tersini yapmak istiyordum. O beni iyileştirdi.

Bu filmi ne kadar sürede çektiniz, genelde daha küçük prodüksiyonlarla veya oyuncusuz çalışan birisiniz. Bu proje diğerlerinden daha farklı.
‘Yeni Şafak Solarken’e iki yıl harcadık. Aslında iki film yaptım bu süreçte. Bir tanesi ‘Horde’, şu anda bitmek üzere.
‘Yeni Şafak Solarken’i finanse etme konusunda iyi gidiyorduk. Ben o dönem Berlin’deydim ama Covid patladı.
Gördüğünüz gibi filmde de maskeler var. Kapanma döneminde çekmek istemedim. Kameranın insanların üstüne üstüne geldiği, kalabalıkların böyle yığınların göründüğü bir film olmasını istediğim için.
Süre konusunda elimizden geldiğince para aldığımız fonlardaki insanları ikna ettik.
Ne zaman tam olarak?
2022’de çektim. Daha her yer yeni açılmıştı ama 2020’nin başında biliyorsun kapandık. Bir de bu esnada hazırlık sürecimiz bayağı uzun sürdü.
Bu film beş ülke ortak yapımıydı. Bu nasıl yapılır, kendim öğrenmek istedim. Hep kendi yağımda kavrulan bir yönetmendim. Ya kendi paramla bir şeyler çekiyordum ya da ufak tefek fonlara başvuruyordum. Belgeseller yapıyordum.
Profesyonel anlamda büyük fonların olduğu bir film nasıl fonlanır? Onu denedim. Aslında beklemek de filme yaradı. Mesela görüntü yönetmeni Peter Zeitling bu şekilde ekibe dahil oldu.
Her şey doğal süresinde ilerledi, kurgu hariç. Çok hızlı çekerim ben. Bu filmde böyle uzun uzun kurguda kalmak istedim. Çünkü kurgu benim için bir amaç değil, süreç.

Ben sürecin kendisinden aşırı hoşlanıyorum. Kurgu benim için böyle çile çekilip bitirilecek bir aşama değil. Hadi filmi bir yere yetiştirelim de değil. Bunu olabildiğince elimde tutmak istedim. Ta ki artık filmi çıkartmam gerekene kadar.
Bir de ses tasarımını kendim yaptım. Ses tasarımı benim için çok önemliydi. Attila Faravelli gibi ses sanatçılarıyla ve ses enstalasyonları yapan insanlarla çalıştım. Ses kurgusu filmin resim kurgusundan daha uzun sürdü.
Her şeyi kendin yapma arzusu bizi buralara kadar getirdi. Bu esnada bir film daha yaptım. Ama önce bu çıksın istedim.
Gelelim filmin sürprizi Ayla Algan’a, kendisi projeye nasıl dahil oldu?
Tesadüfen olmadı. Ben Ayla Hanım’a çok uzun yıllardır hayrandım. Algan’ın canlandırdığı karakter çok somut bir şekilde tarif edemeyeceğiniz biriydi. Ben bu karakteri kime anlatabilirim dedim. Kim anlar bunu? Ayla Algan anlar. Yaş olarak da uygun. Aslında çok az konuştuk. O beni hemen anladı.
Ayla Algan’ın son filmi
Kendi deneyselliğinize eş birini bulmuşsunuz.
Aynen öyle. Böyle olunca da Ayla’yla başka şeyler konuştuk. Akın karakterini, Ayla’ya şöyle anlattım. Dedim ki Akın’ın zihni bir katedral örüyor kendine. İstanbul’daki katedraller ya da dini yapılar gibi. Ve aslında sen o katedraldeki bir kişisin.
Doğaçlama çektiğim sahnelerde de çok güzel bir performans sergiledi.
Son filmi olduğu için çok üzgünüm. Ona izletemedim. Ama fiziksel olarak çok zorlandığı bir dönemden geçiyordu. Ona rağmen geldi ve çok profesyonel bir şekilde oynadı.
Onun geldiği disiplin ve sanatta denediği şeylerle benim denemeye çalıştığım şey birbiriyle uyuştu. Normal bir oyuncuya anlatamayacağım o soyut şeylerin üzerinden Ayla’yla atlayabildik.
Sette ona hep şey diyordum, sen öbür dünyadasın ve oradan konuşuyorsun Akın karakteriyle. Öyle de oldu. Film çıktığında artık hayatta değildi.

Senaryosuz bir film
Oyuncu kadrosunda da aslında bir deneysellik olduğundan söz edebiliriz. Hepsi sinemacı, tiyatrocu ama herkesin rengi çok başka.
Suzan Kardeş mesela hiç böyle bir filmde oynamamıştı. Ben farklı geçmişleri ve alanları olan oyuncuları ya da oyuncu olmayan insanları bir araya getirmek istedim.
Çünkü hiç seçkinci bir yönetmen değilim ben. Şuna inanırım; bir yere girip filmin kastını bitirebilirsiniz. Sinemada çok yüceltilen bazı şeylerin yüceliğine inanmıyorum.
Mesela senaryo bunların başında gelir. Bence senaryo her şeyden önce gelmez. Her şeyden önce hissiyat gelir. ‘Yeni Şafak Solarken’ aslında senaryosuz bir film, onu da söyleyeyim. Senaryoyu ben filme para bulmak ve oyuncuların önüne bir şey koyabilmek için yazdım.
Mesela biz Cannes Film Festivali atölyesine seçilmiştik. Orada filmi finanse etmeye başladık. Uzun yıllar filmin senaryosu yoktu. En sonunda ben bir şey yazayım, yol haritası olsun, dedim. Sette de diyalogların çoğu oyuncu arkadaşlarla birlikte uydurduğumuz şeylerdir.
“Herkes düşüyor, ben gidiyorum. Herkes duruyor, ben yürüyorum.” Mesela Cem’in lafıdır. Ayla Hanım’ın söyledikleri de kendi laflarıdır. Ben oyunculara onları yalnız bırakmadan ve hırpalamadan bir alan bırakmak istedim.
Doğaçlamaya çok açıktılar, sanata öyle memur bir yerden bakmıyorlar. Ben sinemada bir şeye daha inanırım, her film kendi çalışma yöntemini beraberinde getirir. Her filmin ruhu ada gibidir kısaca. Bu filmdeki mottomuz da buydu: Kontrollü kaos.
Bazı yönetmenler yüzlerce audition yapar ama istediği oyuncuyu bulamaz veya çok kontrolcüdür.
Ben onlardan değilim. İlginç bir şey söyleyeyim, Akın’ın bir gece akıl hastanesinden bir arkadaşı, Gürkan’ın canlandırdığı karakter evine geliyor.
Gürkan’ın kastını Cem’e bıraktım. Çünkü ben Gürkan’ın iyi oynayacağını biliyorum ama Cem’e audition’ı sen yap dedim. Hakikaten de ben bir yere yetişmeye çalışıyordum. O gün audition’ı Gürkan ile Cem yaptı ve sonra biz bu sahneyi oynayabiliriz dediler.
Filmin görüntü yönetmeni Peter Zeitlinger ama açılış sahnesindeki Ayasofya sahnelerini Feza Çaldıran çekmiş, bu tercihin nedeni neydi?
Önce şunlardan bahsedeyim. Peter Zeitlinger’in Werner Herzog’la yaptığı işleri vs. zaten biliyordum. Onun becerisini ben özellikle Herzog’la yaptığı bu son dönem belgesellerde gözlemledim. Çok kalabalık yerlere girip kendini görünmez kılabilen bir kameraman.
O yüzden gerçekten de Peter’in ekibiyle İstanbul’da belli lokasyonlarda görünmezdik. İnsanların orada olmasını ama kameraya bakmamasını istedim. Ve bunu becerdiğimizi düşünüyorum. Bilhassa cami çekimlerinde.
İstanbul’u bilmeyen bir görüntü yönetmeniyle çekmek istedim. Biz şimdi İstanbul’da yaşıyoruz ve bazı şeyleri görmüyoruz artık bu hayatın koşturmacasında. Fakat onları görebildi Peter.
İstanbul’la negatif ya da pozitif sıfır ilişkisi olması benim için önemliydi, o filme çok yansıdı.
Fakat Peter’ın başka bir film için bizden ayrılması gerekiyordu ve bizim de Ayasofya’da çekim yapmak için biraz daha beklememiz lazımdı. Onur Saylak Feza’yı (Çaldıran) önerdi. Feza’ya dedim, bak film bu sahneyle açılacak.
Ve çok memnunum yaptığımız işten. Filmin ruhuna göre bir malzeme ortaya çıkardı ve kamera hareketlerini de ona göre belirledi.
‘Bu bizim kendi delimiz olsun, dedik’
Filmin baş karakteri akıl sağlığıyla sınanıyor, film delilik üzerine. Peki siz filme hazırlanırken hangi filmler ve yazarlardan yararlandınız?
Bu konuyu ele alan yönetmenlere ve filmlere tekrar bir döndüm. Mesela Polanski’nin ‘Repulsion’ filmi gibi.
Modern, daha çağdaş yönetmenlerden bir şeyler seyrettim. Ama genel olarak korku ve B filmlerinden izledim. Çünkü gerçekliğin ne olduğu ve gerçekliği nasıl algıladığımız, korku ve utanç korku sinemasının ana temalarından biri. Bu filmin de ana temalarından biri utanç.
İstanbul’la ilgili çok fazla ezoterik şey okudum. Önceden bilmediğim şeylerdi.
Bu film için hatta Cem’le bir doktorla konuşmayı denedik.
Fakat doktorun yanından çıktıktan sonra “Bir dakika ya bu bizim kendi delimiz olsun” dedik. Atıyorum, bazen dersine çok çalışıp bir şey çekmek istersin. Biz onu yapmak istemedik. Tamamen sosyal davranış kısmına yöneldik deliliğin. Tanı vermeme sebebim de bu zaten.
Ben izlerken şizofreni tanısı koymuştum.
Çok ilginç. Bazı seyirciler gelip mesela borderline, ileri borderline dediler. Bipolar disorder diyen de çok oldu.
Edebiyat benim asıl ilham kaynaklarımda birisi. Mesela Murathan Mungan’dan alıntı var filmde. Tezer Özlü’den de tabii. Sonra bana Murathan Mungan, Ahmet Haşim okumamı önerdi. Haşim çok şafak üzerine yazar. Ben Mungan’a daha önce filmin adının doğru tınlayıp tınlamadığını sormuştum.
Türkçe’de yeni şafak, solmak. Şafak solan bir şey değildir ya. Ben oturup bu kavramlar üzerine yazan şairlerin, doğa yazarlarının işlerini inceledim. Algımı kapatmak için direkt bağlantısı olan filmlere ve edebiyat eserlerine gitmedim açıkçası.
Tezer Özlü’ye yer vermemse film dışlanmışlarla, dışlanmış olma durumuyla ilgiliydi. Tezer Özlü bunu çok iyi anlatan bir yazardı.
Sanatçı olmak isterken deliren bir adamın hikâyesi
Akın Balkan göçmeni, Batı’dan göç ederek Türkiye’ye gelmiş bir ailenin çocuğu. Ama hep tarihi yarımadada ve o tip yerlerde geziyor. Görüntü yönetmeninin de bir Avrupalı olduğunu düşünürsek filmde bu Doğu-Batı dengesi nasıl korundu? Birbirinden çok kopuk olabilecek iki aks, seyirciye çok hemhal olmuş görünüyor.
Aradığım şey o insan kalabalıkların üstümüze üstümüze geldiği yerlerdi. İstanbul’un bu semtleri ona da çok uyuyor.
Balkan aile kimlik meselesine gelirsek benim de anneanne dede tarafım Kosova’dan. Ben Balkanlardan İzmir’e göç etmiş bir ailenin çocuğuyum.
Sürekli Arnavutça konuşulurdu büyüdüğüm evde. O yüzden Balkan bir ailenin buraya göç ettiğinde nasıl refleksleri olduğunu biliyorum. Mesela Suzan’la şeye çok çalıştık, işte eski Yugoslavya’da Sırplarla Boşnaklar birbirine kız alıp verirler mi?
Nadiren de olsa bu olur mu? Bu dengelere ve onların sosyolojik kökenlerine çok dikkat ederek, hassas davranarak kurduk her şeyi. Zaten Suzan buna çok hakim olduğu için de ben onunla çalışmak istedim. Ama hakim olmasaydı da çalışırdım.
Bu Doğu Batı mevzusuna gelecek olursak ben filmin yüzünün Batı’ya dönük olduğunu düşünmüyorum Ama çok bizden de olduğunu düşünmüyorum. Yüzü Batı’ya dönük derken sanırım sadece Akın’ın arayışı Batı’ya dönük.
Çünkü Akın bohem burjuvaymış. Herhangi bir kafede buluşup ya da oturduğumuzda tanışacağımız yeni bir oyuncu adayı.
Film zaten benim için iyi bir sanatçı olmaya çalışırken deliren bir genç adamın da hikayesi.
Psikiyatristinin Akın’a söylediği şu cümle çok hoştu: “Sanat posanı çıkarır ve sana hiçbir şey bırakmaz.”
Mevzu o zaten. Akın iyi bir sanatçı olmaya çalışırken de deliriyor. Ve ben buna sanat akademisinden mezun olmuş biri olarak rastladım. Bunun ne demek olduğunu biliyorum. Oraya gelirken yüklediğiniz anlamlar, onun başarıyla olan garip ilişkisi.
İşin iyi sanatçılık kısmıyla ilgilenmiyorum. Kendini orada bulmasıyla ve tetiklenmesiyle ilgileniyorum. Çünkü sanat deliliği tetikleyebiliyor gerçekten. Doktor da bunu söylüyor. Tiyatroyla ilgilenmen güzel ama ‘Dikkat et sanat seni alır, posanı çıkarır, bir kenara atar’.
‘Cinsiyetsiz bir karakter’
Akın ve akıl hastanesinden onu ziyarete gelen kişi arasında adı konmamış ama varlığı bariz bir eşcinsel ilişki var. Bastırılan bir eşcinsel kimlikten söz edebilir miyiz?
Eşcinsellik var. Zaten bunun iması da var. Ben seyirciye bu geçsin istedim. Hatta bunu test ettim. Bu film, bu sahneyi editlediğimde fikrine güvendiğim bazı insanlara yollayıp sahne geçiyor mu diye sordum. Çünkü çok arada bir şey olsun istedim. Yani aslında iki tarafın bildiği ama çok açık açık konuşulmayan…
Bu arada Akın, cinsiyetsiz bir karakter. Hem aldığı ilaçlar hem mental durumu sebebiyle. O yüzden de onun Gürkan’a “Geçti o günler” demesi aslında o kapalılık, o zorunda kalmanın içerisinde yaşanan bir şey. Taraflardan biri gerçekten onu bir sevgiye ve aşka çevirdi kafasında ama diğeri onu tamamıyla geriye, karanlık odaya attı ve kapattı.
Sinemada karakterlerimi çok yargılamayı seven bir yönetmen değilim. O yüzden de bir sahneyi, LGBTİ bir yerden tanımlamadım. Ne kendime, ne oyuncularıma, ne ekibe.
Gelelim Kalkedon’a (Kadıköy’ün eski adı, körler ülkesi demek). Hikaye bütün o tarihi yarımadadaki sahnelerin ardından burada, Kalkedon’da bitiyor.
Biz belki yeni bulduk ama İstanbul’un ezoterik tarihinde eğer bu karakter (Akın), dini yapılardan ya da anıtsal, göksel yapılardan tetikleniyorsa Kalkedon bunun artık zirvesi.
Konstantinopol demiyorlar dikkat edersen. Konstantinopol’un adı bile geçmiyor. Bizantion öncesi, Bizans öncesi bir şeyden bahsediyor. Sanki bir hacca gider gibi o kazıların olduğu, Kalkedon’un bulunduğu yere gidiyorlar.
‘Siyasi iklim ve bu sıkışmışlık duygusu filme sinsin istedim’
Filmin sonunda duyduğumuz Tezer Özlü’ye ait “Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” cümlesi birkaç kez tekrarlanıyor. İçinden geçtiğimiz günlerde yaşadıklarımızla çok örtüşüyor şu cümle. Siz bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ülkenin politik haleti ruhiyesi böyle olmasa herhalde bu film olmazdı, diye düşünüyorum. Çünkü pek çok karşı ucun ve çatışmanın ortasında olan bir şehir İstanbul.
Sadece büyüklüğü ve bir sürü şeyin merkezi olması değil. Politik anlamda da aslında her şeyin merkezinde İstanbul var. Mesela İstanbul’un belediyesinin başına gelen insan gelecekte siyasette önemli bir yerde görülüyor. Bu şehir böyle bir yer.
Faşistlerin, sağcıların, solcuların, radikal solcuların dindarların, anarşistlerin, bohem burjuvaların ve şu anda sana söylemeyi unuttuğum pek çok insanın aynı arada yaşadığı bir kent.
Bugünkü siyasal İslam, özgürlükler ve bizim yaşadığımız siyasi iklim ve bu sıkışmışlık duygusu filme sinsin istedim. Ama bunun ötesinde bir şeyler söylesin de istedim. 10 yıl, 20 yıl sonra izlendiğinde, işte AK Parti’nin iktidardayken yapılmıştı bu film demesin insanlar.
Belki şu an AK Parti’den konuşabiliriz ama ben çocukluğumdan beri AK Parti’yle aynı tandanslardan gelen pek çok sağ parti tarafından yönetilen bir ülkede büyüdüm.
Siyasi İslam üzerine bir imada bulunmamaya çok dikkat ettim. Çünkü gerçekten derdim bu değildi.