MURAT SEVİNÇ
Yazı, ‘basitlik’, ‘sadelik’ ve başlıktaki isimler üzerine. Uzun mu olur kısa mı olur, nereye gider bilmiyorum. Muhtemelen çok uzun olur. Kusura bakmayıp idare ediverin artık, her gün meslekten atılmıyorum!
Bir ricam şu: Özel hikayeler dışında her ‘ben’ geçen yere, ‘biz’ koyun, lütfen…
Basit yaşamanın, sadeliğin iyi bir şey olduğunu düşünürüm. Açık olmanın. En karmaşık olan ya da görüneni dahi, sadeleştirmenin. Ben, yaşama çok basit yaklaşan bir ana babanın oğluyum. Rahmetli babam, yoksulluk içinde üçü kız dört çocuğunu okutmaya çalıştı, bir ömür. Başkaca bir kaygısı da yoktu, bilebildiğimiz. “Oğlum, İstanbul’a iki tencere bir kilim göçtüğümüzde, deselerdi ki Hüseyin, senin evin barkın olacak, çocukların okuyacak, gülerdim; Allah’a şükür hepsi oldu” demişti bir gün. Allah ömür versin, anacığım da sağ koluydu rahmetlinin.
Sadelik, basitlikle anlatmak istediğimi, şu örnek belki daha anlaşılır kılar. Yıllar önce annem, bir boşanma haberini duyduğunda şöyle dedi: “Evladım çamaşır makineleri var, buzdolapları var, Allah her şeyi vermiş, neyi bölüşemiyorlar da ayrılıyorlar.” Anlatabildim mi? Ben, bu basitliği ‘severek’ büyüdüm. Konuşup yazarken de başka bir yol seçmedim.
Ne demek bu? Hiçbir insan davranışı ideolojilerden bağımsız değil kuşkusuz. Ama derdim, buradan hareket değil şimdi.
Yanınızda yürüyen insan tökezlerse kolunu tutarsınız, istemsiz olarak. Birinin canı yanıyorsa, yanmasın istersiniz. Bir insan “Açım” dediğinde, uyku tutmaz, varsa eğer ekmeğinizi paylaşırsınız. Yanıbaşınızda canı yanan biri varsa, dinine ırkına milletine bakmaz, el uzatırsınız. El uzatanı geri çevirmezsiniz. Basit.
Eğer bir okulda öğretmenlik yapıyorsanız, bizler gibi, kapıda bekleyen ve içeriye girmek için peruk takmak zorunda kalan çocuğun onurunu korursunuz. Yanında olursunuz. Solcu öğrenci yerlerde sürükleniyorsa, engellemeye çalışırsınız. Benim gibi, bunu hiç beceremiyorsanız dahi, hiç olmazsa perdenizi kapatmazsınız. Yüzünüzün kızarmasını engellemeye çalışmazsınız, hiç olmazsa. Biri diğerine Kürt diye sövmeye yeltenirse, “Orada dur bakalım” dersiniz. Canı yananı, yanma ihtimali olanı, kollarsınız. Basit. Çok basit.
Biri, yoksulluğu nedeniyle küçük düşürülmeye çalışılırsa, direnirsiniz. Bir mahluk, madenciye tekme attığında, atanın değil, canı yananın yerinde olmak istersiniz. Basit. Bir yerde bomba patlar da birileri parçalanırsa, patlatan ve parçalanan kimmiş diye merak etmezsiniz. Hiç olmazsa ayıp görürsünüz bunu. Bir insan, sokağa çıkamadığı için evladının cenazesini buzdolabında bekletmek zorunda kalıyorsa ve elinizden gelen birşey olmuyorsa, hiç olmazsa yerin en dibine geçersiniz, ki bir süre yüzünüzü gören olmasın. Basit değil mi? Çok hem de.
Diyelim bizim alanda çalışıyorsunuz. Biri tutuksuz yargılanmalıysa, bunu dile getirirsiniz. Çekinmez ve o kişinin kimliğiyle ilgilenmezsiniz. Parti kapatılmasına karşı mısınız? Peki, o zaman bunu yazarsınız. Duygularınızı, işinize gücünüze bulaştırmazsınız. En berbat bulduğunuzun dahi, hakkını savunursunuz. Savunulması gerektiği için. Basit. Son derece basit.
Eğer böyle davranmanın olumsuz sonuçları oluyorsa yaşamda, o zaman o sonuçları göze alır, dert etmezsiniz. Bu kadar basit. İşten mi atıldınız… Daha beterini görüp bilip anlayıp efkârınızı belli etmemeye çalışırsınız, derdin dahi bir nezâketi olması gerektiğini düşünen yüzlerce meslektaşım gibi…
Geçen hafta işim vardı. Artık yok. Demek ki artık yeni bir yaşam kurmak, daha doğrusu yaşamın yeni bir aşamasını keşfetmek durumundayım. Durumundayız. Bu kadar. Basit.
Çok insanın akıl dışılığa mahkum olduğu, faşizan uygulamaların hüküm sürdüğü bir memlekette, bizlerin payına bu düştü. Peki. İliklerine kadar hukuksuz işler yapanların da, bir süre sonra bu eylem ve işlemlerinin bedelini ödediğini göreceğiz nasıl olsa. Üç beş yıl önce, yargılama adı altında korkunç iddianamelerle insanların canına okuyan o cüppeli heriflere bugünleri söylesek, çok gülerledi değil mi? Zır cehalet, sırtını güce yasladığında hep böyle oluyor işte. Anlatamıyorsunuz, yaşamaları gerekiyor.
Bugün, sorgusuz sualsiz, kim çok can sıkıyorsa onun adını bir terör örgütüyle bağlantılı olarak KHK’lere yazanların ‘geleceğini’ de göreceğiz kuşkusuz. Yanlarına kalacak öyle mi? Komik olmayın. Yalnızca biraz sabır ve direnç. Hepsi bu. Basit.
Tabii bu adamlara, yarın bir gün yargılandıklarında, onların ‘adil yargılanma hakkını’ savunacak olanlara eziyet ettiklerini de anlatamazsınız. Allah’ın akıllıları, yahu sizi yine biz savunacağız. Bugün sessiz olanlar, dün de sessizdi. Ve yarın, sessiz kalacaklar. Ah ne enayi adamlarsınız!
Daha çok yazıp çizeriz bu konuları nasıl olsa. Yine en basit, en sade sözcük ve reflekslerle…
Evvela şükran faslı ve sonra öğrenciye, bir iki abi önerisi.
Şükran,
İlk günden itibaren destek veren, arayıp soran herkese. İnsanın, çevresindeki dürüst insan halesini bir kez daha fark etmesi, anlatılmaz bir mutluluk. Gazeteci dostlar. Sağolun var olun.
Mülkiyeliler ve Boğaziçililer, sağolsun. Boğaziçi’ndeki öğrenci ve meslektaşların yaptığı, unutulmazdı. Hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğinin delilisiniz. Yılların yorgunluğu, bir saatte geçti.
Mülkiye’de destek olan herkes, hocalarımız, idari personelimiz, diğer çalışanlarımız, temizlik işçilerimiz. Berber Akif ve Yusuf. Rahmetli hocam Yavuz Sabuncu’yu hasta yatağında traş eden, Akif. Ne hızlı geçiyor zaman. Orta kantinde Tahsin ve diğerleri. Hepiniz sağolun.
Ve tabii yıllardır omuz omuza, el ele, kol kola olduğumuz sevgili arkadaşlarımız. Ne güzel kavga edip duruyorduk, bir küs bir barışık. Bizden bir önceki, dirençli kuşak, SBF’yi SBF yapan, kurumu 12 Eylül batağından tutup çıkaranlar. Uzun zaman oldu. İyiydi. Dur bakalım…
Bir iki abi (amca diyecek halim yok!) önerisi,
Önce öğrencilere, aramızda kalmak kaydıyla bir ‘özel an’ anlatmak isterim. Meslek, akademi ve kürsü var içinde. Daha önce Cumhuriyet için yazmıştım aynı hatırayı ama okumamış olabilirsiniz. Ayrıca bu yazının nereye gideceğini bilmediğimi de söylemiştim başlarken. Gidiyor işte…
1995’in aralık ayı sonunda asistanlık sınavını kazandım. Erdal Onar, Yavuz Sabuncu ve Cem Eroğul’dan oluşan jürinin toplandığı odadan çıkarken hocam Cem Eroğul, bir saat içinde odasına dönmemi rica etti. Gittim. Masasının karşısındaki sandalyeye oturdum. Bana arkasındaki duvarda asılı üç fotoğrafı gösterdi. Dedi ki, “Bak Murat, gördüğün insanların huyu suyu, düşünceleri, karakterleri farklıydı. Ancak üçü de çok çalışkandı ve hiçbiri toplumuna ihanet etmedi. Sen de çok çalışırsan burada kalırsın. Aksi takdirde kamu kaynaklarını tüketmene izin vermem.” Düşünebiliyor musunuz, daha bir saat önce asistan olmuşsunuz. Kürsü kuralları çok açıktı. Emek ve ahlak. Basit değil mi?
O üç fotoğrafta, insan hakları eğitimini başlatan Bahri Savcı, birinci sınıf dersini aldığım Mümtaz Soysal ve Muammer Aksoy vardı. 12 Mart’ta dekan iken ve ders esnasında darbecilerce alınıp götürülen, cezaevinde tuvalet temizlettirilen Mümtaz Soysal. 12 Eylül’de emekliliğine üç ay kala veda dersini hazırlarken 1402’lik olup atılan Bahri Savcı ve yaklaşık 10 yıl sonra suikastle katledilen Muammer Aksoy. Fotoğrafları bana gösteren Cem Eroğul da 1402’lik. Onlar atılınca sonrasında AYM üyesi olan Fazıl Sağlam hoca da istifa etmişti.
Kuşkusuz bugün yapılan 12 Eylül’le karşılaştırılamayacak kadar ağır. O zaman yurt dışına çıkma yasağı, işsizliğe mahkumiyet vs. yoktu. Keşke demokraside bu kadar ilerlemeseydik, hay Allah. Bu arada işin matrak yanı, ben ve kürsünün diğer çalışanı canımın içi Dr. Dinçer Demirkent’in 7 Şubat 1983’te atılan Bahri Savcı’dan tam 34 yıl sonra, aynı gün gitmemiz. Anayasa Kürsüsü, geleneklerine bu denli bağlı işte! Bu arada, isterlese 10 kez atsınlar, Dinçer Demirkent yıllar sonra bu memleketin nadide anayasacılarından olacak. Dedik ya, hakikatin ne olduğuna karar verecek bir KHK icat edilmedi henüz.
İşte sevgili öğrenci arkadaşlar. Siz de böylece olgunlaşıyorsunuz. Yaşadığınız her anla geleceğinizi inşa ediyorsunuz, yıllar sonranızı. İlişkilerinizi, aşkınızı, muhabbetinizi. Memleketinizi tanıyorsunuz. Kurumları, insanı. Neşenizi kaybetmeyin. Size diyorduk ya, böyle rejimler önce umudu ve neşeyi öldürür, işe oralardan başlar. Sakın ha. Ne umutsuzluğa ne mutsuzluğa ne de ‘nefret’e hakkınız var.
Nefret ettiğinizi düşündüklerinizin dahi, haklarını savunmalısınız ki emekler boşa gitmemiş olsun. Size benzemeyenleri anlamak zorundasınız. Koşullar üzerine düşünmek, kafa yormak zorundasınız. Marks ne diyordu, “Tarihi insan yapar ama verili koşullar içinde”, değil mi? Her birimiz şu ana dek yaşadığımız toplumsallığın ürünüyüz.
Hiç kimse anasının karnından ahlaksız çıkmaz. Her şey, öğrenilir. Öyle aptal insan filan da yoktur pek. Koşullarımız vardır. Sınıfsal aidiyetlerimiz. Hiç kimseyi hor görmeden, hiç kimseyi küçümsemeden inatla ve inatla, ‘eşit’ olmak için çaba harcamalıyız. Yoksul halkın vergileriyle okuyan yurttaşlar olarak, nefret gibi bir lüksünüz, lüksümüz yok. Olmamalı. Sakın. Bakın şu ‘yoksulluk’ üzerine boşuna vurgu yapmıyorum. Yüzlerce akademisyenin atılmasının en vahim yanı ne biliyor musunuz? Kamu kaynaklarının, yetişmiş insanın heba edilmesi. Yazık. Yapılan kötülük yalnızca akademisyene değil, memleket kaynağına. Çok yazık. Ama anlatması zor gerçekten, soğan patatesle, yetişmiş insana aynı muameleyi yapmaktan çekinmeyen zihniyete. Hoyratlığa. Kamu, kendi kaynaklarının zayi edilmesine alkış tutuyor. Daha kötü ne gelebilir bir toplumun başına?
Bugünler geçtiğinde ve kim bilir belki de bir başka kötülük, farklı araç ve isimlerle, yeniden başladığında, hepimiz, bu kez ona karşı çıkacak gücü, kararlılığı kendimizde bulabilmeliyiz. Varılacak yeri boşverin sevgili öğrenci arkadaşlar, yolculuğun kendisini, güzel ve haysiyetle yaşayalım.
Zamanı verimli kullanalım, örneğin. ‘Okuma grupları’ başka pek çok barışçıl eylemin yanında böyle dönemlerde yapılabilecek en iyi işlerden biri olabilir. Benden söylemesi. Mücadele etmeniz gereken, yerleşik doğrular, zihniyetler olmalı; kapıda soğuktan titreyen gariban emekçi özel güvenlikçiler değil. Kavramamız gereken, Tanıl Bora kitabının başlığındaki ‘Cereyanlar’ olmalı.
İdeolojilerden elbette bağımsız olmayan ama o ideolojilerce biçimlendirilmiş ortalama insanı bir biçimde ‘kesen’, insan fıtratı diye bir şey var şu hayatta. Sakın unutmayın. Hiçbir grup, hiçbir seçmen topluluğu, hiçbir ‘kamp’, tümüyle bir örnek insanlardan oluşmaz. Atıldıktan sonra, her kesimden destek geliyor bizlere. Tabii terminoloji farklı ve bu da güzel bir şey. Biri dayanışma duygularını iletirken, diğeri helallik istiyor, örneğin. Öf, işte insanı da bunlar kötü ediyor zaten…
Daha çok yazılır yapılanların siyasi ve diğer anlamları üzerine, ben de yazarım; ama bu yazıyı da bir yerde bitirmek gerek.
Bir iki söz sayın rektöre olsun, sonra da başlığa gelelim.
Bizi tanırsınız. Biz de sizi tanırız. Nusret Aras’ın yardımcısıyken Anıtkabir’den çıkmadığınız günlerden bugüne, gayet iyi tanırız.
Bu işin siyasal sorumlusu siz değilsiniz; kuşkusuz siyasi irade. Zaten topu YÖK’le o kadar çok birbirinize atıp durdunuz ki sonunda sırtınızı yasladığınız ya da yasladığınızı düşündüğünüz ‘irade’, açıklama yaptı ve tasfiyeye sahip çıktı. Bedel ödeyeceğimizi vs. söyledi. Peki. Ancak biliyoruz ki aynen 12 Eylül’de olduğu gibi, listeler sizler tarafından hazırlanıp gönderiliyor. O zaman sıkıyönetim komutanlarına gidiyordu, şimdi YÖK’e gidiyor. Yıl olmuş 2017, askerler atacak değil ya, kuşkusuz siviller yapacak bu işi. Sonuçta askeri vesayet sona erdi!
Son yıllarda ayak üstü sohbet ettiğim kimi siyasetçilerden edindiğim izlenim şu oldu: CHP’liler sizi CHP’li sanıyor! Kabul etmek gerek, önemli bir başarı ve meziyet bu. Nitekim, özellikle ilk seçimde SBF’den de çokça ‘sol/sosyalist’ oyu almayı başarmıştınız. Ancak şimdi öyle bir iş ki yaptığınız, üniversiteyi ve özellikle iki fakültesini neredeyse dümdüz ettiniz. İLEF’in yarısı, DTCF, eğitim, tıp ve tabii uzun süredir bilinçli olarak hedef gösterilen Mülkiye. Belli ki Harbiye ve Tıbbiye’den sonra sıra bize gelmişti. Zaten sizinkiler söylüyor sürekli, bunun iki asırlık bir hesaplaşma olduğunu.
Fakat sanırım hiç kimsenin gıkını çıkarmayacağını düşündünüz. Bugünlerin hiç geçmeyeceğini. Her hukuksuzluğun ilanihaye süreceğini düşündüğünüz gibi. 1859’da kurulmuş ve halihazırda görev yapan binlerce bürokratın mezun olduğu okulumuzla dalga geçebileceğinizi. Üç beş dalkavuğunuzu Mülkiye’nin kendisi zannettiniz, muhtemelen. Peki.
Kişisel olarak, iri laflar eden ve lüzumundan fazla büyük adımlar atan insanlardan hep tedirgin oldum. Sizdeki bu cesaretin ve heyecanın nedenleri bir süre sonra mutlaka anlaşılır. Zamana güvenmek, sabırlı olmak gerek. Kuşkusuz, şimdiden Türkiye üniversite tarihindeki yerinizi aldınız ama. Kutlarız…
Unutmayın, bizler, akademisyen arkadaşlarımız, dokuz metrekarelik, 13 metrekarelik, 15 metrekarelik tevazu sahibi odalarımızdan, bilerek ve isteyerek hiçbir öğrenciye adaletsizlik yapmadan ve işini iyi yapmaya çabalayarak geçirdiğimiz yılların ardından, başımız dik, huzurla çıkıyoruz. Bilin.
Ve son olarak, sizin ve çevrenizdeki o geçici halenin hiç ama hiç anlamayacağı, gülüp geçeceği bir şey söylemek isterim:
Perşembe günü düzenlediğimiz Yavuz Sabuncu Anayasa Sempozyumu’nda, ilk konuşmayı yapan ve yaptığı gün istifasını veren anabilim dalı başkanımız sevgili Ayhan Yalçınkaya hocam, Mülkiyeli şair Ece Ayhan’ın şiiriyle başlattı, o muhteşem ‘cüppe’ seremonisini: ‘Karşındakinin adam olup olmadığını âşıkken değil ayrılırken anlarsın.’
Beni, yüzlerce öğrencimiz ve sevgili meslektaşlarımızın, okul personelimizin yanısıra, yemekhane işçilerimiz, garsonlarımız Nurcan, Nursel, Üzeyir ve neredeyse çeyrek asırdır çayını kahvesini içtiğim Osman abi, uğurladı. Sarılarak ve helallik isteyerek.
Anlamadınız değil mi?
Eh…
Öneri: SBF Tiyatro Topluluğu’nun hocalarına muhteşem armağanını buraya bırakıyorum. https://www.youtube.com/watch?v=ygHNcWW6HEc Ben de çok âşıktım gençken, Cyrano’ya…