
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Bizde kendisini ‘devlet‘ olarak konumlayan kişilerin, kesimlerin en sevdiği taktiklerden biri, kaçınmak istedikleri konuları ‘siyaset üstü‘ ilan etmek. Gerçi deprem sonrası yaşanan keşmekeş de aynı şekilde örtülmeye çalışılınca işin biraz suyu çıkarılmış oldu, fakat önümüzdeki yeni rezaletlerde bu sözü duymaya devam edersek şaşırmayacağım.
Türkiye’nin ‘siyaset üstü‘ konularının en başında uzun süre dış politika geldi. Politikacıların arasındaki çekişmelerinin kayıkçı kavgasına indirgendiği, ağır konuların ise devlet politikası olarak süreklilik içinde yürütülmesi gerektiğinin altının çizildiği bir anlayış hâkim oldu.
Mesela Kıbrıs gibi milli bir sorun farklı siyasi pozisyonların kendilerine göre ele alabileceği bir konu olamazdı. Devlet tarafından -o her kimse- tespit edilen çizgi, iktidarda kim olursa olsun titizlikle takip edilmeliydi. Beka kaygısı her şeyin üstünde ağırlığa sahip olduğundan bu konudaki farklı görüşler tümden ihanet kategorisine girerdi. Bundan dolayı Türkiye’de siyasetten ekonomiye birçok alanda temel belirleyeci bir gündem maddesi on yıllar boyunca ‘terörle mücadele‘ kapsamında karambole gitti.
Dış politikadaki önemli gelişmelerin siyasetçiler tarafından iç tüketim için kullanıldığına şahit olmadık değil. Yetmişlerde Ecevit’in Kıbrıs harekâtını kullanarak seçimden tek başına iktidar çıkma planı, karşısındaki sağ blok tarafından güç bela engellendi. Daha sonraki yıllarda AB üyeliğine ilişkin gündemin de önce Tansu Çiller daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin vitrini için bir süre kullanıldığını biliyoruz.
Bütün bunlara rağmen iç siyasetle, dış dünya arasındaki geçirgenlik uzun süre sınırlı kaldı. Son yıllardaki gelişmeler bu bakımdan yeni bir duruma işaret ediyor.
Erdoğan’ın Batı’yla -son yıllarda- yaşadığı uyumsuzluğu iç kamuoyuna tüm dünyaya meydan okuyan, dik durup eğilmeyen lider gibi yansıttığını biliyoruz. Her ne kadar kendisi 20 küsur yıl önce daha siyaset yasağı kalkmadan Batı dünyasının lideri ABD’de üst düzey kabul görmüş, oradan aldığı güçle siyasi kariyerinde belli engelleri aşabilmiş olsa da, bugünkü koşullar farklı. Kritik bir seçime gidilirken ve bu defa Erdoğan ABD lideriyle istediği pozu bir türlü veremezken muhalefetin adayı Kılıçdaroğlu Batı’nın rüzgarını arkasına almışa benziyor.
Öte yandan iktidar kanadında Batı dünyası tamamen gözden çıkarılmış değil.
Yeni ekonomi modeliyle piyasa ekonomisine olduğu kadar iktisat bilimine de tepkisel bir program uygulayan iktidarda seçimden sonra akla, mantığa geri dönüş sinyalleri veriliyor. Piyasaların pek sevdiği Mehmet Şimşek’in ismi gelecek dönemde ekonominin yeni patronu olarak kulaklara fısıldanırken, yeniden bir 180 derece dönüş için göz kırpılıyor.
Üst düzey bir savunma sanayii bürokratı ise “S-400’lere ihtiyacımız yok” diyerek Amerika ile aramızdaki en büyük sorunlardan birisinde geri adım atılabileceğinin sinyalini veriyor. Oysa Türkiye’nin S-400 alımları gerekçelendirilirken hava savunma sisteminin acil ihtiyaç olduğu, Patriot’lar konusunda Obama yönetimi ayak sürüdüğü için Rusya’dan satın alım yapıldığı söylenmişti. Neden alındığı, nasıl kullanılacağı hala muamma olan bu sistemin tedarikine ilişkin tartışmayı bugün de sadece Silahlı Kuvvetler’in ihtiyaçları üzerinden yapamıyoruz. Böylesine kritik bir kararın iktidarın kendi iç gündemiyle ilgili gerekçelerle yapılmış olması da muhtemel. Dolayısıyla S-400’lerin kenara koyulması da iktidarın yönünü Batı’ya dönmesinin bir uzantısı olarak kurgulanabiliyor.
Erdoğan yönetiminin dış politikasının son yıllardaki en dikkat çekici yönü Batı’yla ilişkilerden çok Putin Rusya’sıyla karmaşık yakınlaşması. Bir dönem savaşın eşiğine gelen iki ülke son yıllarda birçok konuda ilginç bir denge tutturdu. Üstelik bu yeni işbirliği zemini bir dizi çatışma alanına rağmen kuruluyor.
Ankara ile Moskova’nın Suriye’de, Kafkaslarda, Karadeniz’de ve hatta Ukrayna’daki anlaşmazlıklarda pozisyonları örtüşmüyor. En son Dışişleri Bakanlığı’nın Kırım’ın ilhakının kabul edilemeyeceğine dair açıklaması bunun altını çiziyor.
Öte yandan sadece dış politika öncelikleriyle açıklanamayacak bazı gelişmeler yaşanıyor. Bunların arasında Rusya’nın, Türkiye’ye doğalgaz satışından doğan alacaklarını seçim sonrasına ötelemesi var. Bunun iki ülke arasındaki ticari ilişkiler kapsamında açıklanabilmesi mümkün değil ancak Putin’in yaklaşan seçimler öncesi mevcut iktidara açık bir desteği olarak algılanacağı çok açık.
Yine buna benzer bir destek için Putin, Suriye’deki açmazda Erdoğan’ın elini rahatlatacak bir formülü bir süredir zorluyor. Rus lider, geçen hafta Esad’ın Moskova ziyaretinde bu açılım için Suriye yönetimini ikna etmeye çalıştı fakat şimdilik başaramadı. Eğer hedeflenen gerçekleşseydi, Türkiye, Rusya, İran ve Suriye’nin katılacağı bir dörtlü zirveyle belki meseleye nihai bir çözüm bulunmayacaktı ancak seçim öncesi iktidarın kullanabileceği bazı ilerlemeler sağlanabilecekti. Bunların başında seçmenlerin gündeminde ana meseleler arasındaki sığınmacılara ilişkin adım atılması beklenirdi. Yine Erdoğan’ın uzun süredir dile getirdiği sınırlı bir harekât da mümkün olabilirdi.
Putin’in seçim öncesi vermek için pek hevesli olduğu bu hediye yine aynı gerekçeyle şimdilik Esad’dan yeşil ışık alamıyor. Mevcut olumsuz koşullardan dolayı Erdoğan’ı suçlayan Suriye lideri, belki de seçim sonrası yeni iktidarla işleri yoluna koyabileceğini düşünüyor.
Durum her neyse Türkiye’nin bu koşullarda alelacele Şam’la bir uzlaşma araması, sadece dış politika değişkenleriyle açıklanabilir değil. Uzlaşmanın arkasındaki aktör Rusya geçen seneden bu yana ciddi biçimde güç kaybetti. Daha önce yaptığı gibi İdlib’de ve TSK kontrolündeki diğer sahalarda baskı yaratarak canımızı sıkması mümkün değil. İran’daki iktidar ise Batı tarafından artan izolasyonuna ek olarak içeride de meşruiyet erozyonuna uğramış durumda. Zaten Türkiye, Azerbaycan’la yaşanan gerginlikte net bir pozisyon alarak İran’dan çekinmediğini de yakın zaman önce gösterdi.
Esad ise iç savaştan ayakta çıktı ama çok zayıfladı. Ekonomik kriz ve siyasi buhranın üstesinden kolaylıkla gelebilecek gibi görünmüyor. Ülkesinin toprak bütünlüğü kalıcı olarak yaralanmış olabilir.
Koşullar böyleyken Ankara’nın bugüne kadar yanaşmadığı bir uzlaşma için hemen şimdi böylesine hevesli olması herhalde daha çok iç politikayla, seçimle alakalı. Elbette bu plan gerçekleşseydi, Suriye’nin statüsüne ilişkin nihai bir uzlaşma anlamına gelmeyecekti ama iç politikayla dış politikanın sınırlarının muğlaklaştığı, önceliklerin birbirinin içine geçtiği bir durumla karşılaştığımız apaçık.
Halkın günlük hayatını etkileyen en temel meseleleri bile ‘siyaset üstü‘ ilan etme refleksi geliştirmiş bir yönetim anlayışının, diğer yanda en teknik, yapısal olarak en istikrarla yürütülen dış politika gibi bir alanı bile küresel rekabete açtığını görüyoruz. Depremin, ekonomik krizin ‘siyaset üstü‘leştiği bir ortamda önümüzdeki seçime bir dizi dış aktörün çeşitli biçimlerde müdahil olduğunu görüyoruz.
Günün sonunda siyasetin alanının genişlemesinden demokratlar olarak mutlu olmamız gerekir. Öte yandan genleşen bu alan bölgedeki yabancı aktörlere ait olup Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak biz aynı cenderenin içinde kalmaya devam ediyoruz.
Suriye’yle bir anlaşma olacaksa veya Silahlı Kuvvetler’in ihtiyaç duyduğu hava savunma sistemleri satın alınacaksa konuya ilişkin parametreler dikkate alınarak bu kararlar verilmeli. Seçimler Türkiye’nin iç meselesi; burada dış aktörlerin at oynatması can sıkıcı olabiliyor. Yok, dış politikaya ‘siyaset üstü‘ demeyeceğim ama iç siyasetteki rekabetin dış aktörlerin de katılımına açılması da biraz fazla sanki.