ANIL CAN TUNCER
@tunceranil
İktisatçı İzzettin Önder, ekonomi yönetimi tarafından söylenildiğinin aksine Türkiye’nin sıcak parayı elinin tersiyle itmediğini hatta uzun vadede buna daha güçlü davetiye çıkaracak bir duruma düştüğünü söyledi.
Önder, ‘“Avrupa pazarlarına daha yakın olmamız Çin’in yerini alabileceğimiz anlamına gelmez” dedi.
Türkiye’de yoksulluk derinleşiyor. ‘Faiz sebep enflasyon sonuçtur’ anlayışıyla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ısrarla savunduğu faiz indirimleri sonrası Türk Lirası’ndaki değer kaybı büyüyor. Merkez Bankası’nın piyasaya müdahaleleri de buna engel olamıyor. Bu durum alım gücünü önemli ölçüde düşürüyor.
Kamuoyunda artık inandırıcılığını yitiren TÜİK’e göre yıllık enflasyon yüzde 21,31. Ancak bağımsız sosyal bilimcilerden oluşan ENAG’a göre yüzde 58,65.
Geçen aylarda görevden alınan eski Merkez Bankası başkan yardımcısı Semih Tümen, gelecek dönemde enflasyonda üç hanenin görülebileceğini söylüyor.
İstanbul’da herhangi bir Halk Ekmek büfesinden ucuz ekmek almak için metrelerce kuyruk oluşturan insanların görüntüsü aslında gerçek enflasyonu ve ekonomik durumu bütün sadeliğiyle gösteriyor.
Ancak “Ekonominin kitabını yazdık” diyen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a göre işler yolunda. Artık Türkiye’ye sıcak para girişi istemediklerini söyleyen Erdoğan, ortaya attığı ‘Çin modeli’nin olumlu sonuçlarının önümüzdeki süreçte alınacağının altını çiziyor.
Ancak yoksullaşma durmuyor.
İktidarın ‘yeni ekonomik model’ söylemleriyle birlikte, gelir dağılımındaki adaletsizliği ve bu bağlamda asgari ücret tartışmalarını maliye profesörü İzzettin Önder’e sorduk.
Servet dağılımındaki adaletsizlik artıyor
Ekonomist Thomas Piketty’nin kurduğu Paris merkezli Inequality Lab tarafından paylaşılan Dünya Eşitsizlik Raporu’nun 2021 sonuçlarına göre en tepedeki yüzde 1, 1990’ların ortasından bu yana biriken tüm ek servetin yüzde 38’ini, en alttaki yüzde 50 ise bu birikimin sadece yüzde 2’sini aldı. Bugün küresel eşitsizlik, batı emperyalizminin zirvede olduğu dönemle aynı seviyede.
Rapora göre Türkiye’de gelir eşitsizliği son 15 yılda artmaya devam etti ve son üç yıldaki ekonomik yavaşlama tüm nüfus gruplarının gelirlerini azalttı. Türkiye’de bir yetişkinin yıllık ortalama kazancı 85 bin TL.
Buna karşılık en yoksul yüzde 50’nin ortalama geliri yıllık 20,260 TL iken en zengin yüzde 10 bunun 23 katı kadar yani 463,020 TL kazanıyor. En zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken, en yoksul yüzde 50’nin payı sadece yüzde 12.
Rapor, son 25 yılda ulusal serveti iki katına çıkan Türkiye’de servetin dağılımdaki eşitsizliğin derinleştiğini söylüyor.
Bu verileri nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’de iktidar “Ekonomimiz büyüyor” diyor ancak bu neden halka yansımıyor? Türkiye ekonomisi büyüdüyse bu para nereye gitti?
Piketty’nin Paris merkezli Inequality Lab çalışmasında son derece güzel tespitler var. Durumun bu denli vahim olduğunu ortaya koymak güzel, ancak meselenin bu boyutu bize sadece data (veri) sunmakta olup asıl iş bundan sonra başlamaktadır, o da şudur: Bu nasıl bir mekanizma ki, yaratılan serveti bu denli adaletsiz dağıtmakta ‘başarılı’ olmaktadır. Mekanizmanın işleyişini açıkladıktan sonra, başarılı sözcüğünün de anlamını ortaya koyacağım. Şu halde, önce mekanizmayı ve işleyişini görelim.
‘Yeni piyasalar açıldı’
1970’lerin ortalarından itibaren başlayıp 1980’lerde güçlenerek hızlanan finansal sermaye, geçmişin üretici sermayesinin yerini alarak tüm yerküreyi sarmaya başladı. Yeni liberalizm ya da neoliberalizm olarak anılan düzenin can simidi olarak gelişen ve büyüyen finansal sermaye, üretici kesimde kâr oranlarının gerilemesiyle, şirketlerin dağıttığı temettü (ortakların kâr payı) paylarının yeniden üretici yatırımlarına değil de, yüksek kâr peşinde koşarak, finansal alana kaymasıyla oluştu. Böylece oluşan fonlar, sıkışan kâr oranlarına yeni piyasa açma işleviyle de yükümlüydüler.
‘Serseri para’
Bu fonlar gelişmiş ve üretici yatırıma değil de, farklı ülkelerde yüksek getiri ararcasına finansal alana kayarak, 1980’lerin sonlarına ve 1990’ların başlarından itibaren Batı dünyasında ‘serseri para’ olarak anılan para bolluğu yarattı. Devlet borçları ve gelişmekte olan ekonomilerde hane halkı borçlanmalarına katkı yapmaya başladılar. Böylece, piyasaları zamansal genişleterek, yani insanların gelecekteki gelirlerine karşılık borç vererek, şimdiki zamanda ortalama satın alma gücünü yükselterek, satışların artması ve kâr gerilemelerinin durdurulmasına çalışıldı. Ondan dolayı, Batı ekonomilerinde ve bizler gibi bazı gelişmekte olan ekonomilerde her alanda borçluluk yükseldi, ekonomi yazımında buna ‘Keynesyen Borçluluk’ adı verildi. Bunun anlamı şudur ki, Keynes ikinci paylaşım savaşı ertesi oluşan yeniden yapılanmada devlete harcama artışı yaparak ekonomileri canlandırma reçetesi vermişti. Neoliberalizmdeyse, bu kez de finansal kuruluşlar aracılığı ile halkın harcama potansiyelini yükselterek piyasaları canlı tutmaya çalıştılar ve çalışmaktalar. Bu sürece yan bilgi olarak küreselleşmeyi de koyabiliriz. Bilindiği üzere, küreselleşme de mekânsal olarak piyasaların genişletilmesi demektir. Böylece, küreselleşme mekânsal olarak, finanslaşma ise zamansal olarak piyasaların genişletilmesi işlevine soyunduruldular. Doğal olarak, finansallaşma küreselleşmeyi destekler işlev gördü. Şöyle ki, farklı ülkelere yayılan satış faaliyetlerinin işlevsel olabilmesi, insanların satın alma gücüne bağlı olduğundan, sıkışan satın alma gücünün imdadına finansallaşma yetişti.
Bu sürecin örtülü sömürücü boyutu da vardır. Şöyle ki, finansallaşmanın henüz yaygınlaşmadığı dönemlerde merkez ekonomiler çevresel ekonomilere ürün satarak piyasalarını genişletip kârlarını yükseltirken, bu dönemde doğrudan para satarak, merkezin düşük faizi karşısında gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek faizi kâr olarak merkeze taşımaya başladılar. Türkiye’de finans kuruluşlarının serbest faaliyetine izin veren ünlü 32 sayılı kararname serbestisiyle Türkiye finansal oyuncuların hücumuna uğradı, birçok bankalarda ortaklıklar, hatta ismi değiştirilmeden olduğu gibi firma yabancılaştırıldı.
Merkez ekonomilerde kâr oranlarının gerilemesi finansal kaynakların çevresel ekonomilerde ağırlıklı olarak tüketime yönelmesine yol açtı. Bu sürecin altında finansal kaynakların merkez üretime çevresel alanlarda piyasa oluşturma, fakat üretimde rekabet potansiyeli yaratmama örtülü amacı yatmaktadır. Dikkat edilirse, Türkiye’de de finansal sermaye ya borç vermede ya da genellikle alt yapı hizmetlerinde kullanıldı. Altyapı hizmetleri esnasında, ekonomiye para enjekte edilmiş olduğundan tüketici talebini kabartır, fakat bu tür hizmetler Batı üretimine rakip olmaya aday değildir. Devletin bol para kaynaklarını neden üretici yatırımda değil de, uzun vadeli alt yapıya yatırdığının altında bu tür yönlendirmelerin olduğu düşünülebilir. Bu konuda kesin kanı koyabilmek, ülkelerarası görüşmelere ve imzalanan protokollere vakıf olmayı gerektirir.
‘Üretimi büyütmeden büyüyen her parasal kaynak hırsızlıktır’
Finans sermayesi üretici olmadan tüketici alanda ağırlıklı olarak etkili olur. Hal böyle olunca, bankaya elini kaptıran kolunu kurtaramaz misali, finansal yükümlülük kartopu gibi giderek büyürken, üretimi aynı hızda büyütmeyen bir parazittir. Bu durumda, üretimi büyütmeden büyüyen her parasal kaynak hırsızlıktır. Bu nedenle, örneğin Bitcoin vs de aynı durumdadır. Şimdi, yukarıdaki ‘Geliri adaletsiz dağıtmada başarılı olmaktadır’ ifadesi şu anda karşımıza çıktı; eğer finansal işlemlerle birileri zengin oluyorsa, birilerinin fakir olması gerekir, çünkü yükselen zenginlik aynı miktarda mal miktarını yansıtmamaktadır. Bundan dolayıdır ki, finansal işlemlerle uğraşanlar, isabetli karar vb gibi kurallar çerçevesinde genellikle zengin olurlar ve genel halk tarafından sömürücü olarak görülürler. Bundan dolayıdır ki, finansal işlemlere ağırlık veren toplumlarda gelir dağılımı hızla bozulur ve özellikle gelişmekte olan ekonomilerde fiyat artışı gündemden düşmez. Özellikle gelişmekte ekonomilerde bu durum cereyan eder, çünkü gelişmiş ekonomilerin derdi zaten ürün bolluğu olup bu bolluğa piyasa yaratmaktır. Piketty çalışmasında tüm ülkeler alındığı için, hangi ülkede gelir dağılımının daha şiddetli bozulduğu ve hangi ülkede fiyatların nasıl seyretmiş olduğunu bilemiyoruz. Ben raporu görmedim, muhtemelen raporda bu detaylar da vardır. Yine muhtemelen, ileri ülkelerde de gelir dağılımı bozulmuş olmakla beraber, bozulmanın şiddeti gelişmekte olan ülkelerdeki kadar olmamıştır ve fiyat yükselişi de gelişmekte olan ülkelerdekinden daha düşük seyretmiştir. Genel bilgilerin bu şekilde olduğu kanısındayım.
Bazı iktisatçılar, büyüme rakamlarına bakarak Türkiye’nin klasik anlamda bir kriz yaşamadığını belirtiyor. Siz Türkiye’nin yaşadığını durumu nasıl adlandırıyorsunuz? Yaşadığımız dönem 2001 krizine benziyor mu?
Bu konuyu Türkiye ekonomisi özelinde yorumlarsak, durum şöyle özetlenebilir. Yukarıda sözünü ettiğim üzere, (Turgut) Özal politikaları ile başlayan finansal işgal Türkiye’de gelir dağılımını bozmuştur. Bu paranın bir bölümü yurt dışına kâr transferi olarak aktarılmış, bir kısmı da içeride bazı ailelerin servetini kabartmıştır. Finansal işlemlerle Türkiye’nin yurt içi geliri büyür. Bunun anlamı şudur, bir ülke sınırları içinde (yurt içi) tüm faaliyetlerden elde edilen kârlar yurt içi gelirini oluşturur. Finansal gelirlerden elde edilen kârlar ilk aşamada Türkiye’nin yurt içi gelirini yükseltirken, yurt dışına kar transferi yapıldığında, örneğin bir bankanın elde ettiği kârlar merkez ülkeye transfer edildiğinde, gelir Türkiye’nin ulusal gelirini değil, transfer edilen ülkenin ulusal gelirini oluşturur. Yurt içi gelir kavramı neoliberal politikalarla küreselleşmenin nasıl bir sömürü aracı olduğunu gizlemede kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Evet, rakamlara göre Türkiye büyüyor, ama finansal işlemler ve finansın zorladığı yoğun emek sömürüsü ve yükselen fiyatların oluşturduğu fakirlik gelir dağılımını şiddetle bozmaktadır. Ancak, bir yandan finansal gelirlerin yurt içi gelir olarak hesaba katılması, diğer yandan da yoğun emek sömürüsüne karşı bazı firmaların, özellikle de bazı ihracatçı firmaların karları gelir dağılımının hızla bozulmasına yol açarken, yurt içi geliri yüksek göstererek, iki dönem üst üste ekonomik küçülme yaşanan durumda kriz vaki olur görüşünün oluşumunu engellemektedir. Ne var ki, kanaatimce, bu görüş aritmetik ortalamaya dayanır, insanların büyük çoğunluğu yoksullaşırken ve giderek yoksullaşma eğilimi yaşanırken, kriz vardır, hatta ileride daha da derinleşme olasılığı mevcuttur diye düşünmek duruma daha uygun olur.
Peki, bu kriz 2001’dekine benziyor mu?
Bu kriz, 2001 krizine benzemiyor. Şöyle ki, 2001 krizi yanlış politika krizi idi. IMF 2000 programını yaparken Türk Lirası’nı ABD dolarına bağlı olarak, ancak üç ya da altı ayda bir ayarlama yapılacağı kuralını koydu. Yani, ancak belirli sürelerde değişen sabit kur politikasını uygulamaya soktu. Bu yanlıştı; şöyle ki, verimsiz bir ekonominin parası verimli bir ekonominin parası ile sabitlenirse sekiz ila 15 ay gibi bir sürede cari kriz ortaya çıkar diye bir kural olduğunu biliyorduk. Bu kuralı IMF yetkilileri ya da Türk yetkilileri bilmiyor mu? Ya da bir zorlama mı vardı? Bunu bilemem. Fakat bu durum çok açık idi. 2001 yılında kriz olunca Derviş’in yaptığı tek ayar, yarı sabit kur rejiminden piyasaya bırakılmış değişken kur sistemine geçmek oldu. Yunanistan’ın yaşadığı son kriz de aynı sebeptendi. Bundan dolayı, dönemin Yunan Maliye Bakanı Varufakis AB’den çıkılmasını ya da Euro sisteminden çıkılmasını önderdi, fakat Almanya buna karşı çıkınca bu durum gerçekleşmedi, Almanya bizzat devlet bütçesinden kaynak ayırarak Yunanistan’ı düzlüğe çıkarmaya çalıştı.
‘Her durumda finans çevreleri karlı çıkıyor’
İktidar, özellikle de Erdoğan, ‘Faiz sebeptir, enflasyon neticedir’ şiarıyla politika faizlerini düşürmeye devam ediyor. Ancak denklem tutmuyor. Siz bu politikayı neye bağlıyorsunuz? Bu politikanın iktisat teorisinde bir temeli var mı?
Erdoğan’ın görüşü olan faiz-enflasyon ilişkisi çok yanlış değildir. Şöyle ki, faiz de üretime giren, emek, müteşebbis ve doğa unsurları gibi bir üretim faktörüdür. Böyle olunca, doğal olarak her birinde oluşan fiyat artışı, piyasa koşuluna göre nihai fiyatları etkiler. Ancak, bu durum tek amil olmadığı gibi, basit halk düşüncesiyle sadece bankadan alınan kredilerin faizi varmış gibi düşünmek de yanlıştır. Çünkü bir iş insanı bankadan hiç kredi almayıp kendi parasını yatırdığında da onun bir faiz hesabı vardır. Şöyle ki, bu insan işin getirisini piyasa faiz haddine göre değerlendirir, eğer getiri faizin altında olursa böyle bir işe girmez, parasını doğrudan faizde değerlendirir. Buna iktisatta alternatif maliyet adı verilir. Bu tür açıklamayı böyle bir siyasiden beklemek, Marilyn Monroe’yu yaşama döndürmek kadar hayal olur! İyimser bir düşünceyle, Erdoğan’ın Türkiye’yi sıcak para bağımlılığından kurtarmaya çalıştığı ileri sürülebilir. Böyle bir girişim yanlış da olmaz. Yalnız; 1) 20 yıldır bu politikayı, hatta yükselterek sürdüren bir siyasiden böyle bir çıkış beklenemez, niyet olsaydı çok önceleri işe girilirdi; 2) Böyle bir politika kapitalist ve emperyalist bir sistemde bıçakla kesilmiş gibi uygulamaya konamaz, çünkü dünya finans sektörü ülkeye ambargo koyar ve moratoryum, yani iflas gündeme gelebilir. Tabii, ülkeler iflas etmez, ama ekonomik ve siyasi fatura çok ağır olur. O nedenle, Erdoğan bu işi böyle ulvi bir gaye ile değil, fakat biraz tabana taviz vermek, belki de yükselen fiyatlar ve fakirlik karşısında oldukça yüksek asgari ücret vs gibi düzenlemelerle ve bazı vaatlerle baskın seçim düşünülebilir. İşin başka boyutu da şu olabilir. Türkiye bu kadar borca battıktan ve işler sarpa sarmaya başladıktan sonra finans çevreleri ‘Türkiye’nin risk primi (CDR) büyüdü’ bahanesiyle ayak diremişlerdir (nitekim, bu oldu) ve yüksek faiz talep etmişlerdir. Hesapları da şöyle olabilir: Türkiye faizi yükseltirse kazanırız, yükseltmez, ya da siyasi liderin bilinen tepkisi ile düşürürse, bu kez de stok değerleri düşen kuruluşlarını ele geçiririz. Kısacası her iki durumda da finans çevreleri karlı olmaktadır. O nedenle, bu program belki de dayatılmış bir uygulamadır. Bilemeyiz. Bakalım, göreceğiz!
‘Sıcak paraya daha güçlü davetiye’
İddia edildiği üzere Türkiye bu politika ile sıcak parayı ve faiz lobisini elinin tersi ile itmemiştir, hatta uzun vadede bugünkünden daha güçlü davetiye çıkaracak duruma düşmüştür. Bu politikalarla emeğin çok ucuzlamış olması ve Avrupa pazarlarına Çin’den daha yakın olmamız Çin’in yerini alabileceğimiz anlamına gelmez. Çin oldukça gelişmiş, günümüzde mıknatıs sistemi ile ultra hızlı tren sistemini yapabilen ve ileri teknoloji aşamasına geçmiş bir ekonomidir. Türkiye ise, birinci sanayi ürünü olan arabasını dahi yapamamıştır. Tekstil, seramik, tarım ürünleri ve bazı basit makine parçaları ihracatı yapabilen Türkiye’nin ihracat paketinde teknoloji yoğun ürün oranı çok düşüktür. Bunun anlamı şudur ki, Türkiye devamlı aynı tempoda çalışarak aynı ürün paketini ithal edebilecek durumda değildir. Diğer taraftan, üretimin fiyatı üzerinde amil olan işçi maliyeti hesabında salt fiili ücret değil, onunla beraber emeğin kalitesi ve çalışma disiplini de önemlidir. Mao Devrimi’nden geçmiş olan Çin, ABD ve Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş ekonomilerle boy ölçüşecek düzeydedir. İşin bir başka yönü de, ihracatın önemli bölümünün ithal olması ve döviz fiyatına bağlı olmasıdır. Siyasi liderin bu tür sözleri çaresizlikle yapmış ya da kendisine dayatılmış politikayı halkın gözünde parlatma çabasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
‘Asgari ücret sermayenin istediği zeminde tartışılıyor’
Asgari ücrette tartışılan rakamlar ne olursa olsun, alım gücü açısından seviyenin geçen senelere göre korunamayacağı aşikar. Bu bağlamda asgari ücret tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu soruya yanıtı 11 Aralık’ta Evrensel gazetesine yazdığım köşede yanıt vermiştim: Asgari ücret konusu yanlış zeminde, tam da sermayenin istediği zeminde tartıştırılıyor. Emekçiler, emekleriyle üretmiyorlar mı? Bu sorunun yanıtı ‘Evet’ ise, alınan para, hak ediştir, ya da ’emeğin karşılığı’ olmalıdır. ‘Asgari’ sözcüğü ile ‘ücret’ sözcüğü yan yana getirilerek, adeta emek karşılığı ücret bir tür sosyal yardıma dönüştürülerek, veren ne verirse, alanın da bin bir şükürle bununla yetinmesi algılaması oluşturulmaktadır. Diğer bir deyişle, adeta, asgari ücret, maddi sermayede olduğu gibi, gelecek dönemde sermayeyi yenileyebilmeye yeterli ‘amortisman’ karşılığı benzeri duruma indirgenmeye çalışılmaktadır. Bu da şu demektir ki, emekçinin işe devam edebilmesi için sadece biyolojik olarak asgari düzeyde beslenmesi için (o da beslenebilirse!) ve diğer tüm ihtiyaçları dikkate alınmadan saptanan miktar yeterlidir. Bu mantığın değişmesi, bunun için de emekçilerin bu konuda fevkalade bilinçli olması gerekir. Bilindiği gibi, emek de adeta bir tür sermaye olarak algılanmakta ve maddi sermaye karşıtı olarak beşeri sermaye kavramı kullanılmaktadır. Kavramlar, algılama oluşturmada çok önemlidir.
‘Birileri el koydu’
Asgari ücret kapitalist sistemde sermaye yanlı bir kavramdır. Eğer emekçi üretiyor ve verimliliği de makul düzeyde seyrediyorsa, neden aynen sermaye ve müteşebbis gibi üretimden hakedişini almasın da, bir tür anlamsız pazarlıkla sermaye lehine oluşturulan ve adına asgari ücret denen ölmeme parasına çalıştırılsın ki? 1800’ler ve 1900’ların ilk yarısında sanayileşmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de püriten mantığı ile ölümüne çalıştırılan insanlar bir ekonomi yaratmışlardır, fakat yarattıkları değerlere birileri el koymuştur. Bu ülkelerde de verimliliğin oldukça yüksek olmasına rağmen, emekçiler hak ettikleri gelire kavuşmamışlardır.
‘Sermayeye yüksek kar marjı sağlama politikasıdır’
Asgari ücret devletin sermaye ile emekçiler arasına girerek, emekçileri ezdirmediği görüntüsü altında, sermayeye yüksek kâr marjı sağlama politikasıdır. Ücretleri ezdirmeme görüntüsü devlet aygıtının sistemi meşrulaştırma görevi ile ilgilidir. Şöyle ki, asgari ücretin mantığında, piyasaya bırakıldığında çok daha düşük ücret alma durumunda olan emekçilere devletin koruduğu mantığı hâkimdir. Böylece asgari ücret emekçiler nezdinde meşrulaştırılmış bir ücret sistemidir. Bu durum, emek üzerindeki yoğun sömürünün sorumluluğu sermayeden devlete geçerek, emekçiler üzerindeki baskı şiddetlenmiş olmaktadır.
Yoğun işsizliğin ücret üzerinde baskı kurması sömürücü sermaye yanlı bir görüştür. Sosyal devlet mantığında, devletin emekçileri sermayeye ezdirmeme politikasının omurgasını, hakediş ücreti ile işsizlik sigortası uygulamalarının farklı bir gelir kategorisi olarak ele alınması ve uygulaması oluşturur. Böylece, işsizliğin iş içindeki emeğin üzerindeki sömürücü baskısı kaldırılabilir. Ne var ki, sömürücü sermaye ile işbirliği içindeki devlet aygıtı, sosyal devlet mantığına değil, işsizliğin sömürüyü yükseltici politikalarına yönelerek, açıkça sermayenin sömürücü politikasına cevaz vermektedir.
Bu durum, resmin diğer yanını, yani sermayeye aşırı kâr sağlama ve kişisel servet yığma alanı açma politikasını yansıtır. Bu cephede devletin özel sermaye birikimine katkı yapma işlevi gündeme gelir. Ancak, emekçilerden sermaye kesimine aktarılan sömürü bölümünün gerçekten sermaye birikimine gidip gitmeyeceği, veri ekonomik koşullarda, sermaye sahibinin kararına kalmıştır. Bu durum sosyoekonomik açıdan iki önemli hata barındırmaktadır. Birincisi, emeğin ürettiği bölümün kaderi üzerinde söz hakkının emekten alınıp, sermayeye aktarılmasıdır. Böylece demokratik olarak nitelenen kapitalist toplumlarda emekten yapılan hırsızlık salt ekonomik değer üzerinde olmamakta, aynı zamanda karar hakkı üzerinde de yaşanmaktadır. İkincisi ise, emekten kopartılan artık değer teorik olarak toplumun malıdır ve toplumsal yarar doğrultusunda kullanılmak durumundadır. Oysa artık değere el koyan sermayedarlar bu değerleri istedikleri şekilde kullanmada serbesttir. Böyle bir yapılanmada demokrasiden söz edilemez.
‘Erdoğan başına ne geleceğini çok iyi biliyor’
Yukarıda değerlendirdiğimiz tüm gelişmelerle birlikte Türkiye’yi yakın dönemde neler bekliyor? Erken seçim gelir mi?
Türkiye’de seçim olabilir gibi gözükmüyor. Eğer FETÖ darbesi diye bir durum varsa, darbe kuralına göre, ya darbe yapanın ya da yapılanın başı gider. Bu durumda, FETÖ’nün başı gitmediği gibi, kanaatimce örgütün dokusu tüm toplumda dinsel ve ‘hizmet’ anlayışıyla AKP dokusundan daha derinde, adeta bir vücuttaki kanser dokusu gibi toplumda yaygındır. Hal böyle olunca, devlet aygıtından ayrıldığında, Erdoğan başına ne geleceğini çok iyi biliyor. Bu mesele sadece zenginleşme ya da sair hukuksuzluklarla ilgili olmanın da ötesindedir, bence.
‘AKP’nin gitmesi salt Türkiye’nin iradesinde değildir’
AKP’nin gitmesi ya da götürülmesi salt ve mutlak olarak Türkiye’nin iradesinde de değildir. Şu anda durum vahimdir, bu durumu biraz kurtarıp kullanmak üzere, ABD yardım elini uzatırsa, ne olur! Bu durumda halk biraz rahatlar ve yine AKP iş başına gelebilir ya da zaten çatışma ya da kısa terör dönemi oluşturularak iş başında kalır, fakat İran’ı kaşıma ya da ABD ve İsrail’in Ortadoğu’da başka emellerine şehit verme durumu ortaya çıkabilir. Kısacası, bu durumda, geçmiş zamanda olduğu gibi, seçim ve halkın oyu vb gibi kapitalist demokrasiye uygun kural ve uygulamalar, maalesef günümüz koşullarında ikinci sıraya gerilemiş bulunmaktadır. Bunun yaratılması da AKP’nin beka hırsı sonucudur!