
MURAT SEVİNÇ
Seçim/genel oy ilkesinden anladığıma, ‘oy’un stratejik niteliğine çok uygun bir fakülte anısı ile başlamak istiyorum:
Yıllar önce Mülkiye’de, bir hocanın asistanına eziyet ettiği, haksızlık yaptığı duyulmuştu. Okul içi yazışma platformunda tepki göstermiş ve asistanı hocasına, hukuk profesörüne karşı savunan mesajlar yazmaya başlamıştık.
Sevimsiz hukuk profesörü, insan, akademisyen ve hoca olarak berbat bir karakterdi. O esnada, emekli olmasına rağmen yazışma platformundaki tartışmayı takip eden bir hocamız şöyle bir mesaj yazdı: “Ben asistan arkadaşı tanımıyorum ve sorunun ne olduğunu bilmiyorum; ancak hocasını tanıyorum, bu yüzden asistanı destekliyorum.” Yerinde bir tavırdı.
İkinci yazıda, seçimi boykot edeceğini dile getirenlerin ileri sürdükleri
gerekçelerden ‘ilk ikisi’ üzerinde durmuştum.
Devam:
c.Şu koşullarda sandığa gitmenin, iktidarın eylemlerini meşrulaştırdığını
düşünenler.
Bu anlamlı bir kaygı. Muhalefete yönelik haklı eleştirilerden biri de,
olağandışı koşullarda ‘her şey normalmiş’ gibi davranmaları. Sanırım bunun iki nedeni var: İlki, anayasanın çoğu ilkesinin askıya alındığı koşullarda gerekli olan sıra dışı muhalefet etme yöntemlerini benimsemiyor oluşları. Millet ittifakının ortakları için siyaset, ‘seçim’ demek. Bu nedenle her seçimden sonra, bir sonraki seçimden söz etmeye başlıyorlar. CHP’nin Adalet Yürüyüşü, yıllardır tanık olunan tek ayrıksı siyaset yapma denemesiydi ve başarılı oldu. Muhtemelen bu yüzden devamı getirilmedi! İkinci neden ise belki de, normal bir seçimmiş gibi
davranmanın seçim stratejisi olarak benimsenmiş olması. Sürekli gerilim yaratan bir iktidar karşısında hareketsizliğin ve suskunluğun avantaj yaratacağını düşünüyorlar muhtemelen. İktidar seçmeninin bu sayede karar değiştireceğinden umutlular.
Muhalefetin belirgin bir stratejisi var mı, işe yarar mı, öngörmek pek mümkün değil. Bugüne dek yaptıklarının ‘yaramadığını’ görebiliyoruz yalnızca. Buna mukabil, ‘demokratik’ seçimin temel koşullarından mahrum böyle bir sürece seçim muamelesi yapıldığı andan itibaren, olası kayıp durumunda hukuksuzluktan şikâyet etmek de anlamsız hale geliyor. Ancak ‘ben bu oyunda yokum’ demek, bir başka ifadeyle ‘boykot,’ eğer örgütlüyse, milyonlarca seçmeni kapsarsa ve geleceğe yönelik vaat içeriyorsa anlamlı, etkili bir siyaset yapma biçimi olabilir. 24 Haziran’da boykottan yanaydım ve eğer muhalefet partileri bunu yapabilseydi, hiç olmazsa gündeme getirebilseydi, bana kalırsa her şey çok farklı olurdu. ‘Milli iradeci’ anlayışın hedefi yüzde 51’dir, yüzde 99 değil. Boykot tartışması geleceğe yönelik bir vaat, ‘yeni’ bir siyaset umudu da olacaktı. Kılıçdaroğlu, “Kazanacağımız seçimi neden boykot edelim?” dedi. Sonuç?
Örgütsüz boykot ise, dağa küsen fare misali. Dağın haberi olmadığı gibi, verilmeyen her oy iktidarın daha da palazlanmasına neden oluyor. Hâl böyleyken, oy vermeyi bir strateji olarak benimsemek bu yüzden de işlevsel. Sandığa stratejik kaygılarla giden insan adaletsizliklere meşruiyet tanımıyor, adaleti sağlayabileceğini düşündüklerine yönelip ‘omuz veriyor’ yalnızca. Hepsi bu.
ç. Sandık güvenliği endişesi nedeniyle, “Kazansak da kaybediyoruz zaten” diyenler.
Bu kaygı da son derece haklı ve deneyimle sabit. Diğer yandan, iktidarın
özellikle ülke nüfusunun neredeyse dörtte birinin yaşadığı, sermayenin yoğunlaştığı İstanbul’u kaybetme lüksü olmadığı da malum. Yine de seçimden önce kaybetmenin kimseye faydası yok sanırım! Ayrıca, eğer sonuç düşünüldüğü ölçüde ‘belli’ olsaydı, herhalde bu kadar hakarete maruz kalmaz, böylesi şuursuz ithamlarla karşılaşmazdık. Seçim sonuçlarını ‘garanti’ görse, sizce ilçe ilçe gezer miydi?! Sonuç olarak, kaybetmek için de, önce oy vermekte yarar var sanırım!
d. Seçimi, burjuva demokrasisinin hizmetinde ve onun sürmesini sağlayan bir
araç olarak gördükleri için reddedenler.
Söz konusu eleştiriye diğer yazılarda yanıt verdiğimi sanıyorum. Bu düşünce, solculuğun ergenlik yıllarında kalmalı. İlerleyen yaşlarda doğru değil. Her şey zamanında güzel. Bir Marksist hocamız, “Parasız sağlık hizmeti için mücadele ederken hasta olduğunda hastaneye gidip tedavi olmayacak mısın?!” derdi. Öyle ya…
e. Diğer şıkların kesişim kümelerinde yer alıp adayları beğenmeyenler. Kişisel ya da ideolojik gerekçelerle. Örneğin, ‘sağcı adayların karşısına yine sağcı aday çıkarılması.’ İslamcı müteahhidin karşısına muhalif görünümlü müteahhit çıkarmak gibi.
Aday isimleri önemli kuşkusuz, ancak daha önemli olan siyaset yapma
tarzının değiştirilmesi. Bir önceki yazıda altını çizmeye çalıştığım gibi, kadın adayların bu denli az olmasıdır sorun olan; erkek adayların adı sanı değil. İttifakın adayları, az sayıda istisna dışında genellikle heyecan yaratmayan isimler. Alper Taş, Tunç Soyer, Şerdil Dara Odabaşı gibi adlar, diğerlerinin yanında parlıyor haliyle.
Ancak yinelemek gerekirse, isimlerden çok ne söyledikleri konuşulmalı. Birikim Dergisi’nin son sayısında Ulaş Bayraktar’ın dikkat çektiği “mahalli müşterekler” konusunda neler yapılabileceği tartışması, asıl değerli olan. Yerel seçimde, yerelliğe dair hemen hiçbir şey konuşulmaması akıl alır gibi değil hakikaten.
Örneğin, yirmi milyonluk şehri yönetmeye aday olan Ekrem İmamoğlu adını ilk kez iki ay önce duydum. Kabul etmek gerekir, İmamoğlu çok iyi performans sergiliyor, belki de çok iyi bir insandır ve umuyorum kazanır, mesele bu değil. Asıl mesele, şehri yönetecek insanların belirlenmesinde, o şehrin sakinlerinin hiçbir katkısının/etkisinin olmaması.
Sağcılaşma meselesi başka yazının konusu olsun. Şimdilik: Kenan Evren rahat uyuyordur tahmin ediyorum. Darbeden 39 yıl sonra, sol partilerin de milliyetçi-muhafazakârlığa özendiği bir ülke yaratılmış oldu. Günlerce, var
olmayan bir ‘ezan protestosunun’ tartışıldığı memleketin, anayasasında laik yazıyor oluşunun hiçbir değeri yok. Siyasal İslamcılar çıtayı herkes için hayli yükseğe taşıdılar! CHP’nin iyice ANAP’laşması derken kastım bu. Temel Karamolluoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’ndan daha sol terminoloji kullanması CHP’liler için bir sorundur sanıyorum. Umuyorum!
Değerli okur,
sistemin dönüşmesi, halihazırdaki siyaset yapma biçimlerinin değişecek oluşu, yalnızca vereceğimiz ya da vermeyeceğimiz oylarla ilgili değil. Tercihimiz ne olursa olsun, bireysel kaygı ve tavrımızdan bağımsız, akıp giden bir şeyler var yaşamda, ülkede ve dünyada. Tüm seçimleri kaybetsek de, geçen hafta onlarca ülkede bir kaç milyon ‘çocuğun’ iklim için okulu kırıp boykot ettiği gerçeği değişmiyor, değişmeyecek.
Diyelim ki bu seçimde muhaliflerin beklentilerinin hiç biri gerçekleşmedi ve atı alan Üsküdar’ı bir kez daha geçti. Ertesi sabah kalkıp işimizin başına
oturacağız ve o güne dek karşı olduğumuz her ne varsa, karşı olmayı sürdüreceğiz. Buna mukabil, bir de güzel ihtimaller var işte!
Türkiye, fazlaca umut ve umutsuzluk için yanlış ülke. Ve çok büyük deneyimi sahibi, tarihsel birikimi azımsanmaması gereken bir ülke. Biz umutlu olmayı deneyelim, zararı olmaz. Oy, katılımın yalnızca bir yolu. O yolu böylesine ‘tekleştirmek’ yerine, başka yollar üzerine düşünelim, arayalım. Ararken elimizdeki araçları yok saymayalım.
Oy vermekte muhtelif yararlar var…
Radyo programı önerisi: Bilmeyen yoktur, yine de hatırlatayım. Memleketteki en yararlı işlerden biri muhtemelen Açık Radyo. Çölde vaha gibiler. Buraya, Açık Radyo’da yayınlanan iklimle ilgili bir çalışmayı bırakıyorum. http://acikradyo.com.tr/acik-gazete/iklimin-resmi-cagrisinda-ucuncu-hafta-15-martin-ardindan Fotoğraflara iyi bakın, dokuz yaşındaki Defne’nin konuşmasını dinleyin, sonra da Türkiye siyasetinin halini düşünün. Umut o sekiz dokuz yaşındaki çocuklarda. Bizim için de, gezegen için de. Çok heyecanlanacağınızdan kuşkum yok.