
MURAT SEVİNÇ
Bir önceki yazıda, 31 Mart’ta oy vermeyeceğini söyleyenlerin, bildiğim ve varsaydığım gerekçelerini sıralayıp ardından ‘genel oy’ ilkesinin 19.yüzyılda nasıl doğduğunu, değerini, işlevini anlatmaya çalışmıştım. Şunu ekleyerek:
Burjuvazinin icadı olan genel oy hakkı değerli bir kazanımdır ve tarihsel süreçte yaygınlaşması büyük mücadelelerin, çekilen çilelerin sonucunda gerçekleşmiştir. Bugün klasik burjuva demokrasilerinin yaşadığı krizde, değişen/değişmek zorunda olan temsil ilişkileri bağlamında kaçınılmaz olarak yeniden ele alınacaktır genel oy. Sanayi devriminin ürünü sayılabilecek bir ilkenin, bilişim devrimi esnasında varlığını bir asır önce olduğu şekliyle koruyabilmesi mümkün değil.
Belli sürelerde oy vermek, artık yönetime katılıp onu etkilemek için gerekli yollardan belki yalnızca biri. Oy vermek, eskiden de tek katılım aracı değildi kuşkusuz; ancak bilişim devriminin yalnızca tek bir yönü olan ‘internet ve sosyal medya’ kullanımı dahi, yurttaşın farklı düzeylerde etkide bulunmasını kolaylaştırıyor. Bugün milyonlarca takipçisi olan kamusal bir figür, herhangi bir milletvekilinden çok daha güçlü ve etkili konumda.
Burada asıl önemli konunun ‘yurttaşlık’ meselesi olduğunun altını bir kez daha çizmekte yarar var. Türkiye henüz bu tartışmaları hakkıyla yapamıyor ne yazık ki. Ne eski ‘eşit yurttaşlık’ ideali başarılabildi Türkiye’de; ne de değişen, değişmesi gereken yurttaşlık konuşulabiliyor. Dünyada her şey alt üst olurken, yüzlerce yıllık bir ekonomik/siyasal/toplumsal sistem ve ahlak gözümüzün önünde çöküyorken üstelik… Örneğin 100’ün üzerinde ülkede birkaç milyon ‘çocuk ve gencin’ ‘iklim boykotuna’ katıldığı gün, yeryüzünün bize düşen kısmında bir muhalefet partisi lideri diğer parti liderlerinin adlarındaki harf sayılarını hesaplayarak komployu çözmeye çalışıyordu!
Yine de bizler boş verelim bu boş beleş saçmalıkları; zira ve neyse ki bizim dışımızda çok ülke ve kültür var aynı dünya üzerinde. Tek başımıza da olabilirdik, iyi tarafından bakalım!
Diyeceğim, İstanbul’un Kadıköy ilçesinde Mehmet adlı bir yurttaş oy verdiğinde ya da vermediğinde, tarih ilerlemekten vazgeçmiyor. Buna mukabil o oy, söz konusu ülkenin yakın geleceğinde olup bitecekler üzerinde belirleyici oluyor. Sorun şu ki, Mehmet adlı seçmen, yurttaş olamadığı ve bugünün ‘katılım’ nimetlerinden de yararlandırılmadığından, yönetime katılmak için tek şansı, dört beş yılda bir önüne konulan sandık. Başka bir etkisi olmadığı gibi, olması da istenmiyor.
Seçmen Mehmet hâlâ milletvekilliğini fazlaca ciddiye alıyor örneğin. Meclisin çok önemli olduğunu düşünüyor. Ne yazık ki kendi şehrinin vekillerinin dahi adlarını bilmediğini ve bunda bir tuhaflık olduğunu fark etmiyor henüz. Sesini duyurmak için o temsilcilere ihtiyacı yok bu devirde oysa. Seçmen Mehmet henüz bunun ayırdında değil. Olacak ama. Olduğunda, temsil ilişkisi de dönüşecek.
İlk yazıda değindiğim konu buydu. Sandık, katılımın yollarından yalnızca biri ve ne yazık ki Türkiye’deki sorun, sandığın yegâne araç kabul edilmesi. Böyle olduğu içindir ki oy vermek çok önemseniyor. Oyun bu denli önemsenmesi, memlekette demokrasi/yönetim sorunu (ve kaygısı) olduğunun göstergesi aslında. Oysa seçim, yönetici olmaya hevesli bir yurttaş grubuna, belli bir süre için, hukuk kuralları içinde kalarak yönetme yetkisi verilmesinin yöntemidir, hepsi bu. Oysa seçim sandığı, Türkiye’de yurttaşın tek ses duyurma, tek cezalandırma, tek ödüllendirme aracı. Gelişmiş batı demokrasilerinden farklı olarak, özel ve kamusal yaşamının sınırları, her seçimin sonucuna göre ya yeniden belirleniyor ya da yeniden belirlenme riskini barındırıyor.
Somut durum bu, ancak olmak zorunda değil. Yurttaş, gerçekten yurttaş olmayı denerse, seçimde verilen oy da ‘teklik’ niteliğini kaybedecektir.
Özetle değerli okur: Oy vermek ya da vermemek yoluyla etki yapmaya çalışmak elbette önemsiz değil; ancak oyun tek katılım aracı haline getirilmiş olması, ülke koşullarıyla, bizlerin yurttaş olamamasıyla ilgili. ‘Genel oya’ bu denli değer yüklemek ise müesses nizamın bize sunduğunu kabullendiğimiz anlamına geliyor. Kabullenmek zorunda değiliz. Oyu tümüyle bir ‘taktik’ araç olarak görmek mümkün ve bana kalırsa gerekli. Tükenmez kaleme oy vermekten söz ederken kastım bu.
Bu bağlamı akılda tutarak, ilk yazıda saydığım ‘oy vermeme’ gerekçelerine, bir kez daha ve açarak bakalım:
a. CHP’li olup “Oy kaybederlerse giderler” diyen, iyice ANAP’laşan CHP yönetiminin bırakmasını talep edenler, dileyenler:
Yönetiminden şikâyetçi olan CHP’lilerin gerekçeleri farklı. Kimi seçmen Kılıçdaroğlu yönetimini uluslararası bir projenin sonucu görürken, kimisi daha anlamlı ve soldan gerekçelerle eleştiriyor. Komplo severlerin çoğunlukta olduğunu zannetmiyorum. Genel gözlemim, CHP seçmen ortalamasının parti yönetiminden daha ileride olduğu yönünde.
Yönetim ya oy alma kaygısıyla ya da hakikaten sağcı olduğundan partiyi ANAP’laştırma yolunda ilerliyor. Bu çok uzun bir yazının konusu ama şu iki gözlemi hatırlatmadan geçmek istemiyorum: CHP örgütleri, kasaba avukatlarıyla müteahhitler arasındaki çekişme arasında kalmış gibi. Oy alma kaygısı anlaşılabilir ancak, az sayıda istisna ismi bir kenara bırakırsak, bu kadar vasat ve sağa kaymış adaylık tercihlerini tek başına açıklamıyor. İkinci ve beni asıl ilgilendiren konu, bir partinin yönetimine karşı olan seçmenin itiraz mecrasının seçimler olup olmadığı.
CHP’liler yönetimlerinden şikâyetçiyse bunu çok farklı yollarla dile getirebilirler. Kendi iç denetim ve seçim yollarını zorlayabilir ya da örneğin binlerce CHP’li parti genel merkezlerine gidip hesap sorabilirler. Ancak bir partinin yönetimi değişsin diye, o partinin girdiği seçimde oy verilmemesi biraz tuhaf değil mi? Parti mücadelesinin alanı yerel ya da genel seçim mi?
Yine geldik aynı soruna: Yurttaş olunamadığı için, partili de olunamıyor işte! Partililerin kendi kurumları üzerinde etkileri yok. Ayrıca, bir parti yönetiminin seçim kaybettiğinde ayrılacağını düşünmek de, Türkiye’de hayli naif bir beklenti gibi görünüyor! Deniz Baykal’ın geçen gün yemin ettiğini unutmayalım!
Bir de tabii, Kılıçdaroğlu ve yönetimini istememek, örneğin Muharrem İnce yönetimini talep etmek anlamına geliyorsa, CHP’lilerin bir kez daha düşünmesinde yarar olabilir! Beşiktaş taraftarı, “Ahmet Dursun, Seba gitsin,” demişti zamanında! Seba gitmiş, Ahmet durmuştu!
Unutmadan, örneğin CHP’li kadınlar kendilerini kötü hissetmiyor mu? Bir sonraki yazıda oranları da vereceğim; CHP’li kadınlar hakikaten bu kadar mı yeteneksiz? Neden hesap sormuyorlar yönetimlerinden? Kendilerini o sevimsiz bıyıklıların aday oldukları makamlara layık bulmuyorlar mı? Sanırım bu ve benzeri tartışmalar, kimin genel başkan olacağından daha önemli ve dönüştürücü olur.
b. 24 Haziran akşamı yaşananlara yönelik haklı kızgınlık duygusundan mustarip olanlar.
Herhalde hiç kimse kızgınların haksız olduğunu söyleyemez. Berbat bir akşamdı ve anladığım kadarıyla muhalif siyasetçilerin çapsızlığı dışında bir gerekçesi de yoktu. Çıkıp doğru dürüst bir ‘yenilgi’ konuşması yapmak ve çabalayan insanlara teşekkür etmek yerine, ortalıktan kaybolmaları, hem ellerinde oy çuvallarıyla bekleyenleri hem de TV karşısındaki muhalifleri kahretti. Sonrasında içten bir özeleştiri ve özür gelmemesi de umutsuzluğu ve kızgınlığı artırdı.
O akşam birbiriyle çelişen iki skandal açıklamayı yapan ‘beşi bir yerde’nin bugün hiçbir şey yokmuş gibi davranabilmeleri, “Adıgüzel” soyadlı vekilin hâlâ yeni yazılımlardan vs. söz edebilmesi… Tabii bir de porselen dişleriyle mütemadiyen gülümseyen ve bir sonraki seçimde yeniden seçilmek dışında hiçbir kaygı duymadıkları her hallerinden belli ‘köklü’ vekil ve idarecilerin bıkıp usanmadan “Sandıkları koruyacağız, endişelenmeyin” deyişleri, insanı çileden çıkarıyor.
Ezcümle, 24 Haziran’da yenilgiye değil, bu muameleye kahroldu insanlar.
Muhterem muhalif okur;
bizleri ‘kahreden’ siyasetçiler, tükenmiş, artık geçerliliği kalmamış bir siyaset anlayışının vahim temsilcileri konumundalar. Kısa vadede tasfiye olacaklar, kazansalar da kaybetseler de. Kuşku duymayalım.
Oy verecek olmanın, bu tiplerin varlıklarını daha uzun süre devam ettirmelerini sağlayacağı kanısında değilim. Tabii oy vermek, bir taktik olarak kabul edilir ve bunun ötesinde anlamlar yüklenmezse. Yok eğer adanmışlık söz konusuysa, o zaman, yıllanmış porselen gülümsemelerden şikâyet etmemek gerekir!
Diğer başlıklar ve “bu bir seçim mi?” sorusu, yarınki devam yazısının konusu olsun…
Yazı önerisi: Değerli hukukçu gazeteci Çiğdem Toker iyi ki var. Rabia Naz hakkındaki yazısını buraya bırakıyorum.