
MURAT SEVİNÇ
Sonda söyleyeceğimi başa alayım: 31 Mart’ta, milyonlarca seçmenden biri olarak elbette oy vereceğim.
Bana kalırsa ‘genel oy’ gerektiğinde ‘tükenmez kaleme’ oy verilmesini öneren (ve hatta kolaylaştıran) bir ilkedir. Büyük mücadeleler soncunda elde edilmiş ‘genel oy’ hakkının, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde, başlangıçtaki anlamını dahi yitirmekte olduğu kanısındayım. Aşağıdaki satırlar, bir kaleme oy verebilmenin ‘gerekliliğini’ ve ‘yararlarını’ savunacak.
Halihazırdaki seçim propagandasının, ‘akıllı ol alırım paçanı aşaa’ düzeyinde bir yerlerde seyrettiği 2019 yerel seçim sürecinin, tek ya da çok partili seçim tarihimizin hangi dönemiyle karşılaştırılabileceği sorusunu yanıtlamak kolay değil. 1946 seçiminde CHP’nin (daha doğru ifadeyle, müesses nizamın!) vahim tavrı ve ‘açık oy gizli sayım’ (!) yöntemi sık anılır, ancak halihazırdaki seçim süreci belli açılardan daha ‘tatsız’ niteliklere sahip. Örneğin, bugünlere varan yolda bence ‘ilk iri adım’ olan ‘2009 yerel seçimi’ esnasında olup bitenler bile hayli masum görünüyor artık. 10 yıl önceki yerel seçim tartışmalarını, kapsamlı sayılabilecek bir ‘kronik’ (SBF dergisinde yayınlanan) okuyarak hatırlamak istersiniz belki diyerek, o günlerde karaladığım bir iki satırı buraya bırakıyorum. O dönem ne yazık ki iktidarın hacetinde boncuk bulunmaya çalışılıyordu ve bu yüzden yerel seçimdeki skandal işlere yeteri kadar ilgi ve tepki gösterilmemişti.
Hâl böyleyken belki de karşılaştırmaya gerek yok. Yanlış bilmiyorsam Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ilk kez Yeni Zelanda ve Avustralya ile gerginlik yaşıyor. Önemli başarı hakikaten. İktidar mensupları belki de 17 yıldır ilk kez, ne kadar kontrollü olduğu şüpheli bir ‘seçmen tahkim etme’ yolu izliyor. Belli ki anketler iyi değil, gözle görülür bir ‘el artırma’ söz konusu. Anamuhalefetin başındaki isim bir TV kanalında ‘idam’ sözcüğü ile anılıyor. Diğer partinin genel başkanı hapisle tehdit ediliyor. Ankara adayına, ‘seçime girme’ diyorlar. TBMM’deki üçüncü partiyi toptan ‘terörist’ ilan ettiler. Her şey bir yana, HDP’ye yönelik tavır ve muhatap olduğu sözler artık belirgin biçimde zekâ ve ahlak testine dönüşmüş durumda. Her gün yeni ve daha da skandal bir hakaret ile karşılaşıyoruz. ‘Damat’ kamera karşısında ‘şive taklidi’ yapmaya çalışarak dolar alanlara fırça atıyor. Kayınpederi ve müttefiki ise mütemadiyen ‘Haçlılara’ kızıyor. 2019’da! Ortanca mahdumun, bir belediye başkan adayı ile ‘kentsel beka’ sohbeti mikrofona yansıyor. Cumhuriyet tarihinin unutulmazlarından olmayan yeminli görünen içişleri bakanı, bugüne dek kimsenin akıl edemediği sözler sarf ediyor. Misal, tüm nezaketi, birikimi ve devlet adamı ağırlığıyla, Figen Yüksekdağ ile ilgili, “Şimdi sana dört duvar verdik, ister o duvara daya, ister o duvara” diyebiliyor.
Saymakla bitmez. Hakikaten “Demek ki bunu da duyacakmışız” dedirten her şeye tanık oluyoruz nicedir. Türk-İslam sentezini ve büyük bileşeni siyasal İslam’ı doyasıya yaşıyoruz. Siyasetçisiyle, basın mensubuyla, bürokratıyla, taraftarıyla, gereğinden fazla bağımsız mahkemeleriyle, entelektüelleriyle… Ne biliyorlarsa öyle davranıyorlar ve çok da yakışıyor Allah için.
Bu koşullarda gidilen yerel seçimi, başlık başlık ele almak herhalde daha iyi olacak:
Sayıları giderek azalıyor olsa da sandığa gitmeyeceğini, boykot edeceğini söyleyen insanlar var. Farklı saiklerle hareket ediyorlar:
a) CHP’li olup “Oy kaybederlerse giderler” diyen, iyice ANAP’laşan CHP yönetiminin bırakmasını talep edenler, dileyenler.
b) 24 Haziran akşamı yaşananlara yönelik haklı kızgınlık duygusundan mustarip olanlar.
c) Şu koşullarda sandığa gitmenin iktidarın eylemlerini meşrulaştırdığını düşünenler.
ç) Sandık güvenliği endişesi nedeniyle, “Kazansak da kaybediyoruz zaten” diyenler. Buna, “At-Üsküdar sendromu” diyebiliriz!
d) Daha genel bir bakışla, seçimi, burjuva demokrasisinin hizmetinde ve onun sürmesini sağlayan bir araç olarak görerek reddedenler.
e) Kesişim kümelerinde yer alıp adayları beğenmeyenler. Kişisel ya da ideolojik gerekçelerle. Örneğin, ‘sağcı adayların karşısına yine sağcı aday çıkarılması.’ İslamcı müteahhidin karşısına muhalif görünümlü müteahhit çıkarmak gibi.
f) Gıcıklar! Aslında derli toplu bir politik yönelimleri, herhangi bir biçimde mücadele niyetleri olmamakla birlikte, mütemadiyen şikâyet eden, morali bozulan, canı sıkılan, her şeyi ve herkesi küçümseyen ve komplo teorileriyle örülmüş düşünce sisteminde büyük fotoğrafı görmeye çalışmaktan önlerini göremeyenler. Örneğin bana bu satırları Soros ve yerli işbirlikçileri yazdırıyor olabilir ve ben (ya da siz) herhangi bir ihanet şebekesinin mensubu olabiliriz. Üstelik, farkına varmadan!
g) Muhtelif.
(F) şıkkı hariç her argümanın haklı olduğu bir yan var kuşkusuz. Ve her biri, varsayım olduğu, istek barındırdığı ölçüde tartışmaya açık.
Bana kalırsa temel sorun, tasası olanların, ‘genel oy’ ilkesine gereğinden fazla anlam yüklüyor oluşları. Öncelikle ‘genel oy’ tarihi üzerine bir iki satır:
‘Genel oy’ ilkesi, herkesin oy hakkına sahip oluşu (‘eşit oy’ yani herkesin bir oya sahip oluşuyla karıştırmayın!), ‘kadın oyu’ hariç, ilk kez 19’uncu yüzyılda Fransa’da kabul edilmiştir. Bugünün dünyasına benzer bir biçimde, günümüzde nasıl ki bilişim devrimi her şeyi altüst ediyorsa o zaman da sanayi devrimi aynı sonucu yaratmıştı ve yüzyılın ortalarına gelindiğinde ‘Avrupa’nın üzerinde bir hayalet’ dolaşıyordu.
İşte ‘genel oy’ o hayaletten ürken burjuvazinin emniyet supabı olarak düşündüğü bir taktiktir. Fransa’da 1848 yılına dek köylünün oy hakkı yoktu. 1848 şubat ayında Louis Philippe devrilince, geçici olarak yönetime gelenler kararname çıkararak, kadınlar dışında genel oyu kabul etmişti. Anlamı açıktı: Yükselen işçi sınıfına karşı tutucu köylünün oyunu kazanmak. Kararnamede, KM (Kurucu Meclis) seçimlerinin ‘genel oy’ ile yapılacağı hükme bağlanıyordu ve bu şekilde kurulan meclis yeni anayasa hazırlayarak Fransa’da II. Cumhuriyet devrini açtı, ‘başkanlık sistemi’ kabul edildi. Yeğen Napoléon bu sistemde başkan seçildi, ardından darbe geldi, ömür boyu başkanlık ve sonunda imparatorluk. Bonaparte’ın yeğeni, bunları burjuvazinin desteği ve köylü oyunu arkasına alarak yapabildi.
Genel oy ilkesi, o gün bugündür burjuvazinin çıkarlarına hizmet sunmuştur. Pek nadir görülen istisnalar ise ‘sistem dışı’ müdahalelerle alaşağı edildi. Örneğin seçim kazanan Marksist Salvador Allande’nin, 1973 sonbaharında ABD destekli faşist darbeyle katledilmesi gibi. Bizim memlekette, çok partili yaşamda CHP’nin 1977’de ilk ve son kez yüzde 40’ı aşmasını sağlayan Bülent Ecevit’in sermaye saldırısına dayanmaması gibi.
İşte burjuva demokrasinin bu nefis icadı ‘genel oy’ bugün o günkü işlevini dahi yitirmek üzere. İki şey söyleyerek bitirmek istiyorum ilk yazıyı: İlki, ‘burjuvazinin icadı’ ifadesi küçümseme değil, tarihsel gerçeğin dile getirilmesidir. Oy hakkı için çok çile çekildi. Özellikle kadınlar, yüzyılın başında ABD ve İngiltere’de bu hakkı açlık grevleriyle elde etti. İkincisi, işlevini yitirmek üzere olsa da hâlâ önemli bir katılım aracı oy. Verildiğinde de, verilmesi reddedildiğinde de işlevsel olabilen bir araç.
Yarınki ikinci yazıda, oyun neden hem çok ‘önemli’ hem de giderek ‘değersizleşen’ bir yöntem olduğunu, Türkiye’deki partilerin durumları, tercihleri ve yerel yönetime yaklaşımları göz önünde bulundurarak anlatmaya çalışacağım. Ve tabii, kaleme oy vermenin çeşitli yararları meselesini!
Film önerisi: Daha önce de önermiş olabilirim. Her seçim döneminde bir kez daha hatırladığım, Hal Ashby’nin yönettiği, başrollerinde Peter Sellers ve Shirley MacLaine’in yer aldığı nefis bir ‘sistem’ eleştirisi (ve tabii oyunculuk gösterisi) olan ‘Being There’ adlı filmi mutlaka seyredin. Şu tanıtımı bırakıyorum.