
MURAT SEVİNÇ
On ikinci eleştiri yazısı…
Az gidildi uz gidildi, yine idam cezası üzerine konuşuluyor. Konuşan kim? Halk mı? Herhangi bir halk, herhangi bir şey hakkında konuşur mu?
Toplumsal ve siyasal düzlemde olup biteni açıklamaya yönelik ‘ezberler’ var. Her ezber bir yandan düşünsel konfor sağlar, diğer yandan, dile getirenin dahil olduğu çevreden dışlanma ihtimalini azaltır. Ortalamaya hitap eden her söz, bir çeşit ‘selamet’ güvencesidir. Bazı ezberler deneyimden süzülüp gelse ve pek yanlış olmasa da bir ezber, eninde sonunda geçmişte olup bitenden çıkarılmış sonucun yinelenmesidir.
Seçimlerden sonra işittiğimiz ‘Halk kararını verdi’, ‘Seçmen sözünü söyledi’, ‘Halkın kararı eleştirilemez’ gibi değerlendirmeler de seçim ve sonrası ezberlerinin tekrarından ibaret.
Bir örnek halk yoktur, hiç olmadı, bundan böyle de olmayacak. Halkı oluşturan insan topluluğu ağaçta yetişmez, koşullarının/toplumsallığının ürünüdür.
O toplumsallık dünyanın her yerinde farklıdır, bu nedenle dünya halklarının alışkanlıkları, meşrepleri, kaygıları, yaşamları vs. birbirine pek benzemez. Buna mukabil, örneğin ‘sömürü’den söz ediyorsak sömürülme biçimleri benzerdir, çünkü ülkeler aynı üretim biçiminin farklı bir aşamasında olsa da sömürü adı verilen olgunun işleyişi ortak niteliklere sahiptir. Halk, herhangi bir belirleyecinin etkisi altında kalmadan ‘karar’ vermez, mümkün değil böyle bir şey. Karar, ancak bir muhakemenin sonucunda mümkündür ve o ‘muhakeme’ uzay boşluğunda yapılmaz.
Dolayısıyla, herhangi bir yerdeki herhangi bir halk, ancak; kendisini ‘o’ halk haline getiren koşullarda, kendisine sunulan olanaklar dahilinde, kendisine anlatılan ve gösterileni bilerek, kendisine yönelik propagandanın sonucunda, kendisine sorulan bir soruya yanıt verebilir.
Üstelik, ne soru ne de soran, ideolojilerden bağımsızdır. Hal böyleyken, örneğin bir devirde ve bir coğrafyada makbul bir ceza olarak kabul edilen idam, bir başka zaman ve coğrafyada kınanır, yasaklanır. Bir devir ve coğrafyada akla dahi gelmeyecek bazı insan talepleri, zaman içinde birer hak ve özgürlük-anayasa konusu haline gelir.
Demek ki laboratuvar koşullarında üretilmiş, ‘değişmeyen’ insan ‘doğası’na göre davranan bir ‘halk’ ve onun ‘karar’ı yoktur. Halklar çok doğru ve çok yanlış kararlar verebilir, tarihte ve muhtelif coğrafyalarda defalarca olduğu gibi. Bonapartlar’ın mabadını gökyüzüne çıkaran, Mussolini ve Hitler gibi çatlakların peşine takılan, Franco ve Pinochet gibi insanları bugün dahi vefa duygusuyla anabilen insanlar, o ülkelerin halklarıdır. Türkiye’de bugüne dek en yüksek oyun 1982 Anayasası’na (ve Evren’e) verildiğini hatırlatmaya gerek var mı? Ya da siyasetçilerin siyasi yasakları kalkmasın diye canhıraş çaba harcayan ve az kalsın başaracak olan Turgut Özal’ın yapıp ettiğini.
Siyasetçilerimiz halktan bahsederken daha ziyade ‘millet’ sözcüğünü kullanır. Halk ve millet, çoğu zaman birbirinin yerine kullanılan iki sözcük olsa da kökenleri farklı. ‘Millet/ulus’ ile ‘halk’ arasındaki fark, birinin hâlihazırda yaşayanları, diğerinin ise yaşayanların öncesini ve sonrasını anlatması. Türkçesi, ‘Türk halkı’ hayatta olan yurttaşları, ‘Türk milleti’ o yurttaşların ölmüşlerini ve doğacaklarını kapsar.
Millet/ulus kavramının mucidi, devrimci Fransız burjuvazisiydi. 1789 Devrimi’ne dek bir hükümdar, “Şekerim, sen bize buyurma yetkisini nereden alıyorsun?” diye sorulduğunda, “Tanrı’dan” yanıtını veriyordu. Devrimin ardından o yanıt, “Ulustan alıyorum” oluverdi. “Nedir ikisinin arasındaki benzerlik?” diye soracak olursanız, ikisi de soyuttur, gidip de “Hakikaten yönetme yetkisini senden mi alıyor?” sorusunu yöneltemezsiniz. Bu nedenle, Türk burjuva devriminin ilk anayasasının (1921) ilk maddesi egemenlik yetkisini kayıtsız şartsız ‘millet’e (soyut olana) vermiştir ve hâlâ böyle olduğu varsayılıyor.
Peşrevi uzattığımın farkındayım, ancak millet ve halk gibi, siyasetçilerin diline pelesenk olmuş, hemen her uygulamanın kaynağı olarak başvurulan sözcüklerin, siyasetçi ve çevrelerinin ezberindeki gibi ele alınamayacağını sıklıkla hatırlatmak gerekiyor.
Hatırlatmanın yararı ne?
İki yönlü bir yararı-işlevi olduğu düşünmek mümkün: Muhalefetteki siyasetçilerin içi boş halk tezahüratının ve iktidarın, her keyfi eylemini halkın talebine dayandırma hevesinin olabildiğince görünür hale gelmesi.
Halkın/seçmenin tercihi hangi yönde olursa olsun onun ‘sorgulanamazlığı’nı dillendirmek, ‘kabul etmek’ ile ‘sorgulamak’ ihtimalleri arasındaki ayrımı yok sayar. Oysa, bir oylama sonucu nedeniyle halkı (burada, seçmeni) itham etmek kolaycılığı ile diğeri arasında ferah bir alan var. ‘Halkımız kararını verdi’ saptaması, sarf edenin niyeti ne olursa olsun, her zaman ‘doğru’ karar veren bir seçmen topluluğu var olabileceği iddiasını içerir ve o kararın verilme sürecindeki sayısız değişkeni göz ardı eder.
Bu bağlamda, son seçimin ardından, muhalif ‘siyasetçi’nin tutunduğu ‘Halkımız karşısında boynumuz kıldan ince’ söylemiyle muhalif ‘seçmen’in iktidara oy verenlere yönelik öfkeli tutumu arasındaki makasın bu denli açık olmasının nedeni üzerine düşünülmeli. Siyasetçi için halk, gemisini yüzdürmek için ihtiyaç duyduğu ve seçimden seçime kapısına gittiği birilerinden ibaret olabilir. Diğeri içinse, dahil olduğu ve her düzeyde ilişki kurduğu topluluk.
Söz konusu iki tutumun ortak noktası, o halkın/seçmenin ‘koşulların ürünü’ olduğunun ihmal edilmesi, bana kalırsa. Panzehir, halkın birbirine benzemez insanlardan oluştuğu gerçeğinin kabulü olabilir. Sıradan, toplumsallığının ürünü olup gördüğü kadarını bilen insanlardan.
Dolayısıyla, romantize edilmesi değil, anlaşılması gereken bir olgudan söz ediyoruz. ‘Ne eylerse güzel eyleme ihtimali olmayan’, buna mukabil, ‘her eylediğinin kavranabilir bir nedeni olan’ yurttaş topluluğu. Halk dalkavukluğunun, iddiasının aksine, halkı küçük görmekten kaynaklandığını unutmamak gerek.
Yönetim sistemi tartışmaları da burada filizlenir; öncelikle halk nedir, kimdir, neye, ne ölçüde dahil olmalı? Temsil mi edilmeli, doğrudan mı yönetmeli? Karar mekanizmalarına katılımının yolu yordamı? İdare halka bırakılırsa, ülke zurnacıya mı varır? Halkın yalnızca ‘bir kesimi’nin yönetme yetkisi verdiği iktidar nasıl denetlenir? Vesaire…
Ezcümle, son derece özgün bir laf ediyormuşçasına “İdam isterük” diyen güruhun etkisiyle idam cezası yeniden gündem olursa ve diyelim -anayasa değişikliği yoluyla- halkoylamasına sunulur da kabul edilirse bu durum, halkın doğru bir karar verdiği değil, üzerine pek düşünmediği bir konuda yanlış yönlendirilerek ve maruz kaldığı propagandanın etkisinde ‘yanlış’ bir karar verdiği anlamına gelir. Bu nedenle, ‘birörnek’ olmayan ahalinin, nereye yönelteceğini bilemediği öfkesini fırsat bilip Türkiye için geçmişte kalmış yüz karası bir cezalandırma yöntemine iltifat etmemekte sonsuz yarar var. Halimiz meydanda, hiç olmazsa tüy eksik kalsın.
Yeri gelmişken, idam cezası hakkında kafası karışıklara (eğer henüz seyretmedilerse), Kieslowski’nin ‘Öldürme Üzerine Kısa Bir Film’ini, hararetle öneririm.
Bir video haber önerisi: Nevşin Mengü’nün, Esenyurt’un ilk belediye başkanı Gürbüz Çapan’la söyleşisini dinlemenizi öneririm. Ülke içindeki farklı ülkeler hakkında fikir veriyor.
Yazı önerisi: Aydın Selcen’in, ‘Nijer’de bir darbe, bize ne?’ başlıklı yazısı.
Yazı önerisi: Bahadır Özgür’ün, ‘Sermayenin Akbelen’deki besin zinciri’ başlıklı yazısı.