DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Türkiye’de Meclis’te temsil edilen kurumsal siyasetin anlamsızca meftunu olduğu bir pratik var; ortak bildiri yayınlamak. Ülkemizdeki muhalefet, haftanın altı günü iktidarın gayrimeşru olduğunu savunuyor, yedinci gün de gidip aynı iktidarla ortak bildiri yayınlıyor.
Bugüne kadar HDP, iktidar nezdinde ‘yok hükmünde’, muhalefet nezdinde de ‘yani var ama…’ hükmünde olduğundan bu ortak bildiri furyasına pek dahil edilmedi, ortak bildiri konularına baktığımızda, pek dahil olmak istemeyeceğini de anlayabiliyoruz.
Ancak, 10 Mayıs 2021 tarihinde, Meclis’in İsrail’in Filistinlilere karşı saldırılarına yönelik yayınladığı kınama bildirisinde AKP, CHP, MHP ve İYİP’in yanısıra HDP’nin de imzası vardı. Bildiriye baktığımızda, metinde karşı çıkılacak bir durum yok.
Yani mesele ‘Bu metin de imzalanır mı?‘ değil. Mesele, Türkiye solunun, Filistin’le geleneksel bağlarını bile kuramaz hâle gelip konuyu AKP’nin güdümüne bırakması…
Bütün dünyada Filistin’e verilen desteğin iki önemli akımı var. Biri, İslamcı akım, öbürü ise üçüncü dünyacı-anti emperyalist-sol akım. Bu bizde de böyle ya da böyleydi diyelim. Bu iki kanalın savunduğu şeyler ortak gibi gözükebilir, ama desteğin altında yatan nedenler ve temel felsefe birbirinden çok farklı. Bir taraf, meseleye tamamen Filistinlilerin Müslümanlığı üzerinden yaklaşırken, diğeri Filistin’in de parçası olduğu bir adil dünya düzeni üzerinden yaklaşıyor. Birinci akım, anti-Semitizmle zaman zaman çok açık bir şekilde iç içe geçerken, ikincisinin derdi küresel-toplumsal adalet. Bu ikinci akım, özellikle üçüncü dünyacılığın sesini duyurduğu 1960’lar ve 70’lerde ciddi etki yaptı.
Türkiye açısından bakarsak 68 kuşağı sol hareketlerin de hep Filistin mücadelesiyle bir bağı vardı. Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin, Türkiye’deki öğrenci hareketiyle ilişki kurmasıyla başlayan bu süreç, bizde genelde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Filistin’e gitmesiyle bilinir. 1980’lerin ortasına kadar Türkiye’deki farklı sol örgütlerden militanlar Filistin’e savaşmaya gitti, onlarcası orada can verdi. 1990’larda dünyada ve Filistin’de solun gerilemesi, bu bağlantıyı zayıflattı ya da kopardı.
Diğer taraftan, İslamcı hareketler de Filistin’le yakından ilgilendi, ancak küresel adalet bağlantısını genelde kurmadan. İslamcı camiadan Hamza Türkmen, bir söyleşisinde durumu şöyle anlatıyor; “Genelkurmay kökenli Cevat Rıfat Atilhan’ın … kitapları 50’li 60’lı yıllardaki dindar kesimin kafasında Siyonizm’den çok Yahudiliğe karşı fikir oluşturdu. Yahudilik ve Siyonizm’i ayırt etmeyen, Siyonistlerin her yaptığı şeyi Yahudiliğe bağlayan bir yaklaşımdı. Bizim kesimin zaten yazar çizeri çok sınırlıydı. Yahudilik ve Filistin’le ilgili bilgilerimiz buradan geldi. Bu da sadece Yahudi düşmanlığı temelinde bir İsrail algısı oluşturdu.”
Türkmen’e göre 1970’lerden itibaren bu anlayışta değişmeler olmuş. Ancak, günümüzde bu değişikliği görmek pek mümkün değil, özellikle İslamcılığı temsil etme iddiasındaki AKP’de.
AKP, ilginç bir parti. Zira onlarca yıl Türkiye’deki rejimin birincil tehdit saydığı İslamcı hareketten doğma olduğu için bir anti-sistem partisi olarak siyasi hayata katıldı. İktidara ulaştığı andan itibaren ise aşamalı olarak merkez sağ geleneğini devralıp bir sistem partisine dönüştü. Teşbihte hata olmaz, Milli Selamet Partisi’nden Adalet Partisi’ne dönüştü diyebiliriz. Buradaki temel çelişki şuydu: Anti-sistem İslamcılık, İsrail’le ilişkisini anti-semitizm üzerinden kurarken sistem İslamcılığı İsrail’in ittifak halindeki bir dünyadaydı. Bunun sonucu olarak AKP, ‘Yahudi karşıtı, İsrail yanlısı’ bir pozisyonda buldu kendini. Erdoğan, kendi anti-sistem İslamcılığını, diplomatik krizler yaratma pahasına zorlarken sonunda kendini hep İsrail’le aynı masada buldu, çok büyük ihtimalle daha da bulacak.
Erdoğan’ın çelişkisini en iyi anlatan şey, ‘One Minute‘ diye başlayan hikayenin, ‘Mavi Marmara, Gazze’ye giderken bana mı sordu?‘yla bitmesi. Kendisini ‘Filistin halkının hamisi’ olarak tanımlayan bir siyasi iktidarın, İsrail’den avucuna 20 milyon dolar konup gönderilmesi kadar aşağılayıcı bir durum, Türkiye siyasi tarihinde azdır. Mavi Marmara konusunun kapatılması için İsrail tarafından hükümete ödenen (ve hükümetin katledilenlerin ailelerine vermemek için epeyce direndiği) bu para, İslamcılığın Filistin davasına fiyat etiketi koymasından başka bir şey değildi neticede. 128 milyar doları berhava eden AKP, Filistin davasını 20 milyon dolara, yani iki yabancı Süper Lig topçusu fiyatına, İsrail’e sattığı gerçeğini, tabanı nezdinde bugüne kadar hep daha anti-semit, daha ırkçı, daha ayrımcı söylemler kullanarak kapatmaya çalıştı. İsrail karşıtı olamayacağı için Yahudi karşıtı oldu.
Türkiye’deki rejim, gerek değişen uluslararası konjonktür nedeniyle, gerekse kendi siyasi, diplomatik ve ekonomik kırılganlıkları nedeniyle bugün dış politika kuramamanın çaresizliği içinde. İsrail’le ilişkilerini de tamamen mecbur kaldığı dış aktörler belirleyecek. İsrail’e yanaştıkça da bunu kapatmak için daha da Yahudi düşmanı olacaklar. Dün, Ekrem İmamoğlu’na Türkiyeli bir Yahudi gazeteciye tweet attığı için hakaret eden yandaş medya, yarın İsrail’le yakınlaşmak gerektiğinde bunu alkışlamaktan çekinmeyecek. Tıpkı ‘darbeci Sisi’nin ayağına gidildiğinde alkışladığı gibi…
Sözün özü, ne İslamcılık, Filistin meselesinin emanet edilebileceği bir ideoloji, ne de AKP, Türkiye’nin bu konudaki sözcülüğünü yapabilecek bir parti. Bu meselede dümeni hükümete bırakan CHP ve HDP, kendi siyasi tembellikleri hakkında da insana epeyce fikir veriyor.
Peki AKP’yle ortak bildiri imzalanmazdı da ne yapılabilirdi?
Her şeyden önce Filistin meselesi, her zaman ‘herkes için adalet‘ istemek için önemli bir örnek. Filistin halkı için istediğinizi, her zaman Türkiye halkları için de isteyebilirsiniz. Türkiye solunun geleneğinde bununla ilgili koca bir külliyat var. Eğer baskıcı ve ayrımcı İsrail hükümetinin Filistinlilere yaptığı ile Türkiye’deki baskıcı ve ayrımcı hükümetin yaptıkları arasındaki bağı kuramıyorsanız yine soruyorum, ‘Ne iş yaparsınız?’ Hele HDP, Kürt halkının derdi ile Kürtleri hep kardeşi gören Filistinlilerin meselesi arasındaki paralelleri kendisi çizemiyorsa yine soracağım, ‘Bu ne siyasetsizliktir?‘ Şeyh Cerrah’a zorla girenlerle Sur’a zorla girenlerin ayak izlerinin benzerliğini görememeyi, gösterememeyi, benim aklım almıyor.
Filistin davasında CHP ve HDP’nin dışa dönük muhatabı Apartheidçı AKP ve MHP değil, Filistin halkıdır, Filistin soludur, İsrailli Yahudi savaş karşıtlarıdır. Küresel adalet mücadelesinin parçası olduğunuz zaman, kendi mücadelenize de destek bulursunuz. İçeride ise çıkın deyin ki halkınıza, ‘Biz adalet istiyoruz, Filistinli için de Türkiyeli için de.’ Kendi ülkesini işgal etmeye kalkan, kendi ülkesinin halkına düşman hukuku uygulayanları orada da, burada da ifşa edin. Hani hep muhafazakar seçmene ulaşmaya çalışıyorsunuz ya keşke bunun için CHP sözcüsünün yaptığı gibi Boğaziçili iki gencin hapse atılmasını savunmak yerine Türkiye’deki adaletsizlikleri Filistin’e göndermeler yaparak anlatmayı deneseniz.
Siyaset, kendi söylemini kurabilenlerin işidir. Kendi söyleminizi kuramazsanız, siyaset alanındaki rolünüz aşırı sağcıların bildirilerinin kenarına sıkıştırılmış iki utangaç imza olur.
Türkiye için herhalde 10 yıl kadar önce sosyal medyada yapılmış harika bir tanım vardı; ‘kendini Filistin zanneden İsrail’ diye (Orijinal mesajı bulamadım, sahibini bilen varsa haber versin, buraya ekleriz). Bu tanımın yaptığı asıl gönderme devlet-azınlık ilişkileri üzerineydi, ama başka yerlerden bağlantı kurmak da mümkün. Mesela, İsrail’deki partilerin programlarını merak edip okuduysanız özellikle ‘milli meseleler‘de partilerin ‘çok aşırı sağ, aşırı sağ, biraz aşırı sağ, merkez aşırı sağ’ gibi sıralandığını görürsünüz. HDP paranteziyle beraber, bizde de durum üç aşağı beş yukarı aynı. HDP’nin, en iyi siyaset kurabilmesi gereken Filistin meselesinde, kendini niye o parantezin dışına atmaya çalıştığını anlamak ise pek mümkün değil.
Arada okuyuculardan sitem geliyor, hep muhalefeti eleştiriyorsun diye. Gelin, bitirirken şunun adını koyalım, sonradan keyfimiz kaçmasın. Türkiye’de her geçen gün çürüyen, çürüdükçe kokusu yayılan, güneşte beklemiş ağzı açık çöp torbası gibi bir rejim var. Biz bu rejimin bittiği gün, ülkemizi yeniden kurmak durumunda kalacağız. Nasıl bir ülkenin vatandaşları olacağımızı, nasıl bir toplum olacağımızı da o yeniden kuruluş süreci belirleyecek. Biz eğer o sürece, ilkesiz, siyasetsiz girersek mevcut enkazı kaldıramayız, bu düzen kendini yeniden üretir. AKP gider, AKP’lilik kalır. Yeni Cumhuriyet’in kurucu aktörlerinin, daha şimdiden yurttaşla bir toplumsal müzakereye başlaması gerekir. Bu müzakere olmadan, kuyruğumuzu kovalamaya devam ederiz.
Bu köşenin birine bir hayrı olacaksa, insanları bu müzakere üzerine düşünmeye itmesi olsun isterim. Amacım budur.