ELVAN UYSAL BOTTONİ
elvanuysal@hotmail.com
88 yaşında vefat eden Fransız sinemasının önemli kahramanlarından Alain Delon’nun kariyerinde İtalya’nın büyük önemi olduğu gibi oyuncunun da İtalyan sinema tarihinde önemli bir yeri var. “Kariyerimi İtalya’ya borçluyum” diyen aktörü art arda yaptığı, içinden İtalya geçen ilk filmleriyle hatırlamak istedik.
Bazı oyuncular vardır ki rol yapmaz. Beyaz perdeyi kamaştıran, doğuştan gelen kayıtsız kalamayacağınız bir ışıkları vardır. Yıldız olmaları da buradan gelir. Güneşten aldıkları ışığın gücünü karanlıkta yansıtırlar. Tek yapmaları gereken orada olmaktır.
Sinema işte böyle yıldızlarından birini kaybetti. Alain Delon’un vefat ettiği haberini aldığımda arabadaydım. “Ah Tancredi” dedim, yarım bir gülümsemeyle. Visconti’nin ‘Leopar’ filminde canlandırdığı karakterin adıydı bu. Kariyerinin başındaki Delon oyunculuğuyla devleşen Burt Lancester’ın gölgesinde açan bir çiçekti.
Tüm zamanların en yakışıklı adamlarından, en güzel insanlarından biri olduğuna muhalefet yapacak bir tek kişi var mı bilemiyorum. En nihayetinde bir kanvas olan sinemayı bu kadar güzel dolduran az insan vardır. Siyah beyaz filmlerle tanıştığımız o ikonik mavi gözleri, ifade güçleriyle beyaz perdeyi delip insan ruhunun en olmadık noktalarına sızabilirdi. Alain Delon gözleriyle oynayan bir aktördü.
Kötü çocukluk, huzursuz gençlik
Sıradışı bir çocukluk hikayesi var Delon’un. Onu bu denli kompleks bir aktör yapan, iniş çıkış ve tartışmalı görüşlerle dolu hayatının ruh halinin ilk taşları bu çocuklukta saklı. Onun çetrefilli çocukluğu bir fakirlik hikayesi değil. Köklü bir aileden geliyor. Aile tarihinde önemli, zengin figürler eksik değil. Anne ve babası o dört yaşındayken boşanınca evlatlık veriliyor. Onları kaybedince de o yurttan bu yurda dolaşıyor, disiplinsizlik nedeniyle gittiği her yerden sürülüyor.
17 yaşına geldiğine huzursuz ruhunu savaş alanlarında dindirmeyi deniyor. Paraşütçü olarak Fransız HindiÇini’ne gidiyor. Asi paraşütçü askerliğin disiplinine ayak uyduramadığından görevinin büyük kısmını cezalı geçiriyor.
Paris’e döndüğünde 20 yaşında. Kasaplıktan, sokak serseriliğine uzanan arka sokak çocukluğu kariyeri kamera güzelliğine kayıtsız kalamayınca değişiyor. Plajları çıplak poz vererek ünlü olmaya çalışan potansiyel yıldızlarla dolu Cannes’da keşfediliyor. Cannes başladığı ve bir anlamda bitirdiği yer…
Delon ve Luchino Visconti
İtalyan sinemasının kelimenin tam anlamıyla taçlı kralı Luchino Visconti, İtalya tarihinin en asil en güçlü ailelerinden, Lombardia’da hüküm sürmüş Viscontiler’den gelir. Sanayii devrimi sayesinde zengin olmuş anne tarafı faşist, baron baba solcudur. Anne ve babası politik görüş ayrılığı nedeniyle ilişkisini bitirir. İtalya’nın en zengin, en soylu ailelerindedir ve de gerçekten bir prens gibi yetişir.
Bir gece geç saatte Como kıyısında bugün Geroge Clooney’e ait malikanesinden Milano’ya gitmeye karar verir. Şoförünü uyandırır, Alfa Romeo’suna atlar, Milano’nun yolunu tutar. Arabayı Visconti kullanır. Hava kötü olduğundan yolu kontrol etmek için ayakta seyahat eden şoför Marzotti, o gece yaptıkları kazada hayatını kaybeder.
Visconti bu acıyla ülkeyi terk eder. Bir süre Akdeniz, Afrika’da seyahatlerle avunur. Sinema kariyeri ülkeye döndükten sonra başlar ve tüm bu suçluluk duygusunu hayatında da filmlerinde de bir gölge gibi taşır. Ustanın başyapıtlarından ‘Rocco e i suoi Fratelli’, Puglialı yani güney İtalyalı bir ailenin Milano’ya göç etme hikayesidir. Filmin çekildiği dönemde açlık sınırında yaşayan pek çok Puglialı Milano’ya göçer. Bugün Milano nüfusunun ciddi kısmını bu Puglialı göçmenlerin ikinci, üçüncü kuşak evlatları oluşturur. Visconti Milano’ya göç eden beş çocuklu dul bir annenin çerçeve hikayesinde, aynı sokak kadınına aşık iki boksör kardeş Simone ve Rocco’nun öyküsünü öne çıkarır.
Bir kış gecesi beş yolcu
‘Rocco e i suoi Fratelli’, Parandoni ailesinin trenden inip gece vakti Milano sokaklarında gideceği adresi aramasıyla başlar. Ailenin oğullarından biri Milano’ya daha önce göç etmiş, yine Puglia’dan göçüp refaha kavuşan bir kızıyla (Claudio Cardinale) nişanlanır. Taze göçmenler geldiğinde dünürlerin evinde bir kutlama vardır. Masada hasıra sarılmış tombul gövdesiyle kendini belli eden Chianti şarabını ısrarla gösterir Visconti. O zamanlarda fiaschetto şişedeki Chianti uygun fiyatlı masa şarabı demektir ama evde yapılan şaraptan da statü olarak bir sınıf yukardadır.
Filme adını veren Rocco (Alain Delon) eve girip de tam olarak ev halkına karışamadığı sahnede perdenin iyice kenarındadır. Bağıran çağıran onca İtalyan arasında, Visconti gibi bir otoritenin arkasında olduğu kameranın önündeki kırılganlığıyla parlar. Tam da olması gerekendir. Bu dünyadan değilmişçesine, kırılgan bir varlık, mecburen yer aldığı boks ringinde ise kendinden emin bir savaşçıya dönüşür. Visconti Delon’u gerçek boksörlerle dövüştürür, antrenman sahnelerinde ülkenin önde gelen boksörleri figürandır.
Alfa Romeo’nun fabrikası, Milano’nun tarmvayları, ailesinin Ortaçağ’da 100 yılı aşkın hükümdarı olduğu Milano’nun ana kilisesi Sant Maria Nascente Kilisesi…
Milano kendi içinde kötü bir yer olarak resmedilmez. Yeşilçam’ın kötü yola düşüren, yaşayanına meydan okuyan İstanbul’u gibi değildir Visconti’nin Milano’su. Çok çalışmak gerekir. Çalıştığında karşılığını alırsın. Burada asıl düşman Milano değil de göçtür. Sana ait olmayan bu ışıklı şehirde yolunu kaybetmek ya da verdiklerinden faydalanmak sana kalmıştır. Simone kendini kaybederken Rocco ailesi için kendini feda eden, suçluluk duygusu baş motivasyonu olan azizvari bir figüre, proleter bir meleğe dönüşür.
Dostoyevski’nin Alyoşa’sını hatırlatan bu karakteri Alain Delon eldiven gibi giyer üzerine. Yabancıdır, o dünyaya ait değildir, melek gibi bir yüze sabitlenmiş suçluluk dolu bakışları öyle eforsuzca taşır ki Rocco olur. Milano’nun ana kilisesinin çatısında tüm şehir melekler gibi ayaklarının altındayken abisinin de sevdiği kadın Nadia ile arasındaki sahne, filmin en yoğun sahnelerinden biri kabul edilir. Hiçbir şey onun suçu değildir, filmin en masum karakteri olmasına karşın şehrin en yüksek noktasında, “Benim suçum, hepsi benim suçum” diye haykırır. Sustuğunda ise aktörün gözleri suçluluk duygusunu haykırışından daha da yüksek tonda ifade eder.
Rocco başarılı olur. İlk geldiklerinde bodrum katında mutfakta uyudukları, mutlulukla sebze çorbası içtikleri evin yerini lüks olmasa da çok daha iyi durumda bir ev alır. Film başladığı gibi bir kutlamayla biter. Bu kez kendi evlerinde üstelik de köpüklü şarapla Rocco’nun ringdeki zaferini kutlarlar, bütün apartmanla birlikte.
Rocco’nun şahika anı, sevdiği kadını öldürecek kadar dibe vuran kardeşinin gelişiyle sona erer. Rocco ‘zeytin, ay ve gökkuşağı diyarı‘ dediği memleketine dönme hayali kurar Milano’daki en mutlu anında bile. Onun değil de en küçük kardeşi Luca’nın döneceği ipucunu bırakır Visconti filmin kenarına. Bugün Milano’da refaha kavuşup memleketine dönen yeni kuşak İtalyanların prototipidir Rocco’nun en küçük kardeşi Luca. Roccolar kendilerini feda ettikleri için daha iyi bir hayatları vardır…
“Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyin değişmesi gerek”
Visconti’nin bir sonraki filmi, Tommasi di Lampedusa’nın aynı adlı eserinden birebir uyarladığı ‘Gattopardo’ kitaba o kadar yakındır ki elinizde kitapla diyalogları takip edebilirsiniz. Burt Lancester’ın canlandırdığı Salina prensi Don Fabrizio Gerbera eski dünyadır. Alain Delon ise onun yeğeni Tancredi. Ailenin uçarı yakışıklısı Tancredi Garibaldi’nin güçlerine katılır, İtalya’yı birleştirmek, yeni bir dünya kurabilmek için savaşır. Yüksek idealler değil pragmatizmdir lokomotifi.
İlerleyen yaşına rağmen hala yakışıklı, güçlü kuvvetli, kudretli amcanın gölgesinde yaşadığı dile getirilemeyen rahatsızlığı yine Alain Delon’un gözleri sayesinde, bir tek kelime söylenmeden hissederiz. Sadece bakar Delon. Tancredi amcasının traş oluşunu izlerken, biz de gözlerindeki hayranlığa, gülüşündeki işgüzarlığa şahit oluruz. Visconti, Tancredi’nin davasına çok da saygı duymaz, gerekli bulmakla birlikte…
Filmin en önemli sahnelerinden birinde italyan edebiyat ve sinema tarihinin en ünlü, İtalya’ya, dünyaya dair söylenmiş en doğru cümlelerden birinin sesi olmak Alain Delon’a düşer. Birleşmeye ve yeğeninin bu uğurda savaşmasına karşı prensi tek cümleyle vurur Tancredi: “Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak her şeyin değişmesi gerek”.
Yapımcı iflas ettiren meşhur şölen ve dans sahnesinde ‘Rocco e i suoi fratelli’de gördüğümüz Chianti şişeleri yoktur masada. Sosyal sınıflarına uygun, içinde ne olduğunu bilmediğimiz ama Bordo tarzı şişeleriyle başka bir sınıfa işaret eden şaraplar vardır. Sicilya’ya özgü badem ezmesi, lor ve meyve şekerlemesiyle yapılan cassata tatlıları yemeğin verildiği salon kadar baroktur.
Visconti bu muazzam sahne için mum ışığı aydınlatma kullanma konusunda ısrarcıdır. Sürekli eriyen ve devamlılığı bozmasın diye sürekli değiştirilen binlerce mum arasında Claudia Cardinale ve Burt Lancester, hayatta kalması imkansız bir dünyanın kapanış valsini yaparken, Tancredi onları izler. Tek kelime söylemeden, en ufak mimik olmadan Alain Delon’un gözleri amcaya duyulan hayranlığı, kıskançlığı, yetersizlik duygusunu, hırsı, sevgiyi sadece bakarak anlatır.
Zamane aşığı olarak Alain Delon
Delon, iki Visconti filmi ‘Rocco e i suoi Fratelli’ ile ‘Gattopardo’ arasında bir başka İtalyan duayen Michelangelo Antonioni’nin çağdaş aşk hikayesi ‘L’Eclisse’de Romalı borsacı Piero’yu canlandırır. Karşısında güzelliğiyle, oyunculuğuyla muazzam bir Monica Vitti vardır.
Antonioni’nin en sevdiği filmi ‘L’Eclisse’i ilk kez, uçak koltuğundan bozma salonuyla Roma’nın en küçük, en tuhaf, en koca ruhlu sineması Azzuro Scipioni’de Antonioni’nin yan koltuğunda izlemiştim. Sonrasında da hem yönetmenin hem de italyan sinemasının en sevdiğim filmlerinden biri oldu ‘L’Eclisse’.
Antonioni faşizm projesi olarak doğan, o dönemde hala inşasına devam edilen mahallesi EUR ile Roma’nın tarihi merkezi arasındaki tezatı filmin kahramanlarından biriymişçesine kullanır bu filmde. Roma, mahallelerinin, evlerinin ruh haliyle içinde yaşayan insanın ruhuna ayna olur. Vitti ve Delon borsada tesadüfen tanışıp sohbet etmeye başlar, bir kahve yemeğe, yürüyüşe nihayetinde aşka dönüşür. Bu iki güzel insan ve melankolinin yönetmeni ortada hüzünlenecek hiçbir şey yokken izleyiciyi tekinsizlik dalgalarına savurmayı başarır. Sahnelerin sıradanlığı, doğallığı, oyuncuların oynamaması o kadar gerçek bir dünya yaratır ki izleyici değil adeta dikizcisinizdir. Güneşe yakınlaştıkça erimekten korkan bu iki genç insanın mutluluklarındaki melankoliyi Vitti ve Delon ürkütücü bir güçle perdeye yansıtırlar.
Filmin en meşhur sahnesinde aşk ve aylaklıla geçen bir öğleden sonra Vitti, Delon’un tarihi merkezdeki klasik, geçmişe dair evinden çıkarken sarılırlar. Delon en duru haliyle Vitti’ye, “Yarın görüşürüz” der. Sevgilisinden onay alınca “Yarın, sonraki gün, ondan sonraki gün” diye devam eder. “Ve ondan sonraki, daha sonraki ve daha sonraki gün” olur aldığı cevap.
Sonunda o akşam buluşmaya karar verilir. Vitti evden çıkar. Delon işine dönmek üzere evin içinde odalar arasında yürürken gözlerinde mutluluğun ve umudun yerini önce endişeye sonra umutsuzluğa bıraktığını görürüz. Birkaç saniye içinde sadece yürüyerek bir aşığın dört mevsimini gösterir izleyiciye.
Filmin geri kalanında iki başrol oyuncusunu görmeyiz bir daha. Buluşacakları noktada ikisinden birinin, ikisinin birlikte perdede belirmesini bekleriz umutsuzca ama Antonioni akan suyu, şehri, boş otobüs duraklarını, yolda yürüyen insanları, göğü, ağacı, değişen ışığı gösterir… Kahramanlarımızın olmadığı, onların ne aşklarını ne de korkularını umursamayan, onlara rağmen akıp giden bir gün batımında iyi biteceği sinyalleri vermeyen bir hikayenin yüzümüzde bıraktığı hoşnutsuzlukla kalakalırız.
Plein Soleil
Delon’un ilk önemli işi ve bir ‘Akdeniz noir’ı olarak tanımlayabileceğimiz Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan, Rene Clement imzalı ‘Plein Soleil’, İtalyan-Fransız ortak yapımı tamamen İtalya’da geçen bir film. Doksanlarda Anthony Minghella tarafından Jude Law ve Matt Damon’lı bir versiyonu çekildi. Son zamanlarda da Netflix’te yayınlanan dizisiyle konuşuluyor. Dizinin geçtiği mekanlar Instagram turistinin akımına uğruyor. Bundan bir hafta önce bir arkadaşım Netflix’teki ‘Talented Mr. Ripley’ dizisini izleyip izlemediğimi sorduğunda cevabım, “Alain Delon’un canlandırdığı Ripley üzerine gül koklamam” olmuştu.
Rene Clement Roma-Napoli-Procida-Ischia hattında, tüm sıcak renklerle tezat içinde bir hikaye örgüsü yaratır. Alain Delon’un çabasız bir şekilde melek yüzlü şeytan Ripley’ye dönüştüğü film Highsmith’in hikayesinin beyaz perdede gelebileceği en yüksek nokta gibi gelir bana…
Artık olmayan bir İtalya’yı gösterdiği için de ayrıca değerlidir. ‘Plein Soleil’ gibi filmlerin, 50’li 60’lı yılların ‘tatlı hayat’ına öykünen bir simulakrından başka bir şey değil artık bu güzelim balıkçı kasabaları.
Bir ilüzyon içinde dahi olsa günümüzdeki gerçeğinden aslına daha yakın bir kopyayı kare kare zamanın içine hapseder Clement. Delon güneş gibi güzelliğiyle, güneşin altında işlenen suçu, vicdansızlığı, hırsı sadece var olarak ve de yine en çok da gözleriyle oynar.
Cannes’da vedası
Uzun yıllardır depresyonla mücadele eden Delon, ölümünden birkaç sene başladığı yerde, Cannes’da aramızdan ayrılmıştı bir anlamda. Kariyerine verilen ödülü alırken, “Bu Altın palmiye’yi istemiyordum. Bu ödülü asıl hak eden ben değilim, çalıştığım yönetmenler Visconti, Rene Clement, Melville, Jacques Deray… Onlar artık olmadıkları için, onların adına kabul ediyorum bu ödülü” demişti göz yaşlarını güçlükle tutarak. “Yıldızsam sayenizde” dediği izleyici önünde artık ‘gitmek‘ istediğini itiraf edip gitmeden herkese teşekkür edebilme fırsatı için minnettar olduğunu söyleyerek tartışma yaratan Altın Palmiye’sini kucaklamıştı.
Dönemdaşı bir başka efsane Jean Paul Belmondo, Ennio Morricone’nin eseri eşliğinde dünyayı göz yaşları içinde bırakarak devlet töreniyle uğurlanırken oradaydı Delon.
Kendi cenazesinin aile içinde yapılmasını ve çiftliğine gömülmek istediğini pek çok kez dile getirmişti. Tam da istediği gibi, aile içinde düzenlenecek katolik ritüeliyle cumartesi günü kendi topraklarında toprağa verildi.
Tanımadığı bir insanı bu kadar samimiyetle sevebilmesine hayran kaldığım çömezlik dönemi editörüm, hocam, büyük Alain Delon hayranı tiyatro eleştirmeni Rengin Uz’a taziyelerim ve başyapıtlarla dolu bir kariyere saygıyla…