MURAT SEVİNÇ
Hem ülkenin, hem dünyanın geleceğine ilişkin en büyük umut bu. Günü geldiğinde, şimdi minicik olan çocuklarımızın bize ve bugün yaşadıklarımıza, konuşup tartıştıklarımıza bakıp hayret edeceğini bilmek, dilemek.
Anadilde eğitim hakkı, Karl Marx, Greta Thunberg…
Birkaç yüzyıl öncesini düşünelim. Önce buharın kullanılması, ardından doludizgin Sanayi Devrimi. El emeğinin giderek önemsizleşmesi ve kendilerini hiç yorulmayan makineler karşısında çaresiz hisseden, ekmek için şehirlere koşmuş sersefil insanlar. İş bulabilenler günde on yedi saat çalışıyor. Kadınlar, sekiz dokuz yaşındaki çocuklar. Akıl almaz bir sömürü.
Sömürülenler ne yapacaklarını bilemez halde önce makinelere saldırıyor. Sonra bakıyorlar bu yol yol değil, işçi örgütlenmeleri doğuyor. Sanayinin gelişmesi, burjuvazinin karşısına yeni bir sınıf çıkarıyor. Çocuklarından başka bir şeyi olmayanlar, proleterler.
Yıllar öncesinde çaresizce makinelere saldıran emekçiler 1848’de Avrupa’yı sarsar hale geliyor. Bakın, sadece bir insanın ömrü süresinde oluyor bunlar. Marx ve Engels’in “Avrupa’da bir heyulâ dolanıyor-komünizm heyulâsı,” satırlarını yazdığı yıl. Cümle (Tanıl Bora çevirisiyle) şöyle devam ediyor Manifesto’da:
“Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu heyulaya karşı bir sürek avında birleşmiş durumdalar. Papa da, Çar da, Metternich de Guizot da, Fransız radikalleri de Alman polisleri de.”
‘Yeni’ olan doğarken, eski düzen onu bir tehdit olarak algılamaya başlıyor tabii. Karalama kampanyaları, şiddetle bastırma çabaları vs. Daha önce de bir iki kez yazmıştım, örneğin Fransa’da, Bonaparte’ın yeğeni olan Louis Napoleon, kadınlar dışındaki tüm seçmene ‘genel oy’ hakkı tanınmasından çok memnun bu dönemde. Çünkü bu sayede işçi sınıfına karşı muhafazakâr köylüleri yanına alıyor. Kilise’nin işçi sınıfına karşı burjuvaziyle saf tuttuğunu hatırlatmaya gerek yoktur herhalde!
Kapitalizm, tarihi boyunca kendi konumunu sarsma ihtimali olan her hareket ve düşünceye pervasızca saldırdı. Yasakladı, işgal etti, yok etti, çok farklı araçlarla sömürdü, gün geldi devletleştirdi, gün geldi özelleştirdi. Bu yolda eğitimi kullandı, sanatı kullandı, medyayı kullandı, dini kullandı, askeri gücünü, hukuku, mahkemelerini kullandı. Tarihin en etkili ve kuşkusuz en yaygın, en başarılı ‘üretim biçimi’ haline geldi.
Fakat her güzel şeyin bir sonu var! Tarihin bu aşamasında kapitalizm, artık baş aşağı gidiyor. Sona eriyor. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi nasıl her şeyi altüst ettiyse, günümüz ‘bilişim devrimi’ de son derece sarsıcı ekonomik, sosyal, siyasal sonuçlar doğuruyor, her şey tepetaklak oluyor.
Çok karmaşık olmayan bir gerekçeyle: Kapitalizm ‘emek sömürüsüne’ dayanır. Artık değere. Bilişim devrimi, çok daha az insanın çalışmasıyla yüksek verimlilik elde edilmesine olanak tanıyor. Haliyle, üretim araçlarındaki büyük gelişme artık geçim için öyle herkesin çalışmasına gerek bırakmayan bir evreye ulaşılmasını sağladı. Mesele şu: teknolojik olanaklarla artan verimlilik, nasıl ve kimler tarafından bölüşülecek? Üç sermayedarın elindeki servetin Afrika Kıtası’na denk oluşu, ne kadar sürdürülebilir? Ne olacak? Ciddiye alınması gereken düşünürlerin vardığı nokta şöyle özetlenebilir: “Ya halklar gereğini yapıp kapitalizme son verecek, ya da dünya çapında barbarlık devri yaşanacak.”
Bu da demektir ki, eğer biraz daha yaşamayı başarabilirsek, dünya çapında çok heyecan verici ve zorlu bir değişime tanık olacağız.
Türkiye’de yaşadığımız her şey ama her şey, iki yönü olan bir kırılma nedeniyle yaşanıyor. İlki, kendi tarihimizden kaynaklı sorunlar. İkincisi, dünyadaki altüst oluşun etkisi. Aynı anda.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında, kurucu babalar tarafından verilen bazı kararların muhtelif sonuçlarıyla bugün yüz yüzeyiz aslında. Halının altına süpürülen ne var ne yok ortalığa saçıldı. Barış Ünlü’nün, ‘Türklük Sözleşmesi‘ kitabında tarihsel serüvenini derli toplu biçimde anlattığı, Füsun Üstel’in ‘Makbul Vatandaşın Peşinde‘ adlı çalışmasında betimlediği, ‘Sünni-Türk yurttaşlık’ tercihinin, tutan ve tutmayan yanlarıyla karşı karşıyayız. Ha keza, yine kuruluş aşamasında yapılan ‘sınıfsal-ekonomik’ tercihlerin sonuçlarıyla da. Nihayetinde hayli genç bir devlet Türkiye Cumhuriyeti ve bazen kuruluşun tamamlanması uzun zaman alabiliyor. Bu konuyu önümüzdeki yazıda açmayı istiyorum.
Dünyanın geldiği yerde, bir yandan çöken kapitalizmin yeni muhafızları olan ceberut liderler iktidara gelirken, diğer yanda tüm gelişmiş demokrasilerde ve giderek yayılan bir biçimde halk hareketleri yaşanıyor. Hareketlerin güncel şekli, iklim protestoları.
Doğrudur, tüm demokratik ülkelerde seçimleri saçma sapan siyasetçiler kazandı; buna mukabil İsveçli 16 yaşında bir kız çocuğu, başlattığı iklim protestosunu tüm dünyaya yaymayı başardı. Tekneyle okyanusu geçip ABD’ye vardı ve BM’de konuştu, toplantılara katıldı. Bunlar, takdir edersiniz ki bilişim devriminin sağladıkları sayesinde yapılabiliyor büyük ölçüde.
Peki, ABD’deki Thunberg’in konuşması sonrasındaki tepkileri izlediniz mi? Doğmakta olanın temsilcisi olan Greta, müesses nizamın ‘heriflerini’ çileden çıkardı. Öncelikle hepsi bir şeyler söylemek zorunda hissetti. Putin, diğerleri vs. Kayıtsız kalamadılar ve akıllarınca küçük düşürmek istediler. Oysa üç beş yıl sonra hiçbiri olmayacak ve dünya Greta ile yaşıtlarının sesinin duyulduğu bir küreye dönüşecek.
Ya da, dünya yok olacak. Başka seçenek kalmadı.
Buzullar eriyor, okyanusların durumu vahim, ormanlar yanıyor, ısınıyoruz, susuzluk kapıda… Bir felaket bekliyor yeryüzünü, hepimizi. Kudurgan kapitalizmin, doymak bilmeyen iştahımızın marifeti.
Gazete Duvar’da İrfan Aktan, Türkiye’deki en önemli kamu hizmetlerinden biri olduğunu düşündüğüm Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra ile bir söyleşi yaptı.
Madra, haklı olarak, “Ya devrim olacak ve kurtulacağız ya da yok olacağız,” dediği söyleşide, Greta’nın ‘dünya liderlerinin çanağına tükürdüğünü’ belirtiyor. Ve öyle bir tükürdü ki, parmaklarının ucunda nükleer silah olan muktedirler, 16 yaşındaki genç bir insana had bildirmekle meşgul. Zavallılar. Gidiciler ve kapitalizm, can çekişmesini uzatmak için bu adamlara muhtaç.
Tabii bu sistem, ölme aşamasında bir iki kez daha nefes almak için her şeyi deneyecek. Fakat diğer yandan, aldığı nefesin sayılı olduğunu fark eden milyonlarca insanın uyanmasını da engelleyemiyor.
Muhtemelen bir ‘dünya yurttaşlığı’ düşünce ve arzusunu da güçlendirecek olup bitenler. Amazon’da yanan ormanlar benim oksijenimi yok ediyorsa, yeryüzündeki konumuma ilişkin düşüncelerimi ya da hayallerimi nasıl Edirne şehri ile sınırlayabilirim? Çernobil, bizi de kanser etmedi mi? Eh o zaman?!
Diyeceğim, heyecan verici bir büyük dönüşüm yaşıyoruz. Egemen sınıflar direniyor. Aklı başında insanlar da! Sistem muhaliflerinin sayısı hızla artıyor. Milyonlarca insan şehir meydanlarını dolduruyor. Malum, “bir toplumdaki egemen düşünce, egemen sınıfın düşünceleridir.” Ve yine bilindiği gibi toplumsal/siyasal kültürün değişimi, maddi alandakiyle eş zamanlı olmuyor. Daha yavaş gerçekleşiyor. Herhalde Kürt sorununun çözümünün zorluğunun nedenlerinden biri de bu, bizim açımızdan.
Pantolon cebinde 21. yüzyılın olağanüstü teknolojisini taşıyıp tek tuşla yurt dışındaki tanışıyla görüntülü görüşebilen biri, siyasi görüşlerinde 19. yüzyıl değerlerini savunabiliyor. ‘Akıllı evde’ oturan biri, nasıl olup kendisini 1930’lar ideolojisiyle tanımlar? Olabiliyor işte.
Kişisel olarak, bugün anadilde eğitimin bir hak olarak ‘tartışılmasını’ dahi, hadi hafif tabirle ‘ayıp’ buluyorum. Son derece ilkel bir eğilim bu. Kuşkusuz ilkellik de bir tercihtir ancak başkalarının yaşamını çekilmez hale getirmemek kaydıyla. Bu devirde böyle şeyleri konuşmak, insanların en temel bazı haklarını neredeyse bir lütufmuş gibi algılamak…
Anadil, bebekken dinlediğimiz ninnidir.
Ben, hiç kimsenin anasının dilinde eğitim alma ‘hakkı’ üzerinde karar verme ‘yetkisine’ sahip değilim.
2019 yılının sonunda bu konuların konuşulmasını dahi çok tuhaf buluyorum. Herkesin ‘yadırgamasında’ büyük yarar var.
Kürt sorununa dair (!) ikinci yazı da böyle bitsin dilerseniz: Yadırgamayı deneyebiliriz! Maddi/teknolojik alandaki ilerleme ile zihinsel ilerlememiz arasındaki tezadı fark edebiliriz. “Bu konuda ahkâm kesmek hakkımız mıdır?” sorusunu yöneltebiliriz kendimize. Böylece, ‘artık’ bazı şeylere hakkımız olmadığını fark ederiz belki!
Umuyor ve tahmin ediyorum çocuklarımız yıllar sonra, 21. yüzyılda anadilde eğitim yasaklarını tartışan bizleri, ana babalarını çok kötü anacak. İyi ki öyle olacak…