BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Bundan tam yüz yıl önce Batı Anadolu’nun kaderini belirleyecek kanlı boğuşma bu topraklarda yaşandı. Bugünkü siyasi haritaların çizildiği dönüm noktası Türkiye’nin lehine geçildi; belki de sadece İzmir ve Ege kıyıları değil, İstanbul’un ve Trakya’nın da ulusal sınırlar içinde kalması bu askeri zaferle sağlandı. Türkiye’nin kurucu hikayesinin önemli parçalarından biri olan Büyük Taarruz, sadece bir ordu bayramı olarak kalmadı aynı zamanda bir ulus yaratmaya giden olaylar zincirinin dışarıyla mücadele kısmının büyük ölçüde kapandığı ve zaferle taçlandığı dönüm noktası oldu.
İktidarın yıllardır devam eden kutuplaştırma, kendi kitlesini diri tutmak için içeride düşman yaratma politikalarının sonucu olarak artık bayramlar amacının tamamen dışında, iç gerginliklerin boşalma vesilesine dönüyor. Zaferin simgelerinden birisi olan İzmir Marşı, işgalci bir düşmana karşı kazanılan zaferin değil, on yıllardır muhalefete sıkışmanın ezikliğini yaşayan seküler kitlelerin moral şarkısına dönüşüyor. Mustafa Kemal de Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanından çok modern hayat tarzına sahip insanların koruyucu tılsımı haline dönüşüyor. Oysa yüz yıl önce bu coğrafyada yaşanan savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın tali bir uzantısı gibi görülse de Anadolu coğrafyasında yaşayan topluluklar açısından bir kader mücadelesiydi. Yunan ordularının Anadolu’da tutunamayacağının anlaşılmasından sonra siyasi sınırlar bugünkü gibi çizildi. Ancak her iki tarafın da homojen topluluklar yaratma isteği kişisel trajedilerin sonuna gelinmediğini gösteriyordu. Nüfus mübadelesiyle Anadolu ve Trakya’daki Rumlarla, Yunanistan sınırlarında yaşayan Türkler yer değiştirdi; milyonlarca insan yurtlarını terk etmek zorunda kaldı.
Bugünün dünyasında kabul edilemez görülen bu acılar, ölümüne bir mücadeleden çıkan iki devletin, Türkiye ve Yunanistan’ın daha sonra iyi ilişkiler kurmasına engel olmadı. Otuzlu yıllarda iki ülke adeta bir balayı yaşayarak karşılıklı üst düzey ziyaretlerle uluslararası siyasetin ne kadar değişken olabileceğini de gösterdi. Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın, İsmet İnönü’nün Atina’da coşkuyla karşılanmasını içeren görüntüleri paylaşarak iddia ettiği gibi böylesi sıcak bir atmosferin sebebi Türkiye’nin Lozan’da yumuşak davranması değildi. Bilakis herkesten daha çok Venizelos kalıcı olarak İstanbul’a, Trakya’ya ve Batı Anadolu’ya yönelik hayallerinin bittiğinin farkındaydı. Aynı şekilde Atatürk’ün doğum yeri Selanik’in, Batı Trakya’nın, Makedonya’nın kaybedildiğini de Türkiye’nin kurucu kadroları biliyordu. Bununla birlikte düşmanlıkları sonsuza kadar sürdürmenin, kaybedilmiş olan şeylerin arkasından yas tutmaya devam etmenin bir faydası olmadığının farkındaydılar. Mussolini İtalya’sının Akdeniz’de Roma İmparatorluğu’nun yeniden canlandırma hayallerinin de yardımıyla Ege’nin iki yakasının bir araya gelebileceğini herkesten önce çok kanlı bir savaşın tarafları gösterdi. Yugoslavya ve Romanya’nın da katılımıyla 1934’teki Balkan Paktı’na giden süreç, bölgede statükoyu korumak isteyen ülkelerin dayanışmasını ete kemiğe büründürdü. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı yıllarında iş ciddiye bindiğinde her koyun kendi bacağından asılacaksa da eski düşmanların gerektiğinde birbirine sırtını dayayabildiği de gösterilmiş oldu. Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Demir Perdenin arkasında kalan Romanya olmadan imzalanan Pakt bu defa Sovyet karşıtıydı ve Tito Yugoslavya’sını dolaylı olarak birlikte NATO’ya üye olmuş Türkiye ve Yunanistan üzerinden Batı ile bağlıyordu. Velhasıl koşullar gerektirdiğinde Ankara ve Atina el ele verebiliyordu.
Kıbrıs sorununun patlak vermesine kadar süren bu balayı yılları her iki ülkenin dost olmasını isteyenlerin hala hayallerini süslemeyi sürdürüyor. Ancak o zamanki yakınlaşmayı sağlayan jeopolitik koşullar devam etmedi, her iki ülkenin safları sıkılaştırmasına sebep olan ortak tehdit ortadan kalkınca herkes kendi yolunda devam etti. İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekileceğinin anlaşılmasıyla başlayan kriz yarım yüzyıl kadar önce TSK’nın müdahalesiyle fiili bir taksime dönüştü ama siyasi bir çözüm Kaf dağının ardında kalmaya devam ediyor. Ege’deki çözümsüzlük ise son yıllarda aynı parametrelerle Doğu Akdeniz’e sıçramış durumda. Güney Kıbrıs’ın sürdürdüğü sondaj çalışmalarına Türkiye’nin de cevap vermesi ve AB’nin konuya dahil olması anlaşmazlık maddelerini artırıyor. Türkiye hem Güney Kıbrıs’ın adadaki Türkleri karar süreçlerinden dışlayarak verdiği sondaj izinlerinin meşru olmadığını söylüyor hem de Münhasır Ekonomik Bölge iddiaları Güney Kıbrıs’ınki ile çakışıyor. Böyle bir çakışmanın yaşandığı Blok 6’da önce Calypso, birkaç gün önce de Kronos-1’de doğalgaz keşiflerinin yapıldığı haberleri gerilimi artırma potansiyeli içeriyor.
Bu anlaşmazlık konuları bir kenarda durur ve sayıları artarken, Yunanistan’ın daha yüksek perdeden bir politika izlediği de gözlemleniyor. Gerçi bizde de aralarında iktidarın küçük ortağının da olduğu şahinler kanadı Ege adalarını Türkiye sınırları içinde gösteren haritalar yayınlayarak tırmandırmaya katılıyor fakat asıl somut adımlar Atina’dan geliyor. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı sorunları da fırsat bilerek bilinçli bir politika tercihi olarak bu adımları attıklarını, Miçotakis’in ABD ziyareti sonrası yazdığım yazıda ele almıştım. Erdoğan’ın sert tepkisine yol açan bu tutumda bir değişiklik göremiyoruz, bilakis en son Türk uçaklarına yapılan radar kilitlemesi olayında da görüldüğü gibi işin tırmanmasının önü açık. Üstelik son radar kilitleme olayı Ege üzerinde alışık olduğumuz it dalaşlarında değil, NATO görevi kapsamında refakat görevi yapan savaş uçaklarına yapıldığından daha da vahim görünüyor. Yazın başındaki gerilimin turizm sezonu sebebiyle bir miktar hafiflemesinin ardından yeniden sorunlu bir sonbahar önümüzde duruyor olabilir. Abdülhamid Han sondaj gemisinin faaliyete geçmesini de Türkiye’nin bir karşı adımı, ama hem Yunanistan’la hem AB ile sıkıntılı zamanların habercisi olarak görebiliriz.
Yüz yıl önce Yunanistan’ın Batı desteğiyle geldiği Anadolu’da ağır bir bedel ödeyip geri çekilmesi bugün de aynı hesap hatasını yaptıkları anlamına gelmiyor elbette. Her dönemin koşulları farklı. Türkiye’nin başta ABD olmak üzere Batı ittifakı ile frekans tutturamamasından kaynaklanan boşluğu Yunanistan büyük bir memnuniyetle dolduruyor. Ankara’nın F-35 projesinden dışlanmasından sonra Yunanistan’ın beşinci nesil uçakları filosuna katma taleplerinde mesafe aldığı görülüyor. Üstelik bu, Türkiye’nin F-16 modernizasyonunu bile bazı olumlu gelişmelere karşın henüz nihayetlendiremediği bir ortamda oluyor. Atina, son on yılda Türkiye’nin herkesle kavga ettiği zaman diliminde sadece kendisini uygun bir alternatif olarak Batı’ya sunmakla kalmadı ayrıca İsrail ve Mısır gibi bölge oyuncularıyla da bağları sıkılaştırdı. Şimdi Türkiye, şarkıcı tutuklamaktan arta kalan vakitlerinde, bu gediği kapatmak için adımlar atıyor ama kaybolan zamanın, rakibe açılan alanın bedelini de ödemeye devam ediyor.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilimin somut gerekçeleri olduğunu kabul edelim. Üstelik iki ülkenin de bunları göz ardı ederek kol kola girmesini sağlayacak ortak bir hedef de yok. Hepsinden önemlisi Atina, hem AB üyesi olmanın hem de ABD’nin son yıllarda Türkiye’ye soğuk tutumunun avantajını kullanmak istiyor. Bütün bunlar bir çırpıda üstesinden gelinebilecek güçlükler değil, bunca yılın birikimiyle bu noktaya gelindi. Ancak kimilerinin iddia ettiği gibi AB de ABD de Yunanistan’la kurdukları ilişkilere güvenerek Türkiye’yi gözden çıkaramayacaklardır. Bugünkü konjonktürün doğurduğu bir sıkışıklığı kalıcı bir tercih gibi düşünmemek gerekir.
Yüz yıl önce Kurtuluş Savaşı’nda mağlup ettiğimiz Yunanlılar da ondan bir yüz yıl kadar önce bağımsızlığını Osmanlılardan kazanmışlardı. Aradan geçen bunca zaman sonra suların durulduğunu, taşların oturduğunu söylemek de maalesef mümkün değil. En azından iki taraf da güç mücadelesini çatışmaya vardırmadan sürdürür diye umalım. Hem Yunanlıların üstüne alınmasına gerek yok, biz İzmir Marşı’nı artık birbirimizi denize dökeriz diye söylüyoruz.