ECE PİROĞLU
ecepiroglu@diken.com.tr
@EcePIROGLU
Türkiye’de yaşıyor ve özellikle 20’li yaşlardaysanız daha çok hissettiğiniz sıkışmışlık ve işsizlikle ilgili dertlerinizi ‘Sanki Her Şey Biraz Felaket’ filmiyle absürt bir şekilde anlatıyor Umut Subaşı…

İlk gösterimi bu yıl Rotterdam Film Festivali’nde yapılan film, Adana Altın Koza Film Festivali’nden ‘en iyi film’ dahil dört ödülle döndü.
Özellikle son yıllarda hepimizin içinde olduğu o çaresizlik, sıkışmışlık ve kapana kısılmışlık hissini dört gencin birbiriyle kesişen hayatları üzerinden işleyen Subaşı, alışılmışın dışında bir anlatım kullanıyor.
Sanki hep bir ağlama hissinin hakim olduğu film, buna karşılık izleyiciyi ağlatmıyor, güldürüyor!
Adana’da ödül töreninden önce Subaşı’yla filmin çıkış noktasını, oyuncu seçimlerini, anlatım biçimini konuştuk.

Bu rahatsızlığı teşhis etmek istiyordum
Filmde sıkışmışlık, yurt dışına kaçıp kurtulma isteği, işsizlik gibi özellikle genç kuşağın daha içinde bulunduğu sorunları görüyoruz, kendi yaşadıklarınız üzerinden mi bu hikayeyi kurdunuz yoksa var olanı anlatma isteği mi? Çıkış noktanız neydi?
Bahsettiğin şeyler aslında film yaparken başta ortaya çıkan şeyler değil. Ben bugünlere dair bir film yapmak, bu rahatsızlığı teşhis etmek istiyordum. Bahsettiğin bu şeyler ondan sonra geliyor. İşsizlikle ilgili bir film yapayım diye ya da burada kendine gelecek göremeyip yurt dışına kaçan bir karakterin filmini yapayım diye yola çıkmadım. Ama bu genel durumla hareket ettiğimde onlar zaten otomatik olarak geldi. Bazıları benim de yaşadığım belki hala yaşamaya devam ettiğim, bazıları ise yakın arkadaşlarımın yaşadığı etrafımda gördüğüm, hissettiğim şeyler.
Arkadaşlarımın büyük bir bölümü yurt dışında hayatına devam ediyor. Dolayısıyla ben yurt dışına gidip yaşamasam da bu benim hayatımın bir parçası. Ve bugünleri tanımlayabilmek için de aslında olan biten bazı şeyleri çiğ olmadan, olabildiğince filmin içine yayılmış bir şekilde aktarmak istedim.
Bunu anlatırken biraz da risk alıyorsunuz, absürt mizah denir mi bu anlatıya?
Bu benim kısa filmlerimden getirip devam ettirdiğim, oluşturmaya çalıştığım bir ton. Absürt mizah gibi tanımlamalar yapmak istemiyorum. Kendime ait bir stil, ton yaratmaya çalışıyorum. Evet mizahi bir yanı var tabii ki filmin ancak olan biteni böyle anlatmak çok bilinçli bir tercihti.

Birbirinden absürt haberler
Zeynep karakterinin ses bandına okuduğu Türkiye gündemine dair haberleri seçerken nelere dikkat ettiniz?
Aslında şöyle birbiriyle alakası olmayan ve her birinin birbirinden tuhaf olduğu haberlerdi. Komik ama gerçek olmasından dolayı acı aynı zamanda. Dolayısıyla şuna da temas edeyim buna da temas edeyimden ziyade genel durumun, olan bitenin tuhaflığını ifade etmesi önemliydi benim için.
Bilinmeyen oyuncularla oynamak istedik
Oyuncu kadrosunu pek tanınmayan, yüzlerine aşina olmadığımız kişilerden oluşturmuşsunuz. Bu özellikle tercih ettiğiniz bir durum muydu, cast seçimleri nasıl oldu?
Bizim en başından beri aldığımız bir karardı, yeni oyuncularla çalışmak istedik. Daha önce bilinmeyen, ilk kez sinema filminde yer alacak birilerini bulmak istedik. En zor kısmı ise oyuncunun kendi başına o karakter için iyi olması yetmiyordu, kombinasyonlar vardı. Mesela kızların kendi içinde, oğlanların kendi içinde, kızlar ve oğlanların kendi içinde bir uyumu olması gerekiyor. Dolayısıyla bu ahengi yakalamak cast sürecinde en zor şeydi. Bir de tabi Ayşe’yle Mehmet’i canlandıran oyuncuların filmin bir kısmını İngilizce oynuyor olmaları da o role oyuncu bulmakta bizi zorladı. Ama sanırım şanslıydık diyebilirim öyle aylar süren yüzlerce oyuncuyla görüştüğümüz bir süreç değildi.

Onların sinema anlayışlarına ters gelen şeyler yapıyorum
Film ulusal ve uluslararası bir çok festivali gezdi, izleyicilerden gelen ilk izlenimler neler?
Genel olarak hissettiğim şey olumlu bir hava olduğu konusunda. Ama tabii ki sevmeyeni de var. Bence keskin bir film, o yüzden sevmeyenleri de anlayabiliyorum, çünkü onların ‘sinema anlayışlarına’ çok ters gelecek şeyler yapıyorum. Genel zevke göre bazı kabul edilemez şeyler var, bütün film boyunca özdeşliği kırmaya çalışıyoruz mesela.
Normalde herkes ‘Seyirciyi karakterlerimle kucak kucağa getireyim ve film boyunca götüreyim’ istiyor bem tam tersini yapıyorum, bu mesafeyi yaratıyorum. Hem sevenlerin hem sevmeyenlerin olmasını seviyorum, orta bir yolda kalmıyor olması benim için çok iyi. Yurt dışında da film burdaki gibi algılanıyor. Bu da bana filmin evrensel nitelikte bir yapım olduğunu gösteriyor.
Yurt dışındakiler Türkiye politikasıyla ilgilenmiyor
Genelde filmlerin yurt dışındaki eleştirileri ve Türkiye’deki eleştirileri arasında fark olurdu. Sizin filminizde öyle bir fark olmadı o zaman?
Öyle bir şeyi hiç hissetmedim. Gelen sorular da benzer sorular, seyircilerin yaklaşımı da. Tabii yurt dışında birçok insan bu filmin Türkiye politikası kısmıyla çok ilgilenmiyor. O zaten filmin çok ön plana çıkardığı, var olmaya çalıştığı bir pozisyon değil. Onlar için bu filmde bu çok önemli değil, daha çok insan hikayesine bakıyorlar. Kendi hayatlarına benzeyen, yaşadıkları problemleri gördükleri için iletişim kuruyorlar. Filmin yurt dışında olmasını sağlayan şey aslında filmin o özü ve her yerde bunun çalışabiliyor olması hoşuma gidiyor.

Seyirciler acısınlar, üzülsünler, alay etsinler istemedim
Filmdeki dört karakteri eşit olarak görüyoruz, biri ön plana çıkmıyor bu da sanırım sizin bilinçli bir tercihinizdi…
Karakterlerin nerdeyse sahne sayıları bile eşit olabilir. Yönetmen olarak benim onlara mesafem aynıydı. Birini daha çok sevip birini antipatik gösterme gibi bir çabam yok. Bu yüzden seyircilerden birisi bir karakteri daha çok yakın buluyor kendine, diğeri şu antipatik diyor, öteki hayır ben ona kendimi daha yakın hissettim diyor. Bunu da sağlamak için aslında yönetmen olarak seyirciyle karakterler arasında çok hassas bir konumlandırma ve denge yapmaya çalıştım. Seyirciler karakterlere ne acısınlar, ne üzülsünler ne de onlarla ‘Aa ne kadar salaklar ne hallere düşürdüler kendilerini’, ‘Çok üzülüyorum ne haldeler’ diye alay etsinler istedim. O benim sinema anlayışımın en azından bu film için çok dışında, benim istediğim seyircinin daha dışarıda kalmasıydı.
Bunun yanında da çok tuhaf şekilde insanlar hem bunu sağlayıp hem de bir şekilde karakterlerle yakınlık kuruyorlar. O da belki de bu filmin alameti farikası oldu.

Bu stili geliştirmeye devam edeceğim
Umut Subaşı sinemasında ilerleyen dönemlerde neler izleyeceğiz, bu anlatım şekli devam edecek mi?
Devam ettirmek istiyorum, adım adım oturtmaya çalıştığım bu stilde. Ama bu yolda çok daha beklenmedik yerlere gitme eğilimim de olacaktır diye düşünüyorum. Şu an her şey benim için çok taze, sanırım kısa vadede bu stili geliştirmeye devam etmeye çalışacağım gibi duruyor.