
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Soğuk Savaş sonrası uluslararası siyasette en çok duyulan kavramlardan birisi oldu belki terör.
Kör şiddet eylemleri elbette son 30 yılda başlamadı. İsteyen konuyu Haşhaşilere götürür, isteyen anarşistlerin 19’uncu yüzyılda önemli kişileri hedefleyen suikastlarından dem vurabilir.
Toplum olarak terör lafını duymaya alışığız. 12 Eylül darbesi, öncesindeki terör eylemlerinin önlenememesiyle ve güvensizlik ortamıyla meşrulaştırılmıştı. Askeri rejim terörü bitirme sözüyle gelmiş, toplum gözündeki -geçici de olsa- itibarını bu konudaki başarısıyla sağlamıştı.
Terörün küresel siyasete ilişkin en kalıcı etkisini ise 11 Eylül 2001 sonrasında gördük. El Kaide saldırıları sonucu binlerce kişinin hayatını kaybetmesi, Soğuk Savaş sonrası kabuğuna çekilme eğilimine giren ABD’ye yeniden küresel ölçekte angajmanlara girme motivasyonu sağladı. Teröristlerle ininde mücadele edilmezse bir gün kapınızı çalmaları kaçınılmazdı. Neticede saldırıların hemen ardından Afganistan’a müdahale geldi ve ülkede 20 yıl sürecek Amerikan işgali başladı. Bir süre sonra Bin Ladin ortadan kaldırıldı ancak ABD’nin ve müttefiklerinin Afganistan’dan ayrılmaları geçen yılı buldu. Ayrılırken de bunca zahmet boşuna çekilmişçesine ülke Taliban’a teslim edildi.
11 Eylül saldırılarıyla toplumu iknaya çalışılan ikinci cephe Irak oldu. 2003 yılındaki Amerikan müdahalesi için Saddam Hüseyin rejimini terörle irtibatlandırma çabaları yetersiz görünmüş olacak ki hem Amerikan kamuoyunun hem dünyanın rızası kitle imha silahları üzerinden sağlanmaya çalışıldı. Her iki gerekçenin de yetersiz kaldığını, İkinci Körfez Savaşı’nın şiddetli eleştiri konusu yapıldığını bugün rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kör şiddetin kamuoyu oluşturmakta kullanıldığı bir diğer durum, Irak’ta ve Suriye’de IŞİD’in ortaya çıkmasıyla gerçekleşti. Bolca estetize edilmiş şiddet görseliyle beraber dünya kamuoyu sosyopat bir örgütle karşı karşıya bulunulduğuna, onlara karşı mücadele eden her türlü aktöre destek verilmesine ikna oldu. PYD’nin Batı’da özgürlük savunucuları olarak görülür hale gelmesi de bu şekilde, IŞİD’le ve diğer cihatçı örgütlerle mücadelesi sırasında ortaya çıktı.
Oysa Türkiye, terörist sınıflandırmasında merkeze PKK ve türevi örgütleri koyduğundan toplumun bakışı Batıdan ciddi biçimde farklılaşmaktaydı. Bu, elbette Türkiye’nin genelinde IŞİD’a yönelik bir sempati olduğu anlamına gelmiyor ancak terör dendiğinde toplumun ezici çoğunluğunun aklına PKK çizgisinin geldiği de çok açık. Bundan dolayı da hükümetin Açılım Süreci sona erdiğinden beri yaptığı propaganda ile Suriye’ye yönelik politikaları terörle mücadele üzerinden izah etmesi kolaylıkla alıcı buluyor.
Nitekim son olarak Taksim’deki saldırı sonrası, olayın PYD ile irtibatlanması ve buna cevap olarak Suriye’ye yönelik olarak beşinci kez sınır ötesi harekatın eli kulağında olduğuna dair verilen mesajlar birbirini tamamladı. Kamuoyu yapılan terör eylemi üzerinden yeni bir operasyona hazırlanırken, yoğun hava saldırılarıyla kara harekâtı öncesi karşıdaki direnç noktalarını yumuşatmaya geçildi. Ancak geçen hafta içerisinde gerçekleşmesi an meselesi olarak görülen harekatın bir kez daha askıya alındığı anlaşılıyor. Bu, önümüzdeki haftalarda düğmeye basılmayacağı anlamına gelmiyor. Fakat konunun sadece terörle mücadele boyutunda ele alınamayacağı, karşımızda muhataplar olduğu ve onların iknasının da gerekli olduğunu açıklamalardan takip edebiliyoruz. Aksi takdirde mesele sadece Türkiye’de sivillere yönelik kör bir terör saldırısı olsaydı ve sadece asayiş tedbirlerinden bahsediyor olsaydık böyle çok boyutlu bir diplomatik girişim ihtiyacı olmaması gerekirdi. Nitekim Suriye’yi olduğu kadar Rusya, ABD ve hatta İran’ı da ilgilendiren bir diplomatik kördüğüm henüz aşılamamış görünüyor.
Bu durumda “terörün inine gireceğiz” sloganıyla kamuoyunda oluşturulan havayla uluslararası siyasetin dinamiklerinin nasıl farklılaştığına bir göz atmakta fayda var. Öncelikle harekatın gerekçesi olarak gösterilen Fırat’ın doğusundaki PYD varlığına ilişkin algıya bakalım. IŞİD’le mücadele ettiği süreçte Batı’da itibarını yükselten bu yapı Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen müttefiklerimiz tarafından terör örgütü listesine alınmıyor. Oradaki silahlı gücün ABD tarafından organize edilip silahlandırıldığı da bir sır değil. Bu durumun, Türkiye kamuoyunda sık sık altı çizildiği için Washington’a yönelik tepki de artıyor. Nitekim Taksim’deki saldırı sonrası İçişleri Bakanı doğrudan ABD’yi suçlayan bir açıklama yaptı. Böyle bir açıklamanın Cumhurbaşkanı veya Dışişleri Bakanlığı dururken yetki aşımı yapan Bakan tarafından hem de Erdoğan-Biden görüşmesinin hemen öncesinde yapılmasını bir kenara not edelim. Öte yandan Türkiye’nin genel tutumu bu açıklamayla aynı paralelde gitmiyor. ABD’nin PYD konusunda tutumu eleştirilmekle beraber Washington’la temaslar birçok konuda devam ediyor. Bunun içinde silah tedariği olduğu kadar Suriye’deki harekata ilişkin de bir koordinasyon çabası da var. Operasyonun hedeflerinden olan Fırat’ın doğusunda, Kobani bölgesindeki kısım için ABD Savunma Bakanı Austin’in ağzından olumsuz bir açıklamayı duyduk. Ancak bunun kapı arkasında devam eden pazarlığı ne kadar yansıttığı, meselenin ne ölçüde müzakereye açık olduğunu bilemiyoruz.
Yine terörle mücadele kapsamında açıklanan bu harekatın diğer aktörlerle ilişkisi daha ilginç. Türkiye kamuoyunda ABD, PYD’ye desteği sebebiyle sürekli suçlanırken Rusya, İran ve Suriye’ye ilişkin benzer bir yaklaşım göremiyoruz. Bilakis Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak için bizimle iş birliğini kabul edeceğine dair peşin bir kabul var. Oysa Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde, bilhassa Membiç ve Tel Rıfat bölgesine yapmak istediği operasyonlara karşı Şam’dan ciddi bir direnç geliyor. Yapılan hava harekatlarında Suriye ordusunun konuşlu olduğu mevzilerin vurulduğu ve ciddi kayıpların olduğu bilgisi mevcut. İran da benzer bir şekilde, Kürt meselesindeki hassasiyeti sebebiyle Türkiye ile benzer bir tutum alacağı varsayılırken, sınır ötesi bir harekata şiddetle karşı çıkıyor. Aynı şekilde İran’a yakın unsurların Türkiye harekata geçme eğilimi gösterdiğinde tedbir aldığı ve direnç göstermeye hazırlandığı anlaşılıyor. Rusya’nın tutumu ise bambaşka bir muamma. PKK’yı dahi terör örgütü olarak kabul etmeyen Moskova’nın PYD ile dirsek temasları biliniyor. Örgütün ABD bağlantısından rahatsız olmakla beraber Rusların bu konudaki tavrı Ankara ile paralel değil. Operasyon için herkesten önce Rusya’dan beklenen yeşil ışık gelmiyor.
Demek ki bizim içeride durmadan köpürttüğümüz terörle mücadele amaçlı müdahale konsepti dışarıda pek alıcı bulmuyor. Suriye’de aktif diğer oyuncuların yaklaşımlarından anlaşıldığı kadarıyla, bu harekatların Türkiye’nin bölgede nüfuz alanını genişletmek için yapıldığı düşünülüyor, terörün en iyi ihtimalle daha tali bir gerekçe olduğuna inanılıyor. Mesele de o zaman Astana ortaklarının ve ABD’nin Suriye’deki köşe kapmaca oyununa dönüşüyor.
Uluslararası siyasette zemin kaybeden bir Rusya, iç sorunları ağırlaşan bir İran’ın arasından fırsat kollayan Türkiye’nin ABD ile de al-ver hesaplarıyla önümüzdeki dönemde bu operasyonu gerçekleştirmeye çalışacağını kestirebiliyoruz. Bunun içeride Mehter Marşı’yla pazarlanacağını tahmin etmek de güç değil. Ancak kamuoyuna anlatılan hikâye bölgedeki güç mücadelesini anlamak açısından yetersiz, hatta yanıltıcı. PYD bu oyunda karar verici bir unsur değil, olsa olsa edilgen bir aktör konumunda. Aslolan önümüzdeki dönemde Suriye’de kimin ne ölçüde nüfuz sahibi olacağına dair süregiden hesaplaşma. Burada kurulacak dengede de ülkenin parçalı yapısının bir süre daha devam etmesi, nihai bir siyasi çözüme yakın zamanda ulaşılamaması mümkün.
Terör üzerinden yaratılan anlatı içeride belki bir anlam taşıyor ancak uluslararası siyasetin dinamikleri bambaşka kaygılarla oluşuyor.