MURAT SEVİNÇ
Son yazıda, bir İstanbul kenar mahallesinden yıllar öncesinin ‘inançlı/Sünni çevre’ öyküsünü, adını koymadığım çok sayıda ‘ara başlıkla’ anlatmaya çalışmıştım.
Örneğin bugün inançlı olduğunu iddia eden muktedir kadroların, siyasi ya da ekonomik çıkar için açıkça dini duyguları kullananların inandıklarını iddia ettikleri Allah ile bana çocuklukta anlatılanın pek benzeşmediğini.
Örneğin inanç/iman denilenin, sahip olmak için ‘iman’ gerektirmeyen diğer toplumsal/ahlaki değerler ve demokratik/laik hukuk ile bezenmezse, ‘kul hakkı ile gelme’ öğüdünden ‘parsel parsel sattı’ dindarlığına geçişin pek güç olmadığını. Örneğin, kendi dininden ya da etnik aidiyetinden olmayanları pek umursamayan, onlar eziyet görürken iyi olasılıkla ‘sessiz kalan’ insanların, diğer yandan çok temel ve basit ancak bir o kadar yaşamsal ahlaki ilkeleri, ‘dinin de bir parçası’ kılarak aktarmaya çalıştıklarını. Ve dolayısıyla çocuklukta karşılaşılan her değer gibi, belletilen Allah inancının ‘içeriğinin’ son derece önemli olduğunu.
Örneğin, dinin söz konusu ilkelerden ibaret olmadığını, ancak ‘bu ilkeleri de içerdiğini’… Tabii, yazı hayli uzundu. Birden çok tartışmalı konuyu içeriyordu. Bu nedenle, konuyu sürdüreceğimi ve özellikle inançlı küçük semt insanının siyaset/siyasetçi algısına dair muhtelif amatör gözlemlerimi aktaracağımı da yazmıştım.
Yazmıştım yazmasına da, dün değerli bir okurdan elektronik posta geldi. Abidin Bey, bazı yazılarıma son derece değerli yorumlar/katkılar sunan bir okur. Uzun bir mektup göndermiş ve yazımı eleştirmiş.
Yazımda, ‘Aleviler de vardı mutlaka bizim muhitte ama ben bilmiyordum’ demiştim. İşte Abidin Bey, benim habersiz olduklarımdan. Aynı mahallenin çocuğuymuşuz. O da kendi öyküsünün bir kısmını anlatmış. Mektubunda katıldığım çok yer var. Katılmadıklarım da var tabii. Örneğin ‘ayrımcılık’ konusundaki bazı tespitlerinin, devletin her bir ‘muhalif/sorun çıkaran’ yurttaşa yönelik ‘genel ve bildik tavrı’ olduğu kanısındayım.
Ancak, şu anda bu ve diğer itirazlarımın bir önemi yok. Önemli olan Abidin Bey’in, hem benim mahalleye, hem de farkında olmakla birlikte tümüyle anlamamın/hissetmemin mümkün olmadığı koşul ve uygulamalara bir başka pencereden bakıyor olması. Kuşkusuz kendisinden izin aldım yayınlamak için.
Yorumsuz aktarıyorum. Buyurun:
“Bugünkü yazınızı da okudum. Anlaşılan aynı mahallenin çocuklarıyız. Aynı semtte büyümüşüz. Karşılaştık mı bilemem ama gördüklerimiz aynı şeyler değil gibi geliyor. Her ne kadar bireysel anlatımları sevmiyorsanız da, ben de size benimkini anlatayım. Bir kereliğine, sizin gibi.
Benim ailem 1976’da Erzincan’ın bir köyünden Karlıtepe’ye –Taşlıtarla’nın bir mahallesi- göçtü, ben ortaokula gideyim diye. Kayıt yaptrılan okul ise Kadri Yörükoğlu Ortaokulu’ydu. Okula gitmeden önce bize tembihlenen, kimseye asla Alevi olduğumuzu söylemememizdi. Bu bizim öğrendiğimiz ilk derstir! Bu, her Alevi’nin öğrendiği ilk şeydir. Benim ve kuzenlerimin din hocası tarafından nasıl hırpalandığını da bize sınıfta ‘dinsiz’ denildiğini de iyi hatırlıyorum.
Yine aynı semtte, ‘kızılbaşın’ kestiğinin yenilmemesi gerektiğini, kızılbaşın önce Hıristiyan sonra Müslüman olması gerektiğini, hep duyduk dinledik. Aynı komşulardan! Bunların arasında ‘dini bütünü’ gibi, ‘sarhoşu da’ bize aynı şeyi öğütlüyordu. Kuşkusuz istisnalar vardır; sizin yaşadığınız da sizin gerçeğinizdir. Buna ne benim ne de başkasının söyleyeceği bir şey olmalı.
Yalnız, geçmişte ne Taşlıtarla’da, ne Rami’de, ne de İstanbul’da sizin anlattığınız gibi bir komşuluk vardı. Bugün olanlar sadece geçmişin bu güne yansımaları. Yalnızca Ak Parti ve Erdoğan’ın getirdikleri değil. Bugün gördüklerimiz/yaşadıklarımız Türkiye Sünni devlet/toplum yapısının sonucu.
Gelin açıklayayım ne demek istediğimi: 1997’de MEB burslusu olarak doktorayı tamamlayıp Türkiye’ye döndüm. YÖK’e İstanbul Üniversitesi doğrultusunda tercihimi ilettim ve YÖK beni, İstanbul Üniversitesi’ne (İÜ) atadı. İÜ bana tam olarak bir akademik dönem ‘Temel İnşaatı’ dersi verdirtti ama atamamı hiçbir zaman yapmadı. Sonra hakkımda ‘Bilimsel, eğitsel ve sosyal’ olarak ‘İÜ öğretim üyesi olamayacağım’ kararı verildi.
Buna ne zaman karar verildi? Güvenlik soruşturmasında Alevi olduğumu öğrendiği zaman. Daha sonra, bilgi edinme kanunu kapsamında yazdığım dilekçelere yanıt olarak, bana ‘deneme dersi’ verdirdiklerini belirttiler. Siz hiç üniversiteye öğretim üyesi alınırken bir dönem bedava ders verdirilip denendiğini gördünüz, duydunuz mu? Bir hukuk devletinde, devletin vatandaşına ‘Sosyal’ olarak devletin kurumunda çalışamayacağını söylemesi ne demektir? İliklerine kadar faşistlik degil midir bu? Hukuk devleti de ‘sosyal yetersizliğimi’ kabul etti, çünkü ben Alevi’ydim, daha da kötüsü, kızılbaştım!
Yine İÜ’ye, bana ücret ödenip ödenmeyeceğini sordum. Bu konuda iki yazı var. Biri ‘deneme dersi’ verdirtildiği için para ödenmediğini, diğeri ise bana tahakkuk eden ücretin günü gününe ödendiğini söyleyen yazılar! Bunlar, ilerici/çağdaş/Atatürkçü üniversite, rektör ve YÖK başkanları zamanında oldu. Bunların hiçbiri ‘dinci’ degildi! En azından bize/topluma öyle söylendi.
Gelelim son çalıştığım Dokuz Eylül Üniversitesi’ne. Siz hiç araştırma yaptı diye birisine soruşturma açılıp kınandığını duydunuz mu? Ya da derse gelmeyen öğrenciyi bıraktığınız için hakkınızda soruşturma açıldığına tanık oldunuz mu? Ya da yardımcı doçentlikte üç yıllık sürenin sonunda bölümde görüş dahi alınmadan dekanın rektöre yazı yazıp benim görev süremin uzatılmayacağını, dolayısıyla ‘ne yapılması gerektiğini’ sorduğuna tanık oldunuz mu? Doçentlik sınavına girdiğinizde, jüri üyelerinin toplamından daha fazla yayın olduğu halde dört kez sözlü sınavda bırakılanı duydunuz mu?
Bunlar hep Alevi olduğum içindi ve Ak Parti gelmeden önceydi. Ve sonuçta, Amerika’ya geri dönmek zorunda kaldım. Son örnek, İzmir’de ABD’de doktora yapıp aynı evde kalan dört yardımcı doçentin doçentlik sınavında, iki Alevi’nin kaldığını ve iki Sünni’nin doçent olarak döndüğünü duydunuz mu? AK Parti’nin bugünkü uygulamaları ne yazık ki benim yukarıda anlattıklarımın yansımasıdır. Yani dün olanların bugünkü karşılığı. Dün susanlar, bugün konuşur gibi yapıyorlar. Ortada ciddi bir iki yüzlülük söz konusu.
P.S. Yukarıda yazdıklarımı kitap haline getirip Türkiye’de birkaç yayıncıya gönderdim. ‘Biz bunu yayınlarsak, yayınevini kapatmamız gerekir’ dediler!
Abidin”