
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Demek ki Bayraktar sadece Rusları veya terör örgütlerini değil muhalefeti de bombalayabiliyormuş. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını üstüne alınan Bayraktar ailesi doğrudan siyaset sahnesine atılıp herkese vatanseverlik ve siyaset dersi verdi. Kendisini de halen sürdürmekte olduğumuz bir bağımsızlık mücadelesinin ortasına oturtup bir nevi dokunulmazlık talebinde bulundu.
Bir yanıyla, zamanın ruhu da seçime giderken iktidarın iletişim stratejisi de böylesi açıklamalara imkân verecek doğrultuda gelişiyor. Cumhuriyet tarihinin en ağır yoksullaşma, gelir ve servet dağılımı bozulması süreçlerinden birisi yaşanırken Erdoğan ve ekibi seçmenin dikkatini daha büyük projelere çekmeye çalışıyor.
Şaşırmadık
Nükleer santraller, gaz keşifleri, elektrikli otomobiller ve hızlı tren hatları derken aslında halkın önüne getirmekten en çok hoşlandıkları gelişmeler savunma sanayiine ilişkin.
En son TCG Anadolu’nun denize indirilmesini de ‘İlk uçak gemimiz’ diye pazarlamaya çalışmalarına şaşırmadık. Her ne kadar hükümetin hala tam olarak açıklayamadığımız S-400 manevrası yüzünden o gemide konuşlandırılması planlanan F-35B modellerinden yoksun kalıp TCG Anadolu’dan tam verim alamasak da bunlar konuşulmadı. Türk savunma sanayiinin büyük başarısı olarak İspanyol tasarımı model alınarak üretilen havuzlu helikopter gemisi suya indirildi.
Bayraktar’ın yeri ayrı
Böylesi projeler içinde Bayraktar tarafından üretilen insansız hava araçlarının yeri başka. Uzun süre terörle mücadele kapsamında başarıyla kullanılan araçlar, İdlib krizinde Suriye ordusuna da büyük zaiyat verdirerek rüştünü ispat etmişti. Ardından Ukrayna-Rusya savaşıyla beraber Bayraktar adeta bir dünya yıldızı haline geldi. Geçen sene bu zamanlar neredeyse her gün Türk yapımı SİHA’lar tarafından imha edilen Rus askeri unsurlarının fotoları paylaşılıyordu.
Şimdilerde dikkatler daha fazla Batı yapımı silah sistemlerine kaymış olsa da Türkiye üretimi insansız hava araçlarının NATO üyelerinden bölge ülkelerine birçok müşterisi olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanı ile aile bağları olan Bayraktar da bundan dolayı daha da fazla Türkiye’nin gururu olarak ön plana çıkıyor.
Bu iletişim stratejisinin, ekonomik buhranla boğuşan vatandaşın fikrini değiştirip değiştirmeyeceği başka bir tartışma konusu. Ancak Bayraktar ailesinin farklı bireylerinin muhalefet liderini hedef alarak yaptığı açıklamalar, bir nevi dış siyaset ve vatanperverlik dersi verme teşebbüsleri konuyu bambaşka bir boyuta getiriyor. Görevi savunma sanayii için üretim yapmak olan bir aktörün hem de seçim sürecinde ön safta siyasete girmesini ayrıca konuşmalıyız.
Açıkçası uluslararası siyasetin dinamiklerinin de Türk dış politikasını sadece silah şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda açıklanmaya çalışılması fazla zorlama görünüyor. Elbette küresel siyasetteki güç mücadelesi de Türkiye’nin kendi savunma sanayiini kurma çabası da somut gerekçelere dayanıyor. Her ne kadar hükümet bu alandaki atılımı sadece kendi politikalarına bağlasa da Türkiye’nin kendi silahını üretme çabalarının bilhassa Kıbrıs harekâtı sonrası başlayan bir programın parçası olduğunu biliyoruz.
Açıklamalar ve hikayedeki iki sorun
Öte yandan Bayraktar’ın kendi alanını aşarak yaptığı açıklamaların ve onla beraber kamuoyuna hükümet tarafından pazarlanan hikâyenin iki temel sorunu var.
Birincisi, mevcut küresel koşullarda, sanki Türkiye’nin tüm dünyadan kopuk, kendi başına bir savuma kurgusu yaratılabileceği, herkese meydan okuyabileceğimiz imasında bulunuyor. Böylesine ‘Kuzey Kore light‘ bir politikanın gerçekçiliği elbette yok. Türk savunma sanayiinin son yıllardaki atılımı önem taşımakla beraber savunma gibi yüksek teknoloji ve sermaye ihtiyacı olan bir alanda iş birlikleri, müttefikler arasında sinerji aranması kaçınılmaz.
Kılıçdaroğlu’nun da ifade etmeye çalıştığı gibi bu alandaki şirketler aslında kamudan devasa kaynaklar aktarılarak vergi mükellefinin katkısıyla bu hedeflere ulaşıyorlar. Tereyağı ile silah arasındaki tercihin sürekli ikincisi lehine yapılması son yıllarda ağırlaşan yoksullaşma sürecini sürekli hale getirecektir.
Bayraktar’ın ikinci hatası ise dış politika ile savunma arasındaki önceliklendirme sıralamasını karıştırması. Her zaman siyasetin kurgulanması ve uygulanması öncelikli olarak ele alınır. Savunma politikaları ve onun bir parçası silah tedariki, en başta oluşturulan dış politikanın bir türevi olmak zorundadır. Savunma politikalarının siyaset dışına itilmesi, demokratik bir sistemde mümkün değildir. Eisenhower’ın da itiraz ettiği gibi dişlinin bir parçası olan silah şirketlerinin kendi önceliklerini siyaset kurumuna dayatmaya kalkmaları, arabanın atın önüne koşulması anlamına gelecektir.
Topal demokrasimizin sırtına yeni yük
Neticede önümüzdeki seçimin sonucu ne olursa olsun Bayraktar’ın da savunma sanayiinde faaliyet gösteren diğer şirketlerin de seçilmiş iktidarla çalışması gerekecek. Ondan dolayı hele seçim sürecinde, bütün ailevi bağlara rağmen, ortaya atılmak doğru bir tutuma benzemiyor.
‘SİHA da yaparım siyaset de‘ yaklaşımı, zaten topal demokrasimizin sırtına yeni yükler getiriyor.
Meselenin tarihi arkaplanı
Sanayi devrimi ve modern orduların ortaya çıkışıyla birlikte silahların da daha sofistike hale gelmesi, onları üreten şirketlerin atölye boyutundan çıkarak büyük ölçekli ekonomik birimlere dönüşmesini getirdi. Büyük sermaye ve teknoloji yatırımı isteyen bu ölümcül oyuncaklar ancak böylesi bir işin altından kalkacak büyüklükte şirketler tarafından üretilebilirdi.
Böylelikle 19’ncu yüzyıldan itibaren Almanya’da Krupp, Fransa’da Schneider-Creusot gibi dev ekonomik birimler ortaya çıkmaya başladı. Devletler arasında yapılan savaşlar bir bakıma bu şirketlerin aralarındaki teknoloji rekabetinin de bir uzantısı haline geldi.
Savaşların kaderi üzerinde belirleyici role sahip, devasa ölçekli şirketlerin kendi öncelikleri de bir süre sonra ülkelerin dış politikalarını etkiler hale geldi. Birinci Dünya Savaşı’na gidilirken büyük sermayenin savaşı körüklediğine inanç bilhassa sosyalist çevrelerde çok yaygındı. Toplumların bütün kaynaklarının savaş çabasına yönlendirilmesi, o alanda faaliyet gösteren kurumların karlarını katlayıp, büyük can ve mal kaybı pahasına belli bir kesimin cebine para aktarıyordu.
Ancak işin daha net bir biçimde formüle edilmesi için Amerikalıları beklemek gerekti. ‘Askeri endüstriyel kompleks‘ sözünü ilk telaffuz eden, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Batı cephesi kuvvetlerinin komutanı, NATO’nun ilk başkomutanı ve 1952’den sonra iki dönem Başkanlık yapan Eisenhower olacaktı. Böylesine kritik dönemlerde, yine bu derece kilit pozisyonlarda bulunmuş, sistemin içinden konuşan birisinin bu ifadesi herhalde önem taşıyor.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar doğru dürüst bir silah sanayii olmayan, izolasyonist bir dış politika izleyen ABD, 1941 sonunda kendisini bir krizin içinde bulmuştu. Savaşın parçası olmakla beraber muazzam endüstriyel gücünü savaş kapasitesine dönüştürecek hazır sanayileri yoktu. Bundan dolayı hızlı bir biçimde barış zamanı fabrikaları Dünya Savaşının ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde dönüştürüldü, uzun ve yıpratıcı bir mücadeleden de ABD büyük ekonomik gücünün yardımıyla galip çıktı.
Ancak Soğuk Savaş koşulları ve askeri teknolojinin geldiği boyutlar, böyle derme çatma bir savunma sanayii politikasının sürdürülmesine imkân vermiyordu. O yüzden sadece bu alanda uzmanlaşan, kamunun büyük silahlanma harcamalarıyla ayakta duran yeni bir sektör ortaya çıktı. Savunma sanayiinde faaliyet gösteren şirketlerin en büyük müşterisi ABD hükümeti ve ardından müttefik ülkelerin orduları oldu.
Eisenhower’ın dikkat çektiği nokta böylesine serpilen ve savunma harcamalarında paylarını alan kurumların bir süre sonra kendi politika önceliklerini dayatma ve siyaseti etkileme ihtimalleriydi. Daha sonra da Soğuk Savaş süresince yer yer artan gerilimlerin silah lobilerinin tercihi olduğu, çatışmaların kasten köpürtüldüğü iddiaları ortaya atıldı. Bugün iki kutuplu dünya düzeni sone erdikten neredeyse 35 yıl sonra rekorlar kırmaya devam eden silahlanma harcamaları için de benzer teoriler mevcut.