BAHADIR KAYNAK
Başlığın ilk kısmı aynen yaşandı. Çok tartışılan Türkiye ziyaretinde tören kıtasını selamlayan Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman (MbS) askere “Selamünaleyküm” diye seslendi ama doğru dürüst bir cevap alamadı. Oysa tören protokolünün uygulanmasını bekleyen askerler gök gürültüsü gibi bir “Sağol”la konuğu selamlayacaktı. MbS de bu tuhaf durumu çok umursamadan yürüdü gitti. Asker selamını almasa bile Türkiye’ye eli güçlü gelmenin getirdiği özgüveni ziyareti boyunca hissettirdi.
Dünyanın en zengin ülkelerinden birisinin en etkili noktasında yer alan kişinin, elçilik binasında muhaliflerin doğrandığı bir ortamda tören protokolünü çok umursamamasına şaşırmamak lazım. Nitekim başkentte geçirdiği süre boyunca MbS’nin ve ekibinin rahat tavırları, bunun karşısında başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere Türk heyetinin sıkıntılı halleri dikkatlerden kaçmadı. Suudi yönetimiyle uzun süredir arası açık olan hükümet, ekonomik krizin de etkisiyle geri adım atarak çoktan Riyad’la ilişkileri tamir etmeye koyulmuştu. Erdoğan hiç de içinden gelmediği belli olan bir misafirperverlikle MbS’yi konuk ederek Nisan sonundaki Suudi Arabistan gezisinin iadesi yapılmış oldu.
Geçen sonbahardan beri uygulanan olağandışı politikaların etkisiyle ekonomi bıçak sırtında ilerlediğinden bu tür görüşmeler kamuoyunda hep ‘para gelecek mi, gelmeyecek mi’ sorularıyla karşılanıyor. Bölgenin liderliği hedefinden, ‘dünya bizi kıskanıyor’ hikayelerinden gele gele ‘birkaç ay daha idare edecek para bulur muyuz’ sorusuna gelmiş bir siyasetin değerlendirmesini takdirinize bırakayım. Öte yandan bu tür bir teması sadece Merkez Bankası’nın kasasına koyacağı swap parasına indirgemek de doğru değil. Böyle bir şey gerçekleşirse günü bile kurtarır mı şüpheli, ayrıca gündemde başka konular da olsa gerektir.
Ziyarete ilişkin kamuoyunun önüne gelen fotoğraf ve videolar iki heyet arasındaki konfor farkını ortaya koyar nitelikteydi. Bizimkiler her bakımdan sıkıntılı ve moralsiz görünürken, Suudiler bir o kadar umursamaz ve kayıtsızdı. Suudilerin elinin sadece bize karşı güçlendiğini düşünmek doğru değil. Önümüzdeki ay Biden’ı konuk etmeye hazırlanan Riyad yönetimi genel olarak dünyadaki ağırlığının arttığının farkında. Rusya-Ukrayna Savaşı ve Moskova’ya yönelik yaptırımlar sonucunda petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki tırmanış bir zamanlar neredeyse parya konumuna itilmiş MbS’nin yeniden kilit bir rol üstlenmesine yol açtı. Biden, belki de Erdoğan’dan daha fazla kendini zorlayarak, bugüne kadar mesafeli yaklaştığı Suudi yönetimiyle işleri yoluna koymaya çalışacak. Petrol fiyatlarının savaşla birlikte çığırından çıkması ve sonucunda enflasyonun ABD’de yetmişli yılların sonundan beri görünmeyen yüzde 8,6 seviyesine ulaşması, ABD Başkanının yelkenleri suya indirip, Riyad’la yeni bir anlaşma zemini aramasına yol açıyor. Petrol piyasasında Rusya kaynaklı açığı kısmen de kapatabilecek imkanlara sahip tek ülke olan Suudi Arabistan kozları elinde tutmanın rahatlığıyla Biden’dan kopartabildiğini kopartmaya çalışacak.
MbS’nin Biden yönetiminden ne isteyeceğini kestirmek çok zor değil. Trump zamanında çok yakın olan ilişkiler demokrat yönetimin İran’la nükleer müzakereleri yeniden kotarma isteği sonucunda yerini soğukluğa bırakmıştı. Bunun sonucunda Riyad, ABD’nin rakipleri Rusya ve Çin’le dirsek temasını artırdı. Obama zamanında imzalanan nükleer anlaşmanın, İsrail’le beraber en büyük düşmanı olan Suudiler böylece İran’la yakınlaşma politikalarına destek vermediklerini gösterdiler. Ortaya saçılan gizli yazışmalardan zaman zaman Washington’u İran’ı bombalamaya yönlendirecek kadar bu konuda keskin bir pozisyonu olan Suudi Arabistan’dan daha azı beklenemezdi. Şimdi Biden, MbS ile köprüleri tamir etmek istiyorsa İran konusunda daha net bir pozisyon alması beklenecektir.
Suudilerin İran’la olan çekişmeleri yeni değil, dolayısıyla bugünden yarına çözülmesi de mümkün görünmüyor. Daha Şah zamanından beri süregelen bölgesel rekabet İran İslam Devrimi ile iyice alevlenip vekaleten savaş düzeyine kadar tırmanmıştı. Suudiler, sekiz yıllık İran-Irak Savaşı boyunca Saddam Hüseyin’e olan mesafelerine karşın Bağdat’ı desteklediler, kat’i bir İran zaferini önlemek için ellerinden geleni yaptılar. İkinci Körfez Savaşı sonrası Irak’ta İran yanlısı Şiilerin etkinliğini artırması bugünlere kadar uzanan bir güç mücadelesinin kapısını araladı. Arkasından Suriye’nin de benzer bir sürece girmesi İran’la rekabetin bu ülkenin sınırlarından Lübnan’a değin uzanan kesintisiz bir yay üzerinde sürmesinin yolunu açtı. Dahası Yemen’de İran destekli Husilere boyun eğdirilememesi Tahran’ın can düşman konumunu daha da belirginleştirdi.
MbS kendisi için bunca baş ağrısının kaynağı olan bir ülkeyle anlaşma yapılmasını, onun yaptırımlardan kurtulup bölgede kendisine ayak bağı olmasını elbette istemiyor. ABD’nin İran’ı yaptırımlarla sıkıştırmaya devam etmesini, ekonomik güçlüklerle boğuşan rakibinin nefes alamamasını arzuluyor. Zaten gıda fiyatlarındaki artış sebebiyle birçok ülkede olduğu gibi İran’da da hükümet karşıtı gösteriler yaygınlaşmakta. Biden yönetiminin tam da bu noktada mollaların boynundaki bağı gevşetmemesi çok önemli.
Son günlerde siyasi çalkantılar yaşayan İsrail’in de İran konusundaki hassasiyeti malum olduğundan, ABD’nin önümüzdeki dönem bölgedeki ağırlığını hangi yöne vereceğini tahmin edebiliyoruz. Biden için Kasım seçimleri öncesi seçmenin gönlünü kazanma fırsatı çok fazla yok ancak işler böyle giderse iki sene sonraki Başkanlık seçimleri de felaketle sonuçlanabilir. Dolayısıyla, Ukrayna-Rusya savaşının uzayacağı ve Moskova’ya yaptırımların süreceği varsayımları altında, bir an önce MbS’nin daha düşük petrol fiyatlarını destekleyecek biçimde devreye girmesi sağlanmalı. İran’la bir uzlaşma sağlamak bu meselenin yanında ikincil öneme sahip olduğundan Biden’ın yola gelmesi kimseyi şaşırtmamalı. Zaten Rusya’nın Suriye’de yerini kısmen İran’a terk ediyor olması İsrail’in de tepkisine neden olduğundan Tahran karşıtı cephenin ağırlığını artırmasını bekleyebiliriz. Ortadoğu’da Mezopotamya’dan Doğu Akdeniz’e uzanan bir kuşakta daha fazla şiddet önümüzdeki döneme damgasını vurabilir.
MbS’nin selamını alacak mıyız, almayacak mıyız karar verirken sadece ‘para gelecek mi‘ sorusuna değil aynı zamanda bölgeyi bekleyen daha çatışmalı bir ortama ne kadar hazırız ona da bakmamız lazım. Astana sürecinin en civcivli günlerinde iktidarın medya ayağının ‘direniş ekseni’ tantanasından geldiğimiz noktayı da ona göre değerlendiririz. Bugün sadece Irak’ta değil, giderek daha fazla Suriye’de de İran uzantılı güçlerle karşı karşıya gelirken istemeye istemeye de olsa İsrail ve Suudi Arabistan’la pozisyonlarımız yakınlaşıyor. Bunlardan birincisini Doğu Akdeniz gazı üzerinden, diğerini de swapla gelecek para üzerinden açıklamak yetersiz kalıyor. Nasıl zamanında iktidar basını tam tersi yönde sürdürdüğümüz dış politikayı ‘ilkeli siyaset’, ‘dik durmak’ gibi zırvalarla açıklamaya çalıştılarsa, bugünkü dönüşü de dar bir perspektiften açıklamak yetersiz kalacaktır.
Bugünkü görüntü iktidarın birçok alanda içine girdiği sıkışıklık sebebiyle bölgede ABD’nin müttefikleriyle yakınlaşmak durumunda kalacağını gösteriyor. Bu, başka ülkelerin dümen suyuna girdiğimiz anlamına elbette gelmez ama ‘direniş cephesi’ parantezinin çok da uzatılmadan kapatıldığını gösteriyor. Arap Baharının coşkulu günlerinden, Rabialardan sonra bugün geldiğimiz nokta, dış politikanın acımasız ve soğuk dünyasındaki hüzünlü yolculuğumuza işaret ediyor.
Günün sonunda zengin, güçlü ve kilolu genç adam tören kıtasını kahvehaneye giren dayı gibi selamlıyor. Çok da dert etmemek lazım aslında; önümüzdeki ay Biden bile o selamı ‘Aleykümselam’ diye almak durumunda kalacağa benziyor.