
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Geçen yaz Taliban Afganistan’ı ele geçirirken Saygon’daki ABD elçiliğinden son Amerikan personelinin ve onlarla çalışan Vietnamlıların canhıraş kaçış sahnelerini hatırlamıştık. Şimdi adı Ho Şi Minh City olan şehirden ABD’nin tamamen çekilmesi 1975’te gerçekleşmişti ancak Washington çıkmaz sokakta olduğunu çok önceden anlamıştı. Belki de The Post filminde gördüğümüz gibi daha işin başında Amerikalılar işleri tırmandırırken bile savaşı kazanmanın pek mümkün olmadığının farkındaydı, belki Vietnamlıların askerlerini gördükten sonra sinip anlaşma arayacaklarına inanmışlardı. Durum her neyse 1968’deki Tet saldırısı sonrası aslında Washington’da herkesin ayakları suya ermiş, müzakere yoluyla bu işi sonlandırmaları gerektiğini anlamışlardı. McNamara’nın yerine savunma bakanı olan Clifford, “Savaşı nasıl bitirmeyi düşünüyorsunuz? Kazanmak için planlarımız nedir?” gibi temel sorulara kimsenin yanıt veremediğini göreve gelince görmüştü. Başkan Johnson barış görüşmelerini başlatırken, Cumhuriyetçilerin adayı Nixon kameraların önünde sürece destek verdiklerini söylüyor, el altından, “Sakın anlaşmayın, biz iktidar olduğumuzda daha iyi koşullar sunacağız” diye Vietnamlılara haber salıyordu.
Sonuçta Johnson’un aday olmadığı seçimle başkanlık koltuğuna oturan Nixon da selefinin problemiyle uğraşmak zorunda kaldı. Amerika sonlandırmak istediği ama askeri yenilginin sonuçlarıyla yüzleşmek istemediği bir kapana girdi. Yıllarca, içeride yoğun protesto gösterilerine karşın, Vietnam’dan onurlu bir çekilmenin koşullarını oluşturmaya beyhude uğraştı.
Çok sayıda düşman öldürmek bir sonuç vermiyordu. Karşı taraf -Rocky Balboa gibi- ne kadar yumruk yese de düşmemekte direniyor, arada bir vurduğu darbelerle de ses getiriyordu.
Johnson’dan sonra Nixon da Kuzey Vietnam’ı, güneye inen lojistik hatlarını vurmak bahanesiyle acımasızca bombalayarak hedefine ulaşmayı denedi. Amerikan bombardımanı Vietnam’la sınırlı kalmıyor, Laos ve Kamboçya’da da düşman faaliyetlerinin olduğunu iddia ettikleri sahalara kayıyordu.
Neticede İkinci Dünya Savaşı’nda atılandan daha fazla bomba fakir, zavallı bir halkın üzerine atıldı. Bütün dünyada Amerikan karşıtlığına tavan yaptıran, Soğuk Savaş’ta Washington’un canını en çok yakan bu kanlı sahne bütün çabalara rağmen, Saygon’daki hala zihinlerden silinmeyen o aşağılayıcı sahneyle sona erdi. Dünyanın en büyük gücü, kendi prestijini korumak için milyonlarca insanın canına mal ettiği bu savaşta kaçınılmaz sonla yüzleşiyordu.
Günün sonunda bakıldığında Clifford’ın hemen tespit ettiği gibi ABD’nin kazanmak için bir planı yoktu. Düşmanın canını çok acıtıp vazgeçmelerini beklemek dışında bir seçenek düşünülememişti. Savaş boyunca ABD’nin verdiği en doğru kararın da bu çatışmadan bir şekilde çekilmek olduğu görüldü. Savaşı kışkırtanların iddia ettiği gibi Hindiçininde dominolar devrilmedi, hatta bir süre sonra bu defa Vietnam’la Çin arasında çatışma çıktı ve ABD zaman içerisinde bölgede savaş değil barışla belli ölçüde bir siyasi etki sağlayabildi.
Şimdi Saygon’dan yaklaşık 8 bin kilometre ve 50 yıl öteye gidelim. Bu defa kendini benzer bir çıkmaz içinde bulan taraf Putin’in Rusya’sı. Karşı tarafta kapanı kuran ve bedel almadan bırakmayacak gibi duran aktörler de bu defa Sovyetler Birliği ve Çin değil, ABD ve İngiltere.
Şubat ayında Putin harekât emrini verdiğinde, Vietnam’da tırmandırmaya karar veren Johnson gibi iyimser bir senaryoya kilitlenmiş, kötü olasılıklar için tedbirlerini almamış gibi görünüyor. Rusya’nın her hamlesine, daha yüksek bir dirençle karşılık veren Ukrayna karşısında Putin ve ekibinin savaşı kazanamayacaklarını anlamış olmaları gerekiyor. Bu, Johnson’un 1968’de Tet saldırıları sonrasında bulunduğu nokta. Geriye kalan tek mantıklı seçenek de savaşı sonlandırmak, müzakere masasına oturmak. Ama 50 yıl önce Amerikalıların da anladığı gibi bu, tek taraflı yapılacak bir şey değil. Karşı tarafı yenmeden kendi koşullarınızı dayatamıyorsunuz. Bu durumda geriye Lavrov’un yapmakta olduğu gibi, “Ukrayna’nın talepleri gerçekçi değil” demek kalıyor.
Ama neyin gerçekçi olup olmadığına da sahadaki güç dengeleri üzerinden karar veriliyor. Rusya, eylüldeki Kharkiv bozgunundan sonra ikinci ağır yenilgisini Kherson’da aldı. İyi düşünülmemiş bir kararla referandum yapıp Rusya’ya katıldıklarını iddia ettikleri şehir ve çevresi Ukrayna ordusunun baskısı sonrası terk edilmek zorunda kaldı.
Siyaseten ağır bir yenilgi anlamına gelen bu karar anlaşıldığı kadarıyla Rus genelkurmayının askeri gereklilikler üzerine talebiyle alındı. Bir süredir Batı’dan akmaya devam eden silah yardımlarının ve belki de daha fazlasının etkisiyle Ukrayna’nın stratejik üstünlüğü ele geçirdiğini görüyoruz. Rusya sahip olduklarını elinde tutmaya çalışıyor; onu da nereye kadar sürdürebilecek bilemiyoruz.
İşte askeri dengeler böyle gelişirken tarafların siyasi talepleri ne olabilir, Rus tarafının makul bulmadığı beklentiler neler olabilir anlamaya çalışalım.
Sahadaki gelişmeler, Rusya’nın konvansiyonel bir savaşla siyasi hedeflerine ulaşamayacağını gösteriyor. Bugünkü durum, önümüzdeki kıştan sonra Batı’nın kararlı tutumuyla daha da fazla Moskova’nın aleyhine döneceğe benziyor. Enerji savaşları, tahıl krizi Batı ittifakının iradesini kırmaya yetmedi. Bu durumda Rusya, aynı 50 yıl önce ABD’nin Vietnam’da yaptığı gibi karşı tarafın canının mümkün olduğu kadar acıtarak müzakere masasına çekmek, bir ara çözüme zorlamak istiyor. Kherson’un kaybı sonrası Ukrayna’nın altyapısını hedefleyen, çok sayıda seyir füzesiyle yapılan saldırı bunun bir sonucu. Ancak bunun bir güç gösterisinden daha çok bir zaaf belirtisi olduğu söylenebilir. Kavgada dayak yiyen çocuğun diğer tarafın evinin camına taş atmasına benzeyen bir tutumla karşı karşıyayız. ABD de bunu Vietnam’da yapmış, barış müzakerelerini zorlamak için bir ülkeyi cehenneme çevirmişti.
Rusya’nın bugünkü benzer sıkışıklığının ve yine aynı tondaki tepkisinin Vietnam örneğiyle önemli farklılıkları var. Moskova adına bu tür bir stratejiyi daha anlamlı kılan şey, bugünkü Ukrayna’nın 50 yıl önceki Vietnam’dan çok daha modern bir ülke olması. ABD’nin bombaladığı Vietnam büyük ölçüde kırsal, sanayileşme ve şehirleşme adına pek bir şeyin görülmediği geri bir ülkeydi. Dolayısıyla ABD’nin yaptığı stratejik hedeflere yönelmekten çok körleme bir saldırıydı. Oysa Ukrayna’nın başta enerji altyapısı olmak üzere hassas birçok noktası var. Dolasıyla Rusya hedef seçimi konusunda daha şanslı.
Öte yandan bu tür saldırılar Kremlin’in elindeki sınırlı sayıdaki seyir füzesi stoğunu eritiyor. Ayrıca askeri hedefleri bırakıp sivil altyapıya yönelmek, Ukrayna halkında Rusya’ya karşı düşmanlığı körükleyecek bir strateji. Uzun vadede Ruslar yan yana yaşayacakları ve kendilerine yakın saydıkları bir toplumla köprüleri atmış oluyorlar. Dahası bu tür saldırılar Ukrayna’nın Batılı müttefiklerinin ülkeye daha modern silahlar ve hava savunma sistemleri sağlamasına sebep olacağından bir diğer sakıncası var.
Peki Rusların ısrarla gerçekçi olmamakla suçladığı Ukrayna’nın talepleri neler? Onun da cevabını Avrupa’daki ABD kuvvetlerinin eski komutanı general Hodges’ın verdiği ipucundan çıkaralım. General, Ukrayna’nın önümüzdeki yaza kadar Kırım’ı geri alabileceğini söylemişti. 24 Şubat sonrasında Rusya’nın ele geçirdiği noktalarda kalamayacağını hepimiz gibi Kremlin’in de gördüğünü tahmin edebiliriz. Dolayısıyla Kremlin’in müzakere masasındaki talebi, Şubat’ta başlayan harekât öncesine dönülmesi olabilir. Ukrayna ise anlayabildiğimiz kadarıyla 2014’te Rusya’nın ele geçirdiği yerleri de terk etmesini istiyor ve Batı desteğiyle bunun mümkün olabileceğini de düşünüyor.
Öte yandan Rusya için Kırım’ı kaybetmek 50 yıl önce ABD’nin Saygon’u terk etmesinden çok daha zor bir karar. Günün sonunda işleri daha da kötüleştirmeden nasıl bir ara çözüm bulunabilir, şimdiden bilebilmek zor. Ama hiçbir savaş da sonsuza kadar sürmüyor. Bakalım 50 yıl sonra Kırım’ın hikayesini nasıl anlatacaklar, bu çıkmaza nasıl bir siyasi çözüm bulunacak?