EMRAH TEMİZKAN
emrahtemizkan@diken.com.tr | @emrahtemizkan
Asker, polis ve sivil ölümlerinin durmadığı, ‘darbe girişimi’yle tarihi günlerin yaşandığı, OHAL’le on binlerce insanın işsiz kaldığı, hapse giren gazeteci sayısının zirveye çıktığı, ilk kez bir büyükelçinin suikasta uğradığı, sınır ötesine operasyonun başlatıldığı ve adım adım ‘başkanlık sistemi’ne giden Türkiye unutamayacağı bir yıl yaşadı.
Psikiyatr İlker Küçükparlak’la Türkiye’nin ruh halini konuştuk, en çok da ‘umut’u…
Aslında bu söyleşinin amacı ruh halimizin yansımasını okumaya çalışmak, ‘Tek adam etkisi’ üzerinden sorup da kolaya kaçmak istemiyorum ama sanki çerçeve eksik kalacak gibi…
En hafifinden gazetelerin başlıklarını ve gündemi belirleyen, sigara, çocuk vb. gibi özel hayatın en temel noktalarına müdahale eden, faal siyaset yaptığı halde kendi adına üniversitesi, stadyumu olan ve ondan sonra da eşit koşullarda siyasi yarışa davet eden bir figür.
Diğer durumlara girmeden, sadece bu boyutuyla bile o kadar görünen ve ortada bir figür ki. Nedeni bizim gözümüzü alamamamız değil, bakacak başka yer bırakmıyor.
Sizi de anlıyorum; ‘Erdoğan’ı konuşmayıp neyi konuşacağız’ gibi bir durum da var. Mesela, Erdoğan’ı konuşmadan kutuplaşmayı nasıl konuşacağız?
‘Kendi karşıtını da belirliyor’
Tek tipleşmeye sürüklenen bir toplum mu yarattı bu durum? Toplum artık ‘Erdoğan taraftarları ve karşıtları’ diye ikiye mi bölündü?
Bu aslında George W.Bush’un ve Erdoğan’ın ürettiği bir söylem. “Ya benim yanımdasın ya da karşımdasın” dedi Bush. Erdoğan da “Taraf olmayan bertaraf olur” dedi. “Sadece iki ayrı kutba bölünmek sağlıklı bir toplumsal yapı olmaz” diye itiraz edilmesine rağmen itiraz eden kesimler de dahil olmak üzere dediğine gelindi. Negatif liderlik denen şey bu. Kendi karşıtını da belirliyor.
İki ayrı pozisyonun getirdiği bir tektipleşme mi var o halde?
Toplumsal muhalefet dediğim çok alengirli bir yapı değil. Tek tipleşen ve ‘Milli İrade’ diye de adı konan o yapı diyor ki, “Kadın sokakta kahkaha atamaz.” Bunu dediği zaman kadınlar sokakta kahkaha atmaya başlıyor. Garip bir tablo ortaya çıkıyor. Histerik, nörotik… Zorla gülmeye çalışan, aslında öfkeli, kırgın ve tepki için gülen bir kitle. Karşıtını da belirliyor böylece. “Sigara içilmesin” deniyor, bunun üzerine, “Daha çok içeceğim” tepkisi geliyor. Sigara iyi bir şey değil evet içmesek daha iyi ama durum başka bir yere evriliyor.
‘Ötekileştirmenin ötesinde tektipleştirme’
Yenikapı mitingi belki de dünya siyaset tarihinde eşsiz bir örnek. HDP hariç muhalefet liderleri oradaydı ve Erdoğan idam talepleri üzerine liderleri işaret etti. Bir lider kendi muhalefetini nasıl kuruyor? Bu örnek durumu okumak için yardımcı olur mu?
Diğerini işaret edip onu stereotiplendirmesiyle mümkün. “Bunlar…” diye başlayan cümleler var ya… Dikkat edin,. önceden bir siyasi parti eleştirildi. Son 10 yılda giderek partinin değil, partinin seçmeninin kimliğinin eleştirildiğini görüyoruz. ‘Bunlar’ ifadesi aslında milyonları temsil ediyor.
Ötekileştirmenin ötesinde tektipleştirme.
O kadar totaliterleşildi ki kutuplaşma yaşanamıyor bile. Kutup bir araya, siyasi parti, sendika, STK gibi yerlerde geldiği zaman başı eziliyor. Darbe girişiminden sonra bu baş ezilme meselesinin meşruiyeti tartışılamaz hale geldi. Tartışılabilir de tartışılamıyor. Tartışılamadığı için kontrolden çıkmış vaziyette. ‘Kokteyl terör örgütü’ gibi kavramlar toplumsal muhalefet için geçerli oldu.
Kutuplaşmayı geçtik çok şükür…! Başka bir noktadayız.
‘Arkamdan garson geçiyor şu an, insanın aklına geliyor’
Kolektif bir sinme mi mevcut?
Gezi’nin şöyle bir farkı vardı. Örgütlü olmayan insanların ses çıkardığı, sokakla tanıştığı bir deneyimdi. 12 Eylül’den beri ilk defa örgütlü olmayan insanlar da muhalefet edeceklerini hissetmiş oldular. O bütünüyle gittiği gibi, örgütlü yapılar da geriye çekildi.
Bir taraftan kaçınılmaz olan bu. Çok eleştiremiyorum da. Ciddi bir ihbar etme durumu var. Sadece polis olsa nereden geleceğini sezinleyebilirsin. Arkamdan garson geçiyor mesela şu an, insanın aklına geliyor.
‘Muhbir vatandaş’ durumu bizi nereye götürecek?
İyi bir yere götürmeyeceği muhakkak. “Pipo her zaman pipo değildir” ya. Birinin sadece elini kolunu bağlayıp hiçbir zarar vermeyebilirsiniz ve çok şiddetli bir travmaya uğrayabilir. İnsan kaynaklı travmalar daha şiddetlidir.
Polis devletinde öngörülebilir bir durum var: “Bunları yaparsam tutuklanırım, bunları yapmazsam çok büyük ihtimalle başım belaya girmez.”
Şüpheye kapılmak bazen işlevseldir.
Bu kuşku ve şüphe hali toplumu nasıl şekillendirecek?
Maslow piramidini çok indirgemeci buluyorum. Hiyerarşik olarak durumun öyle olmadığını biliyoruz. Kimi ‘feda eylemi’, kimi ‘canlı bomba’ diyor, kimi ‘kamikaze pilotu’ diyor. Açlık grevindeki kişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda yemeyi reddediyor. En üst basamak için en alt basamağı feda ediyor.
İnsanın önemli ihtiyaçları var. Sadece “Karnımı doyurayım, düşüneyim, sevişeyim” gibi bir durum değil. Güvende olduğunu hissetmeye ve kendine saygı duymaya ihtiyacı var. Bu ihtiyaçların tam olarak hakkının verilmediği kanaatindeyim.
Mümkünse ‘evden işe, işten eve’
Bir toplum güvende olduğunu hissetmezse ne yaşar?
Biliyoruz ki tehlike altında 3F durumu devreye girer. ‘Fight, flight, freeze’ (Savaş, kaç ya da don). ‘Fado, futbol, fiesta’ üçlüsüne alternatif gibi…
Bu evrimsel bir şey. Bütün canlılar bu üçünü yapar. Hepsi de duruma göre adaptiftir. BBC Planet Earth belgeselinden bir görüntü paylaşılıyor bu ara. İguana yılanlardan kaçıyor. Üçü de var orada.
En nihayetinde aynı şeyler olacak. hepsi birden olacak. Mümkünse ‘evden işe, işten eve’.
Sizin öngörünüz ne peki?
Şu anda kutuplaşılamıyor bile dediğim taraf o. Bu söyleyeceğim şey bilimsel değil. Her bilginin bilimsel olması gerektiğini düşünmüyorum. Psikanaliz gibi, bilimsel değil ama kıymetli. Kolektif ruhsallık gibi bir durum var. Bunu ispatlayamam, yanlışlayamam da. Alanın içinden biri olarak bakınca görüyorum bunu. Fark ettirmeden de işleyen bir sistem.
İnsanlar tehlikeye açıklık ve şiddet sarmalının içinde bulabilirler kendilerini. Bunun adını koyamayabilirler. Çok da zordur adını koymak. “Ben televizyonda şunu gördüm, o yüzden burada kavga ediyorum” gibi basit olmuyor. Ama gelen her uyarı şunu uyandırıyor: “Güvende değilsin, insanlar kötü…”
Bu his ‘En yakınım güvenli değil’ gibi bir kapıya mı çıkıyor?
Genel olarak insan dediğimiz şeye biraz… İnsanlık kavramının biraz mübalağa edildiğini düşünüyorum. Kirli ve karanlık tarafları her zaman vardı. Toplumun ise başka bir şeye, o taraflarını görmemeye ihtiyacı vardı hep. Şimdi tam tersi oldu. Olduğundan da kötü algılanıyor: “Aslında herkes birbirini patlatmaya, öldürmeye hazır.”
Hazır değilse bile, böyle olmasını onaylıyor.
Ötekimizi nasıl görüyoruz? Benim gibi düşünmeyeni ‘ben olmayan’ olarak tanımlarsak, nasıl bir ‘ben olmayan’ imgesi var kafamızda?
Bunu son 10 yıla bakarak okumak çok kolay değil. Şey nostaljisi var ya; “Kim Kürt, kim Alevi bilmezdik…”
‘Eski Türkiye’ özlemi konu başlığı…
“Gayrimüslüm arkadaşım var ama olsun…” O bir ‘dezavantaj’ ama ben ‘lütfedip’ onunla bir ilişki kuruyorum anlayışı. Ben olmayanların bir kısmı, en tekin olanın ‘kendini göstermeme’ olduğunu öğrenmek zorunda kalmış. Bunu çözmeden şu anki meseleyi çözemeyiz. Öteki olmanın bedellerinin ne olduğunu gördü insanlar.
Mesela Beyazıt Öztürk “Haklısınız aslında” dedi, başka da bir şey demedi. Bir anda “Aslında Gürcü” diye yazılmaya başlandı. O kadar tetikte bekletiliyor ki kimlik meselesi…
‘Şu anın gerçeğiyle yüzleşmek çok karmaşık’
Yüzleşme ihtimali var mı?
O ihtimali sevdim diyebilirim sadece.
Ne denli peki?
Muhtemelen şu anda her zamankinden daha çok uzağız. Tarihi bırakın, şu anla yüzleşemiyoruz. ‘Yakılan asker miydi değil miydi, yakıldı mı yakılmadı mı?’ durumu. ‘Dezenformatif propaganda’ mı, bunun dezenformasyon olduğunu iddia edenler mi dezenformasyon yapıyor? Şu anın gerçeğiyle yüzleşmek çok karmaşık.
Mesela anaokulu çocuklarına tankın önüne yatmak gibi çok şiddetli sahneleri de barındıracak şekilde bir tiyatro oynatıyoruz. Çocuğun gelişimi açısından çok sakıncalı bir durum. Çocuğun hazmedebileceği ve sindirebileceği ölçüde verilmesi lazım.
Almanya’da çocuklar biraz büyüyünce soykırımla ilgili eğitim alıyorlar. Bununla yüzleşebildiği için Almanya başka bir Almanya oldu.
Ayağım takılıyorsa dönüp bakmam lazım. Dönüp bakmadığımız sürece farklı zamanlarda ayağımız takılacak.
‘Dindar nesil’ çıkışı, imam hatipler üzerine bakanların arka arkaya açıklamaları, darbe tiyatrosu… Nasıl bir neslin yolda olduğunu görüyorsunuz?
En kaba haliyle ‘toplumsal mühendislik’ ve bu hiçbir zaman fayda sağlamıyor. Burada olan şey küçücük çocukların şiddetin kaba haline maruz bırakılmaları ve şiddetin belirli formlarının bu çocuklar için giderek meşrulaşır olması.
Çocuklarınıza belli saatlerde yayınlanan ‘Battalgazi’ gibi filmlerde ‘Hristiyanların Türklere nasıl eziyetler yaptığını, gözlerini oyup ciğerini şişlediğini’ tekrar tekrar anlatırsanız bunu seyrederek büyüyen nesilde “Şiddeti gösterenlere şiddet uygulamak aslında meşrudur” gibi bir algı oluşur.
‘Darbe tiyatrosu’ örneğinden gidersek, siz nasıl anlatırdınız?
Gücün dengesizleşip bir odakta toplandığı zaman, toplum için ne kadar tehlikeli olabileceği ve demokrasinin aslında ne kadar iyi olduğuna dönük bir yerden anlatmaya çalışırdım. Buradan bir mitos ürettiğiniz zaman o mitosun illa ki trajedisi olacak. Siz onu yazmazsınız bile o bir destana dönüşüp konuşulacak.
Mesela Tophane’deki sanat galerileriyle ilgili durum çok üzücü. Bu durumun şöyle de bir sıkıntısı var; ülkede öyle iller var ki taş üstünde taş kalmamış. Sokağa çıkma yasağı var ama ortada sokak yok. Böyleyken “Vay sanat galerimiz, Radiohead etkinliğimize de izin vermiyorlar” diye bir itiraz ilk başta şımarıkça gelebiliyor ama burada o ikisinin çok farkı olduğunu düşünmüyorum.
“Böyle düşünmüyorsan evini başına yıkarım” ile “İlerici, batılı vs. değerlere sahipsen kırar dökerim” arasında şiddetin hacmi olarak büyük fark var ama şiddetin meşrulaşması açısından aynı yerde.
‘Prototipal liderlik’
Şortlu kadına tekme atılmasına kadar gidebilir….
Noel Baba’ya silah dayanması mesela, meşrulaşma dediğim durum bu. İnsanlar -geniş halk yığınlarından söz ediyorum- çok fazla düşünmediklerinde “Normali bu zaten” gibi bir algı oluşuyor. Giderek eril şiddetin getirdiği bir eril kültür hakim oluyor bir taraftan.
Dünya görüşü olarak bu tavrın karşısında duran insanlar ‘Bu ülkede böyle şeyler oluyor’ noktasına geldi mi? Bir şortlu kadına tekme vakası daha yaşandığında ‘Daha önce olmuştu zaten, bu ülkede böyle insanlar var ve böyle davranıyorlar?’ gibi bir duyarsızlaşma noktasına doğru evriliyor muyuz?
Parkta koşan kadının ifadesine bakın: “Montum vardı ve fermuarı da kapadım.”
Aksi durumda saldırı meşruymuş gibi. Bunu söylemek zorunda kalıyor kadın. Kadınlar montlarını kapatmaya başladı, koşmamaya da başlayacaklar. Herkes montonu kapatırken montsuz koşuyorsa ‘marjinal, ahlaksız’, ya da herkes pembe otobüse binerken binmeyi tercih etmeyen için “Zaten aranıyor” gibi bir algı yaratılacak.
O almak zorunda kalınan tedbirleri almayanlar cinsel, fiziksel ya da psikolojik şiddetin meşrulaştığı kişiler olacaklar. Normlar değişiyor. ‘Prototipal liderlik’ böyle bir şey.
Lider, mevcut değerlerden sapma gösteren bir şeye işaret ettiği zaman, toplum ‘özdeşen’ lideri eleştirmek yerine kendi değerlerini liderin işaret ettiği şeye doğru değiştiriyor. Dolayısıyla sadece çocuklar değil, toplumun genelinde bir muhafazakarlaşma var.
Beni ürküten kısmı, şiddet göstermenin meşrulaşır olması.
Bu coğrafyanın her daim alışkın olduğu ‘linç kültürü’ Barbaros Şansal’a yönelik saldırıyla yeniden kuvvetli bir şekilde hatırlandı mı?
Bakın, apron görevlileri üç aşağı beş yukarı normal hayatları olan, aileleri olan insanlar. Özel paramiliter bir yapıdan bahsetmiyoruz yani. Linç olaylarının ilk adımı şiddetin meşrulaştırılması. Bunun için linç edilecek kişi kimliği üzerinden önce ötekileştirilir, sonra şeytanlaştırılır.
Elbette toplumsal gerilimin şiddetin bir odağa yöneltilmesini sağlayacak kadar artması genellikle ekonomik parametrelerle ilişkilidir. Otorite figürlerinin bu zayıf halkaya şiddet çağrısı yapmasa bile sürekli işaret etmesi, bu kişi ya da gruplara yönelik taciz ve saldırıların görmezden gelinmesi ile şiddet meşrulaştırılmış olunur.
Anadolu Ajansı’nın uçak saatini geçmesi epey konuşuldu…
Evet, son olarak da lincin gerçekleştirilebileceği kadar kalabalık kitlenin bir araya gelmesi gerekmektedir. 6-7 Eylül olaylarında yerel gazeteler ve radyo yayınları, Madımak’ta ulusal gazeteler bu rolü oynamıştır. Şansal’ın ineceği uçağın saatine varana kadar Anadolu Ajansı tarafından duyurulması da son olayda bu işlevi görmüştür.
Bu skandalla ilgili medyadan, havaalanı işletmesinden ya da emniyetten kimsenin hesap vermemiş oluşu da bu şiddetin meşrulaştırılmasına iyi bir örnektir. Biri bağırır, diğeri küfür eder, öteki tehdit savurur, beriki tartaklar ve yüzlerce kişinin her biri meşrulaştırılmış birer tekme atar.
‘Kasabada daha kolay, tanıdık yüzler’
Vodafone Arena’ya çok yakın oturan birinden şöyle bir şey duydum: ‘Patlama oldu, insanlar öldü, bir saat sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorduk. Sanki bir km ötemizde onlarca insan ölmemiş gibi davranıyorduk.’ İnsanların sokak ortasında, havalimanında ya da gece kulüplerinde öldüğü bir Türkiye’de bu duyarsızlaşma her şeyi daha da kötüye götürecek mi? Bunu etrafınızda gözlemleyebiliyor musunuz?
Tabii ki. Beş kişi öldüğünde “Keşke olmasaydı” gibi bir durum oluyor artık. Eşikler arttı, tepkinin süresi azaldı. Bu sadece korkuyla ilgili de değil. insanlar kendilerini travmadan korumaya çalışıyor.
Travmadan korunma hali cinnete dönüşecek mi?
Bahsettiğimiz şey ‘yok olma’ değil, ‘yok sayma’. Tekrar tekrar yaşandığı için bunun zihinsel simülasyonunu yapmanın ruhsal maliyeti çok büyük. Ve insanlar bir şekilde simule etmeye çalışıyor. Bu onlara bir etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Dünya tekinsiz, Türkiye de öyle.
Kasabada daha kolay, tanıdık yüzler. Tanımadığınız insanlarla bir arada yaşamanın çok büyük bir külfeti var. İnsanlar o anda o sıkıntıyı yaşamıyorlar. Daha depresif ve karamsar bir hale geliyolar. Daha çaresiz, daha içe dönük. Bunu sadece “Oraya gidersem bomba patlayabilir” durumuyla açıklayamayız. Genel olarak insanlar birbirleriyle daha az konuşuyorlar.
Peş peşe gelen Vodafone Arena ve Reina saldırılarından sonra insanlar yaşam alanlarına doğrudan tehditi hissetti mi?
Bu saldırılar bir yönüyle öncekilerden ayrıştırılabilir. Daha önce metropollerde yapılan terör saldırıları bir eyleme, bir mitinge ya da belirli bir ülke vatandaşlarına yönelik gerçekleşiyordu. İnsanlarda turistlerin ya da polislerin etrafında bulunmazlarsa ya da bir eyleme, mitinge katılmazlarsa güvencede olabileceklerine dair bir inanç bulunuyordu.
Dolmabahçe’de stadyum saldırısı ve Reina saldırısı bir maça veya gece kulübüne gitmenin de güvensiz olduğu hissini uyandırdı.
Dolmabahçe’de polisler hedef alınmış gibi görünse de sonuçta bu iki saldırı sadece sivil toplum hareketlerini değil doğrudan yaşam biçimini de hedeflemişti. Sonuç olarak geniş kitlelerin yaşamlarını yeniden düzenleme ihtiyacı hissetmeye başladıklarını söyleyebilirim.
‘Kurbanı suçlama mekanizması’
Şöyle bir örnek üzerinden gideyim. Toplu taşımada insanlara yer veren biri son dönemde ‘Artık yapmıyorum, insanların buna değdiğini düşünmüyorum’ diyerek yer vermediğini anlattı.
Şu metinde bile kaç tane trajedinin adı geçti. Soma mesela; insanları yaralayan çok başka bir trajedi. Bazı insanlar bu yaralanmadan kurtulmak için şöyle bir şeye sığındı: “E onlar da AKP’ye oy verdiler, vermeselerdi kardeşim.”
Burada ‘kurbanı suçlama’ dediğimiz mekanizma devreye giriyor.
Bir cinsel saldırı meselesi olduğu zaman “Düşünün ki kardeşinize, annenize, olduğunu” diye ’empati sesleri’ yükselmeye başlıyor. Empati yapacaksanız kendinize olduğunu düşünün. Erkek de tecavüze uğrayabilir. Öncesiyle sonrasıyla bir düşünün bakalım, nasıl hissettirebilir insana. Erkeğin de tecavüze uğrayabileceğini bilip yine de kardeş örneği üzerinden gidiyor. Tecavüze uğramış biriyle empati yapmak çok ağırdır.
Özgecan perişan etti mesela, bunun bana da yükü var. Kötü hissetmek istemiyorsam eğer fark etmeden ona da bir kulp bulurum: “Kız başıma gecenin bir yarısı niye minibüse bineyim, ben binmezdim. Dolayısıyla empati yapmama gerek yok. Oh kurtuldum, benden çıktı. Benim kardeşim, sevgilim de yapmaz. Ben çünkü ataerkil bir şekilde onlara ‘höt zöt’ yapıyorum. Ben kurtuldum. Suç kurbanın.”
İnsan doğası gereği empati yapmaya meyilli. “Şimdi empati yapalım” deniyor ya. İnsan doğası gereği onu yapıyor zaten. Üst üste trajedilerde insanlar kendini empatiden korumaya çalışıyor.
Komşuna hırsız girdiğinde “O da sağlam kapatsaymış her yeri” deniyor, çelik kapı dersen “Onlar da kalite kalite” cevabı geliyor. Kendi evine girmiş olsa “Yapacak bir şey yok, hırsıza kilit dayanmıyor” diyecek. ‘Benim başıma gelseydi’den kaçınma ihtiyacı çok sık olabiliyor. Daha trajik durumlarda iyice büyüyor.
Soma örneğinde şöyle bir düşünce gelişti: “Ben ülkede çaresizlik içindeyim, yaşayamıyorum ve bu ülkenin yarısı yüzünden oluyor. O zaman yoksul, desteğe ihtiyacı olan insanlarla hiç uğraşmayayım.”
O öfkeyi bir yere yöneltme durumunun sonucu bu. Bir çeşit izolasyon. “Herkes kendi yağında kavrulsun, ben gemimi yürütürüm” düşüncesi. Kutuplaşamıyor derken bundan bahsediyordum, atomize olmuş ve herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı bir toplum.
‘2016, bir fotoğraf olamayacak kadar kalabalık’
Olumlu yönlerimi kullanabileceğim enerjimi bile kendime saklayayım…
Tamamen öyle. Ülkede güven kurum kalmadı gibi. Özellikle kendini muhalif hisseden kesim için. Ölü sayısı açıklanıyor, olduğundan az mı emin olamıyoruz. Birisi stadyumun çatısından “Arkadaşlar durum bu kadar kötü” diyerek ceset fotoğrafı göndermek zorunda kalıyor. Yine de göndermesin, karşıyım ama haberleşmenin sağlıklı olmaması toplumu daha da travmatize ediyor. Hedeflenen ‘yaşananın unutulmasıysa’, bu ters tepiyor. İnsanlar daha çok maruz kalıyor çünkü anlama ihtiyacı oluyor.
2016 nasıl bir tablo gösteriyor size?
2016, bir fotoğraf olamayacak kadar kalabalık. Bruegel’in böyle tabloları vardır. Bir sürü insan bir şey yapıyor…
Ya da Bosch’un böyle tabloları vardır. Cehennem tasviri vardır mesela, dağınık figürler, her yerde ayrı bir sıkıntı…
Somutlaştıracak olursak çok iyi bir fotoğraf değil. Bunu söylemek de çok üzücü ama ümit veren bir parçayı da yakalayamıyorum maalesef. Trajedilerin içinde de ümit veren şeyler görülebiliyordu.
Şu anda daha içe dönmüş, kapanmış, kendini kabuğuna almış evlerden oluşan bir toplum görünüyor. Ötekiyle teması azaltmış, hatta düşman…
Bir kesim iyice sinizme savruldu, bir diğer kesim ise tamamen kendini göstermeyi bıraktı. Pek çok insanın ‘gönderme frekansı’nın azaldığını düşünüyorum. Daha az konuşmak, daha az paylaşmak gibi. Sadece sosyal medyada da olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar birbirine daha az temas ediyorlar.
Muhtemelen bu insanların pozisyonunu korumak için yaptıkları bir şey. Etrafa dair bir şey değiştirebilecek bir durum da değil. Akıntıda suyun üzerinde kalma çabası gibi. Akıntı, umalım ki iyi bir yerlere götürsün.
İlla ki götürecek; çünkü su durmuyor. Ama şu anda suyun üzerinde durma gayretinden başka bir şey gözükmüyor gibi.
Montunu kapamak zorunda kalan kadını da, suyun üzerinde durmaya çalışan insanı da çok iyi anlıyorum. Toplumsal özne olarak bu dinamikleri kendimde ne kadar barındırdığım tartışılır. Bir eleştiri ve nasihat gibi duyulsun istemiyorum.
Ötekileştirmeden kurtulmanın yolu onu olabildiğince dinlemek. Ötekine görünmek…
Kolay olmadığını biliyorum, belki 2017’de de değil. Ama buradan çıkacaksak buna ihtiyacımız var. Tarihe not düşmüş olalım bu vesileyle.
İnsanlar dünya savaşları bittiğinde inanamamışlar ya. Bitmeyecekmiş gibi görünüyor. Zamanı yaşıyorken hiç bitmeyecekmiş gibi. Halen 2. Dünya Savaşı’nda ormana saklanan insanlar çıkıyor, savaşın bittiğine ikna edemiyorlar.
O yıkıcılık yoğunlaştığı zaman hiç bitmeyecekmiş gibi bir hisse kapılabiliyor insan. Şu anda da o yıkıcılığı hissediyoruz.
Benzer hisler mi taşıyoruz?
Evet evet. İnsanlar o dönem kitleler halinde ölümleri görünce bitmeyeceğini hissetti. 2. Dünya Savaşı’ndan aslında barış çıktı. Tartışılır ama en azından ölümler durdu. Barış olduğu tartışılamaz, onun adını koymalı. Yine böyle sarsıcı bir dönemden geçiyoruz ve “Bitmeyecek, giderek hep kötü olacak” gibi bir duygu bırakıyor, bunu biliyorum.
Tarihte de böyle oldu, daha da serti oldu ama bitti hep. Bu da bitecektir. Belki oradan bir umut verebiliriz. Sizin benimle konuşmayı istemenizin, benim de bunu kabul etmemin nedeni bu.
O olmadığı zaman mutlak bir sinizm. Bir umut var, öyle ya da böyle, saçma ya da değil. O olmadığı zaman insan kendi yaşamına yabancılaşır.
Ne düşündüğünü anlatmadıktan sonra, başkalarının ne düşündüğünü duymayı reddettikten sonra “Ömrümü ne için geçiriyorum, nasıl bir yaşam kuruyorum kendime?” gibi sorularla baş başa kalırız.
İnsanın varlığını sorgulayacağı temel nokta…
Kendi olarak var olabilmesi için umut gerekiyor. Yakıt umut.