MURAT SEVİNÇ
Başlığı okuyanların bir kısmının ilk duygusu muhtemelen şöyle olur: “Canım adamın birinin yaptığı densizlik işte!” Bir yanıyla doğru. Türkiye’de AKP ya da başka bir partiye oy veren milyonlarca dindar insanın şiddetle karşı çıkacağı, tepki göstereceği bir edep ve izan yoksunluğu söz konusu, yukarıdaki başlığı atmama neden olan sözlerde. Buna mukabil, ‘münferit’ gibi görünen ya da öyle gösterilmeye çalışılan bu ‘dil’, herhalde üzerinde biraz daha durmayı gerektiriyor.
Türkiye seçmeni, o seçmenin seçime katılanları, seçime katılanların geçerli oy vermeyi başaranları, çok küçük bir farkla bir asırdır yerleşik olan parlamenter sistemi çöpe attı. Daha doğrusu YSK’nin, skandal sözcüğünü dahi hak etmeyen açıkça hukuka aykırı kararı bize ‘Evet’in kazandığını buyurdu! Oylama üzerine daha çok yazılır çizilir nasıl olsa.
Şimdilik şu kadarını söylemeli: Nasıl ki Anayasa Mahkemesi 2007 yılında verdiği o berbat ‘367 kararı’ ile intiharı seçtiyse, YSK de bu kararla aynı yola meyletti. 1950’den bugüne sistemimizin, tüm tartışmalı kararlarına karşın ‘medarı iftiharı’ olan YSK, okuması olan herkesin kavrayabileceği bir hukuk dışılığa imza attı. Ne ‘resmi sonuç’ ifadesi ne de yandaşların zırvalamaları, bu somut gerçeği değiştiriyor. Serbest seçim ilkesine dayanan demokratik sistemin başına gelebilecek en büyük felaket, yurttaşın verdiği oyun selametinden kaygı duymaya başlaması, güvenini kaybetmesidir. Türkiye’de şu anda yaşanan bu. Yazık oluyor, çok yazık. Konu üzerine son derece ayrıntılı bir ‘teknik hukuk’ değerlendirmesi yapan Kemal Gözler’in yazısını, kendi sitesinden alıp buraya bırakıyorum. Öğrenmek isteyen okur…
Ancak resmi sonuçlar açıklanıp yargısal aşamalar tamamlandıktan sonra, değişikliğin uygulanması yönünden ‘yaygın kanaatin’ pek bir önemi kalmıyor ne yazık ki. Yani o ‘atla’ nereye ve ne kadar gidilir bilinmese de, atı alan Üsküdar’ı geçiyor gerçekten. Bugün itibariyle, 1909’dan itibaren uygulanan sistem milyonlarca yurttaşın oyuyla çöpe atıldı ve o milyonlar, hemen hiç bir fikirleri yokken akla zarar bir sistemi ‘tercih’ etti. ‘Hayır’ diyen milyonlarca seçmen ise diğerlerinin tercihine ‘katlanmak’ durumunda kaldı. İşte anayasa kitaplarından buna, ‘çoğunlukçuluk’ deniyor!
Kişisel olarak, ‘Hayır’cıların kaybetmediği, aksine siyasal açıdan büyük kazanımlar elde ettiği, müthiş bir demokratik muhalefet enerjisi doğduğu kanısındayım. Bu nedenledir ki ‘Hayır’cılar umutlu, diğerlerinin yüzünden düşen bin parça. Eyüp semti çocuğu olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Eyüp’te fazla çıkan ‘Hayır’ oyunun anlamını, muktedirler herkesten iyi bilir. Kuşkunuz olmasın!
Defalarca yazdığımı bir kez daha yineleyeyim: Bu değişiklik, onu savunana büyük bir haksızlık ve kazık. Bir süre sonra yaşanacak pişmanlığı ve yeni değişiklik taleplerini hep birlikte izleyeceğiz. Yönetmeyi iyice güçleştiren bir metni kabul ettirdiler. Tabii kendi seslerinden başkasını duymayan bir kibirle malul olduklarından yapacak bir şey yok; bir süre sonra ‘Eyvah biz ne yaptık’ diyen seslerini işiteceğiz. Ülkelerin tarihlerinde böyle şeyler oluyor ne yazık ki. (İngiltere’de 17’nci yüzyıldaki Cromwell örneğini başka bir yazıda anlatırım!) Yeni sistemle yönetmenin imkansızlığı er geç görülecek ve Türkiye parlamenter sistemin saf haline dönecek. Sabır. Fakat belirsiz bir süre eşi benzeri olmayan bir sistem ve tek adam anayasası ile yönetileceğimiz de, gerçek…
Yazı bitmeden başlığa geleyim!
Sistemler değişir de, bir yandan sistemin ürünü olup diğer yandan o sistemi belirleyen insanı, yurttaşı, o yurttaşın ‘dilini’ ne yapacağız? Başlıktaki ifade, benzerlerinin yaygınlaşması, her yeni gün bir başkasıyla karşılaşıyor olmak; tek adam rejimi kadar tehlikeli değil mi? Eğer ‘Hayır’ oyları önde çıksa ve parlamentarizm çöpe atılmasaydı, otobüste böyle biri ya da birileriyle yan yana yolculuk etmenin huzurunu mu yaşayacaktık? Beni, hayırcıları, aynı mahallede yaşayanları, komşusunu, bir ‘savaşın’ tarafı gören ve o savaşı kazandığını düşündüğünde eşlerimize musallat olabileceğini tahayyül etmekten gocunmayan birileriyle…
Ne olmuştu? İBB çalışanı biri, CHP milletvekilinin son derece biçimsiz konuşması ardından sinirlenip twit atmış. Bu arada o CHP milletvekiline, Türkiye’yi yönetenler başta, pek çok AKP’linin ağız dolusu hakaret ettiğini de, o sözlerin CHP tarafından sahiplenilmediği de, CHP genel başkanı tarafından eleştirildiğini de, not edelim. Yani ortada muhalefetin sahip çıktığı değil, eleştirdiği bir densizlik var. İşte o belediye çalışanı twitinde mealen; değil mi ki CHP bu süreci açıkça bir savaşa çevirdi (!) o zaman savaş kazanılır da evetler önde çıkarsa ‘Hayır’cıların (bunların!) karıları ve kızları ganimet olarak ‘Evet’çilere helaldir deyivermiş.
Muhalefet etmeyi savaş ilanı olarak görmesi mi, hukuktan yalnızca dini hukuku anlaması mı, dini hukuku da bilmemesi mi, yoksa kadını ganimet olarak algılaması mı? Hangisi üzerinde durulmalı? Twitin altında yazanlara, şahsın ‘takipçilerinden’ gelen tepkilere baktım. Hemen herkes ayıplıyor ve yanlış buluyor. Güzel. Ve ne yazık ki o hemen herkes bu ‘ayıp bulma’ işine, “Tamam şöyle kötüler böyle fenalar ama bunların düzeyine inmemeli” diyerek başlıyor. ‘Bunlar’ dedikleri, ben, benim gibi düşünenler, ‘Hayır’cılar. Dolayısıyla bizlerin iğrenç tipler olduğumuza bir kuşku yok da, eşlerimize tasallutu ‘abartılı’ bulmuşlar!
Sonuca gelmeden bir iki örnek: Belediye otobüsünde başı kapalı bir kadın, tartıştığı adama Erdoğan’ın dünyada nam saldığını hatırlattıktan sonra, “Siz öleceksiniz, gebereceksiniz, az kaldı…” deyiveriyor. Buradaki ‘geberme’ sözcüğünü akılda tutarak, bir örnek daha: Hiç okumadığım ancak sağa sola tehditler savurduğu için ister istemez haberdar olduğum bir ‘yazar’ var. Yazar sıfatını ben tercih etmiyorum, öyle tanınıyor. Aslında neler yazıp söylediğini bilmesen, yanaklı, gözlüklü, temiz yüzlü bir delikanlı olduğu bile düşünülebilir. Yazar, kendisine yanıt verme hakkı dahi olmayan Cumhuriyet’in tutuklu kalemleri için “Gebereceksiniz ama hukuk yoluyla başka yollarla” dedi. İfadedeki anlam ve Türkçe bozukluğunu geçelim; havuz medyasında Türkçe bilmenin önkoşul olmadığı herkesin malumu. Dikkat ettiyseniz yine ‘geberme’ sözcüğü!
Bizim gibi insanların yalnızca ölmeleri değil, gebermeleri yönünde büyük bir özlem, istek ve tehdit. Örneğin gar katliamında paramparça edilen insanları Konya’ya yuhalayan ve Katolik olmadıklarından emin olduğumuz taraftarlar da herhalde ‘iyi oldu geberdiler’ diye düşünmüşlerdir. Öyle ya, bir hınç olmasa ne diye cenazeyi yuhalasınlar!
‘Geberme’ ifadesi, hem ölmesi istenen insana duyulan ‘dizginlenemez hıncın’, hem de aslında ‘muhalifi’, bırakın eşit yurttaşlığı vs. insan dahi kabul etmemenin (hayvan ölüsü için kullanım yaygındır) sonucu.
Tüm bu örneklere, ‘münferit’ eleştirisi yöneltilebilir. Yöneltene, “Haksızsın” diyemem. Buna mukabil yüzlerce diğer ‘münferit’ eylemleri de sıralama gereği duymadan şunu söyleyebilirim: Münferit olan ya da olması gereken böylesi ifadeler ve hınç, kendi gözlerimizle gözlemleyebileceğimiz ölçüde yaygınlaşmaya başladı. Herhalde şu saptamayı eklemek de yadırganmaz: Özellikle son yıllarda bu dilin yaygınlaşıyor oluşunun asıl müsebbibi ‘muhalefet’ değil. ‘Hayır’cılara başta teröristlik olmak üzere edilmeyen hakaret kalmadı. İzan dışı, insanın aklını fikrini zorlayan adaletsizliklerin yaşandığı günlerde, muhalif (ve tabii okumuş!) olanı açıkça şeytanlaştırmak için her şey yapıldı, yapılıyor. Örneğin iktidar yandaşları tarafından neredeyse tüm kötülüklerin anası olarak lanse edilen ve Allah bilir ya, yakın zamanda Fetöcülüğün de ‘tümüyle’ ihale edileceği CHP ve diğer muhalefet partileri (AKP’de hiç Fethullahçı olmadığına göre!), mütedeyyin kesimi incitmemek için (ki doğru amaç) neredeyse parti olduklarını ve siyaset yaptıklarını dahi unutacak (ki yanlış yöntem) hale geldiler.
Dolaysıyla dilin giderek sertleşip ‘gebersinler’ düzeyine varmasında, eğer yine benim ve bizim bakkalın da kanıtlanabilir bir payı yoksa, birilerinin olmalı. Milyonlarca Müslüman’ın, evine ekmek götürme derdindeki yoksul ve dindar kitlelerin, namuslu insanların bu ifadelerin sorumlusu olmadığını elbette biliyorum. Ancak hakaret ve aşağılamanın bu denli rahat yapılabilmesi, nefret dilinin arkasındaki özgüven, ancak güvenli olduğu varsayılan bir liman varsa filizlenir. Bu insanlar pek de kınanmayacaklarını, mağdur edilmeyeceklerini, hesap vermeyeceklerini ve hatta ne yazık ki belli kesimlerden takdir göreceklerini bildikleri için böylesine pervasız.
İBB’de çalışan hakkında bazı hukuksal işlemler başlatılmış. Yanılmayı umduğum önyargılarım diyor ki, “Bir şey çıkmaz, üstü kapatılır.” O yazar, meslektaşlarının gebermesini dilerken takdir edildiğini biliyor. İsrail’e giden gemide katledilenler için sarf ettiği adi sözcüğe gösterilen tepkinin binde biri “Geberecekler”e gösterildi mi? Tabii ki hayır. ‘Hayır’cıların eşleriyle halvet olmak isteyen o ite güçlü bir tepki duyuldu mu? Hiç olmazsa asgari edep ve izan talep etmek, edep ve izan çağrısını duyurmak, herkese duyurmak, bu kadar mı zor? İçsesleri bilemeyiz ki, duymuyoruz, duyulmuyor, mesele bu…
Demek ki önce dehşetli riyakarlığın, pespayeliğin üzerine gitmek zorundayız. Aynı ifadeleri CHP’li birileri sarf etseydi; örneğin bir CHP belediye çalışanı ‘Evet’çilerin eşleri hakkındaki fantezilerini yazsaydı ne olurdu? Sessizlik? Ne sessizliği Allah aşkına, adamın başına gelecekleri tahayyül dahi etmek istemiyorum. Muhtemelen AKP’li siyasetçiler de doyasıya söver ve önümüzdeki yıllarda ‘CeHaPe zihniyetine’ örnek gösterirlerdi. O akla zarar sado mazo ‘Kabataş fantezisi’ bile aylarca kullanılmadı mı? Peki külliyen yalan olduğu ayan beyan görüldükten sonra olsun, samimi bir ‘özeleştiri’ duydunuz mu? Ne gezer!
Bu konuda başka şeyler de yazacağım, yazı çok uzadı…
Toplumun bu hale gelmesinde devasa payı olan iktidar sahiplerini boş verelim. Aklı başında, dürüst yurttaşlar gerekli tepkiyi gösterip kınamalı. Adı sanı bilinen, Müslüman kesimin ciddiye aldığı yurttaşlar, öncelikle. Ses vermeliler. Duyulan ses. Yüksek ses. Mırıldanma değil…
Evet, her şeye rağmen birlikte ve insan gibi, eşit yaşamalıyız, yaşayabiliriz. Mümkündür. Çok da gerekli. Ama tüm sistem tartışmalarından, tercihlerden, halkoylamalarından önce; birbirimizin yüzüne bakacak halimiz kalmalı…
Yazı önerisi: Muhterem okuyucu, bilen biliyordur, Gazete Duvar’a farklı içerikte yazılar yazmaya başladım bir süredir. Oradaki her yazıma burada link verme gibi bir şımarıklık yapacak değilim. Ancak özel bulduğum ‘kitaplar’ üzerine yazdıklarımı Diken okuyucusu da bilsin isterim. Öğrenci ve araştırmacı genç arkadaşların işine yarar umuduyla, buraya bırakıyorum.