MURAT SEVİNÇ
Bugün Cumhuriyet’in ilan edilişinin 92. yılı. İmparatorluğun enkazından doğmuş yeni bir devlet biçimi. Mimarları, II. Mahmut ile başlayan Batılılaşmanın ürünü asker ve siviller. Dolayısıyla Cumhuriyet ile taçlanan yeni rejim, toprağımızda 19. yüzyılda başlayan çabanın, bir asır sonraki görkemli bir sonucu. Olağanüstü zor savaş koşullarının, kararlı ve akıllıca yürütülen siyasetin, başta hiç kuşkusuz Mustafa Kemal olmak üzere dirayetli devlet adamlarının kazandırdığı yeni bir devlet biçimi, bir uygarlık tercihi.
Malumunuz, Cumhuriyet’e giden yolculuk Mustafa Kemal adlı subayın ‘devletine başkaldırmasıyla’ başladı. İyi ki başkaldırdı. O genç subay, iyi ki bir savaş örgütledi; iyi ki yerel kongreleri bir araya getirmeye çalıştı; iyi ki askeri birlikleri düzenli orduya dönüştürdü; iyi ki yeni bir millet meclisi kurdu (BMM); iyi ki 1876 Kanun-u Esasi henüz yürürlükteyken bir savaş anayasası (1921) hazırladı.
Bu zaman zarfında, devleti tarafından hakkında ‘ölüm fermanı’ çıkarıldı. Tarih böyle matrak bir şey işte. Eğer başaramasaydı, bugünün ders kitaplarında en hafif ifadeyle ‘isyankâr’ bir Osmanlı subayı olarak yer bulacaktı. İyi ki başardı.
Mustafa Kemal’in özellikle 19 Mayıs 1919’dan sonraki birkaç yılı, çok etkileyici bir dönem. Bugün tartışılan ve insanların başının derde girmesine neden olan çoğu konu o yıllarda gündemdeydi. Kürt meselesi, yurttaşlık, üniter yapı tercihleri vs. İçinde Mustafa Kemal’e muhalif vekillerin olduğu bir meclis (I. Meclis) tarafından kabul edilen 1921 Anayasası ve muhalefetin kısmen tasfiye edildiği meclisçe (II. Meclis) hazırlanan 1924 Anayasası’nın meclis tutanakları, günümüz vekilleri açısından mahcup edici olması gereken tartışmalarla dolu. Gerek içerik gerekse tartışanların düzeyi açısından.
Bu yazının amacı, ‘bazı çok önemli’ belge ve olguları hatırlatmak ya da habersiz olanları haberdar etmek. Tümü ‘muhtariyet’ yani ‘özerlik’le ilgili. Başta Mustafa Kemal olmak üzere belgelerin hazırlanmasında payı olanlar artık hayatta olmadığı için, bugünün savcılarınca soruşturmaya maruz bırakılmaları da olanaksız nasıl olsa!
İlki:
1921 Anayasası’ndaki özerklik
Savaş sürerken hazırlanmış, kısa (23 madde ve bir ek) ve koşullar nedeniyle ‘meclis hükümeti’ sistemi (konvansiyonel sistem) kuran bir anayasa. İlk maddesi egemenliği ‘millet’e verip ‘yeryüzü’ne indirdikten sonra (malumunuz, daha önce egemenliğin kaynağı gökyüzünde idi), dayandığı ilkeyi şöyle açıklıyordu: “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Yani halk, kendi kaderine kendi idaresiyle yön verecek. Türk devleti yerine, etnik vurgu taşımayan ‘Türkiye devleti’ tercih edilmişti.
Bugün için özel önem taşıyan düzenlemeler ise 10. madde ve sonrasında: Ülke, coğrafi ve iktisadi gereklilikler nedeniyle vilayet (md. 11-14), kaza (md. 15) ve nahiyelere –bucak- (md. 16-21) ayrılmış, vilayet ve nahiye ‘şuraları’ oluşturulmuş ve bunlara muhtariyet/özerklik verilmiş, bu şekilde halkın yerel düzeyde ‘kendi kendini yönetme’ hakkı geniş şekilde tanınmıştı. Yerel düzeyde özerkliğe sahip ‘vilayet şuraları’, yasalara bağlı kalmak kaydıyla ‘sağlık, maarif, iktisat, tarım, medreseler ve sosyal yardımlaşma’ gibi konularda yetkili kılınmıştı. Halka en yakın birim olan nahiye şuraları da ‘özerk’ti. Halk tarafından seçilen şuranın ve onun tarafından seçilen idare heyetinin, derecesi özel yasalarca (kavanini mahsusa) saptanan iktisadi ve mali yetkileri vardı. Bu yapıyı, bugünün ‘bölgeli devlet’ sistemine benzetebiliriz.
Peki böylesine geniş yerel yönetimin gerekçesi neydi?
Konu üzerine yazıp çizenler hemen hep aynı şeyleri vurgular: 1921’in yerel yönetim anlayışı, güçlü halkçılık düşüncesinin, memur otokrasisiyle mücadelenin, savaş sırasındaki yerel kongre iktidarlarının, Sovyet sistemine (sovyet=şura) öykünmenin, yani Bolşeviklerle ‘ittifak’ siyasetlerinin ürünüdür (Taksim heykelinde Mustafa Kemal’in arkasındaki iki Bolşevik komutanı hatırlayın).
Saptamalar tabii ki makul. Ancak Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki birtakım gelişmelere, Mustafa Kemal’in açıklamalarına ve Mustafa Kemal’in ‘1924 Anayasa Taslağı’na vs. bakıldığında, yerel özerkliğin pek uygulanmasa da uzunca bir süre Kürt sorununa yönelik bir ‘manevra’ olarak öngörüldüğünü düşünmek fazlasıyla mümkün.
Gelelim bize bunu düşündüren bir diğer önemli belgeye:
İzmit Basın Toplantısı’nda özerklik
Bu toplantının, 1987 yılında 2000’e Doğru dergisi ortaya çıkarana dek ‘eksik!’ yayımlandığı anlaşıldı. Ocak 1923 tarihinde (Lozan’a ara verilen tarih) İzmit’te gazeteci A. Emin Bey’in Kürt meselesine ilişkin sorusunu Mustafa Kemal şöyle yanıtlıyor: “Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumualiniz bizim hudud-u milliyemiz dahilinde mevcut Kürt anasır o surette tevattun (bir yeri vatan edinmek) etmiştir ki pek mahdut yerlerde hali kesafettir (yoğun). Fakat kesafetlerini kaybede ede ve Türk anasırının (unsur) içine gire gire öyle bir hudut hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir hudut aramak lazımdır. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşaririni de (aşiretler) nazar-ı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Binaenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın (vilayetten küçük, kazadan büyük, bugün olmayan bir birim/sancak) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir (vurgu bana ait, MS)…”
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, 1923’ün Ocak ayında, 1921 Anayasası’nda yer alan özerkliğin Kürt sorununu halledeceği kanısındadır. Denilebilir ki, ‘O esnada Lozan görüşmeleri henüz sürüyordu ve Meclis’te güçlü bir muhalefet vardı.’ Peki buna da ‘kabul’ diyelim.
Ancak ‘üçüncü’ bir belge, Mustafa Kemal’in Lozan imzalanıp onaylandıktan sonra dahi konuya ilişkin görüşünü pek değiştirmediğini ortaya koyuyor: O belge, Mustafa Kemal’in hazırlanmasında bizzat yer aldığı Anayasa Taslağı.
Anayasa Taslağı’ndaki özerklik
Taslak, Çankaya’daki bir arşiv çalışması sırasında bulundu ve 1998’de yayınlandı (Kentbank tarafından). Mustafa Kemal önce müsveddesini yazmış, Hasan Rıza Soyak tarafından temize çekilerek Adalet Bakanı ve Komisyon’a gönderilmiş. Komisyon’da bakanlar ve davet edilen uzmanlar (Ziya Gökalp, Yunus Nadi, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi) görev yapmış. 21 Ekim’de teslim edilmiş. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın üzerinde çalışıp bazı değişiklikler yaptıkları metin 28 Ekim 1923 gecesi tamamlanmış. İşte bu taslakta da Mustafa Kemal, 1921 Anayasası’nın ‘muhtar/özerk’ yerel yönetim yapısını olduğu gibi korumuştur.
Ezcümle, 28 Ekim 1923 tarihinde yani Lozan’dan sonra ve Cumhuriyet’in ilanından saatler önce, 1921’in ‘özerk’ yerel yönetim modelini önermiştir (md. 105-114 arası). Oysa altı ay sonra kabul edilecek 1924 Anayasası’nda söz konusu model çöpe atıldı. O altı ayda koskoca bir özerk yapı önerisinin hangi süreç sonunda gözden çıkarıldığı açık değil.
Ertesi gün, 29 Ekim’de Anayasa’da altı maddelik bir değişiklik yapıldı. İlk maddeye şu ifade eklendi: ‘Türkiye Devletinin şekli hükümeti, Cumhuriyettir.’ Kutladığımız, bu basit ama devrimci anayasa değişikliğidir.
Özet ve sonuç
Bugünden geçmişe bakarak hikmet aramanın âlemi yok. ‘Ulus devlet’ yaratmak isteyen bir kadronun 1924 Anayasası’nda ‘üniter yapı’ tercih etmesini anlamlandırmak mümkün. Buna mukabil şu iki can alıcı noktayı gözden ırak tutamayız: 1. Söz konusu tercihin vurgusu artık 1921’deki ‘halkçılığa’ değil, ‘Türklüğe’ dayanan bir toplumun inşasına yönelikti. Ve bu toprakları, sayısı hiç azımsanamayacak ‘diğerleri’ için kaçınılmaz biçimde yaşanmaz hale getirdi. 2. Tercihin bu yönde yapılmış olması, 1921-1924 arasında muhtariyetin/özerkliğin konuşulduğunu ve kendi kendini yönetme ilkesinin gerek 1921 Anayasası’na gerekse Mustafa Kemal’in taslağına girdiğini ‘görmeyi’ engellememeli. Körlüğün ve sahtekârlığın âlemi yok.
Demek ki öncelikli mesele, bugün Türkiye’de kavgaya neden olan konuların çoğunun kuruluş yıllarında gündeme geldiğini idrak edebilmekte. Zamanında özerklik de tartışıldı, Türkiyeli sözcüğü de işitildi. ‘Türkiyeli’ ifadesini hem Mustafa Kemal kullandı hem de 1924 Anayasası’nın Meclis görüşmelerinde önerildi. Hiçbiri yeni değil. İlk kez duyuyormuş gibi davranmak, kısmen cehaletten kısmen faşizanlık/ırkçılıktan kaynaklanıyor.
Bugün ‘özerklik’ ya da ‘özyönetim’ kavramlarını ağzına alanların başına gelenlere bakınca, insan ‘Acep başka bir memleketin tarihini mi çalıştık’ diye düşünmeden edemiyor. Hadi İslamcı siyaset yaptığı iddiasındaki kesimi bir yana bırakalım; çünkü şu vahim halleriyle görünen o ki onlar 1921’in ‘halkçılığına’ da 1924’ün ‘ulus’ devletine de karşı! Ancak Atatürkçü olduğu iddiasındaki yurttaşların, o yurttaşın özellikle bir kesiminin, 2015 yılında yeni/Batılı idari yapı önerileri tartışmaktan dahi kaçması hayli saçma bir tavır. İzinde gittiklerini iddia ettikleri Atatürk, topraklarımızın geçmiş yüzyılda tanık olduğu en ‘Batıcı’ ve ‘akılcı çözümler’den yana lideri.
Hem onun izinden gittiğini iddia edip hem de onun ve dönem siyasetçilerinin, düşünürlerinin 90 küsur yıl önce tartıştığını 2015 yılında konuşmayı reddetmek! Bunun adı ‘Cumhuriyetçilik’ ya da ‘Batıcılık’ değil. Başka adları var ama haydi bayram günü söylemeyeyim!
İyi bayramlar.
Ve tabii iyi seçimler. Bakalım Pazartesi sabahı nasıl bir siyasal rejime uyanacağız…