MURAT SEVİNÇ
Dördüncü eleştiri yazısı…
Muhalefet partileri yıllardır iktidarın çizdiği sınırlara hapsolmakla eleştiriliyor ve haklı bir eleştiri bu. Hatta en somut, gözle görülebilir veri olduğu dahi söylenebilir. O sınırın dışına her çıkıldığında gündem belirleyip toplumsal-siyasal dönüşüme katkı yaptılar. Ne zaman ki, örneğin neredeyse bir hafta boyunca ‘seccade’ üzerine konuşup açıklama ve özür yarışına girerek iktidarın kendileriyle güzelce dalga geçmesine izin verdiler, kaybedip kaybettirdiler. Aksi bir örnek hatırlamıyorum.
Epeyce yazılıp çizildi bu konuda ve pek çok sorunda olduğu gibi, yazılanlar muhalefetin bilmediği, görmediği şeyler değil. Siyasetçiler, her ne kadar ‘oy almak zorunda olan’ ve ‘parti hukukî-siyasal kişiliğini’ temsil eden figürler, bir başka söyleyişle ‘sırtında birden fazla yumurta küfesi’ taşıyan insanlar olsa da, eninde sonunda bir tercih yapıyorlar. Dahil oldukları siyasi kampı değiştirmek için çaba harcayanlar ile harcamayanlar arasındaki fark da söz konusu tercihe dahil. Eğer son seçimden söz ediyorsak, Millet İttifakını oluşturan altı partiden üçünün, İYİP, SP ve CHP’nin kendi bünyelerinde az çok dönüşüm için çalıştıkları kanısındayım. Başarı ya da başarısızlık tespitleri için acele etmemekten yanayım.
Bahsettiğim, lider ya da çevrelerinin filancadan falancadan oluşması değil, öyle bakıldığında manzaranın puslu olduğunun herkes farkında. Partilerin değişim zorunluluğu ile toplumsal değişimin hızı ve niteliği ne kadar kaynaşacak, sonunda nereye evrilecek, şimdiden kestirmek olanaksız. Krizlerin siyasal-toplumsal-sınıfsal nitelikleri, elverişli tarihsel koşullarda demokrasiye, faşizme ya da bu çıtanın herhangi bir yerinde konumlanmaya yol açabilir. Hal böyleyken, her ne yaşıyorsak onu sakince tahlil etmekte yarar var. Örneğin, iktidar halesinin güncel planlı programlı karşıtlığının, farklı cinsel yönelime sahip yurttaş örgütlenmeleri olduğu görülüyor (yirmi yıl önce tam tersini söylediklerini hatırlatmaya gerek yok!), buna mukabil bir ‘olguyla’ -meşreplerince- başa çıkmaya çalışıyorlar, olmayan bir şeyle değil, bu da diğeri kadar somut. Her şey bir arada.
Partilerin, taban hassasiyetlerini gözetmesi anlaşılabilir bir durum. Ancak bu tutum öncelikle tabanın büyük ölçüde bir örnek olduğu varsayımına dayanıyor ki, çok sorunlu. Ayrıca, bir parti iktidara geldiğinde yalnızca kendi tabanını yönetmez. Eğer muhalefet partileri yalnızca seçmenlerini yönetmeyi vadetseydi ve kalanına “Siz de başınızın çaresine bakın” deseydi, hiç kimse bir diğer partinin ‘iç işiyle’, ne yapıp söylediğiyle bu kadar ilgilenmezdi!
Şu cümleleri biraz tuhaf bulduğunuzun farkındayım, ancak ilk anda kulağa geldiği kadar saçma değil. İktidarı hedefleyen partilerin ideolojisinin ve ayrıca ülkedeki yönetim yapısının şeklinin ne denli belirleyici olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ne demek bu?
1950-1960’lardan miras ‘milli iradeci’, ya da kamuoyunda sıkça dillendirildiği şekliyle ‘çoğunlukçu’ dünya görüşü, seçimde ‘çoğunluğu’ elde edince bir sonraki seçime dek ‘dilediği’ gibi yönetebileceğini düşünür ve başta yargı olmak üzere denetleyici/özerk kurumları ayak bağı görür. Siyasi jargondaki karşılığı, ‘milli iradeye vurulan prangalar.’ AKP bunun tipik bir örneğiydi. Önceki örneklerden farkı, bir parti-devlet ideolojisi yaratabilmiş oluşu. İşte, yönetim yapısının şekli burada devreye giriyor. Zira böyle bir dünya görüşünün, bildiğim kadarıyla herhangi bir demokraside örneği kalmamış bu denli merkeziyetçi bir idarede hüküm sürmesi, seçimden seçime hatırlanan yurttaşı iyice soluksuz bırakıyor. Çözüm yollarından biri, idari yapının yurttaş katılımını olanaklı hale getirecek şekilde ele alınması, ancak bu da yeteri kadar yerli ve milli kabul edilmiyor! Dikkatinizi çekmiştir, bizim memleketin namlı sağcı siyasetçileri hep ABD başkanlık sisteminin nimetlerini anlatmış, ancak ABD’nin federal devlet olduğunu söylemeyi unutmuştur. Binlerce yerel yönetim birimi olan bir ülkedeki hükümet biçiminin işleyişiyle, “Acaba şu şehre ne zaman kayyım atanır?” sorusunun akla geldiği bir ülkedeki işleyiş benzer olabilir mi?
Hâkim ideolojisi ve yönetim yapısıyla böyle bir cenderenin içinde nefes almanın yollarından biri, belki en yaşamsal olanı, siyaset yapmak. Siyaset yalnızca siyasi partiler tarafından yapılan faaliyetin adı değil; ancak burada partilerden söz ediyorsak, ki öyle, o zaman o partilerin kendilerine münasip görülmüş sınırları reddetmesi gerekiyor. Aksi halde, elbette girilecek her seçimi ve seçim sonucuyla ilgili ilgisiz her ne varsa onu kaybedecekler. Hep diyorlardı ya, “Birlikte kazanacağız”; eh demek ki “Birlikte kaybediyoruz.” Bir avuç sermaye sahibi ve siyasal seçkin haricinde, milyonlarca insan kaybediyor. Bilmem kaçıncı kez milletvekilliği peşinde koşan profesyonel siyaset esnafının kaybetmediğine kuşku yok. Onların keyfi yerinde, turkuaz halı üzerinde rozetleriyle poz vermekle meşguller, atacakları tweetler ve iktidar önerilerine verecekleri destekle temsil görevlerini layıkıyla yerine getirecekler. Milletvekili Can Atalay cezaevinde bu arada, aman canım o da aday olmasaydı, bilmiyor muydu… Yeri gelmişken hatırlatmak isterim; İngiltere’de 2019’daki Brexit tartışması esnasında başbakan Johnson parlamentonun bir ay kadar geç açılmasını talep etti de, ortalık birbirine girdi, muhalefet bu girişimi darbe olarak niteledi, bir milyonun üzerinde imza toplayan yurttaş Westminster önünde eylem yaptı vs. Fakat yanlış örnek oldu, bu da hiç ‘yerli ve milli’ bir davranış değil.
Siyaset ve söylemini defalarca 180 derece değiştirip kitlesine her seferinde kabul ettirebilmiş iktidarın, muhalefet için uygun gördüğü oyun alanını belirleyen başlıca konulardan ikisi, din ve Kürt sorunu. Muhalefet sınırın dışına çıkmadıkça bundan sonraki seçim ve seçimlerin konusu da aynı olacak. Yinelemekte yarar var, geçtiğimiz seçim sürecinde bu ülkede bir hafta boyunca bir seccade ve seccadenin İslâm’daki yeri konuşuldu. Üstüne, muhalefet işi gücü bırakıp gittiği her mahallede PKK ile iş birliği yapmadığını ispatlamaya çalıştı! Bu vahim durumla, örneğin adı adaylık için geçen Yavaş’ın, onlarca HDP belediyesine kayyım atanırken sessiz kalmış oluşu arasında bir ilişki yok mu sizce? Oysa kayyım siyasetine karşı çıkmak için HDP sempatizanı olmaya gerek yok, seçim ve temsil ilkelerine asgari saygı yeterli.
Peki tüm bu acayipliklerin, iktidarın propaganda aygıtı karşısında muhalefete ne yararı oldu? Milliyetçi kadar milliyetçi, dindar kadar dindar görünmeye ya da olmaya çalışmanın ne hayrı görüldü? Dindar yurttaşla ve diğer kesimlerle güven ilişkisi kurmanın yolu bu mu olmalıydı? Ve bir kez daha: o kesimlerin daha dindar ve daha milliyetçi siyasetçi görmek istediği ne malum? ‘Helalleşme’ başlığı altında, bana kalırsa son derece olumlu bir işe girişen Kılıçdaroğlu, ne yazık ki seçim sonrası bir konuşmasında, seçim sürecinde yaşanan adaletsizlikleri bir kez daha ‘ilahiyatçıların’ (ve hukukçuların) tartışması gerektiğini ifade etti. Müesses nizamın ilahiyatçıları yıllardır tüm adaletsizlikler karşısında görmezden gelmeyi tercih eder ve kendi altın devirlerini yaşarken, üstelik.
Yazının başlığındaki çocuklar…
Hakkâri’de bir uzman çavuşun kullandığı özel araç, beş yaşındaki (Erdem Aşkan) bir çocuğa çarptı. Çocuk yaşamını yitirdi. Uzman çavuş gözaltına alındı, soruşturma devam ediyor. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla bu, özel araçla ölümlü bir trafik kazası. Fakat bugüne dek çok sayıda çocuk resmî araç altında kalıp can verdi o şehirlerde. Parti liderleri de insan olduğuna göre üzülmediklerini düşünmek için bir gerekçem yok. İyi hoş da, hangi siyasi parti lideri konuya ilişkin bir söz söyledi, hangisi çocuk ölümlerinin korkunçluğuna dikkat çekti, benim, bizlerin çocuğu çocuk da, oradakiler değil mi? Çatladıkapı Spor’un malzemecisi evlense tebrik mesajı yazan siyasetçilerden söz ediyoruz; konuyla ilgilenmek, asgari duyarlılık sergilemek, hiç olmazsa çocukların adlarını anmak dahi siyasetçilerin ‘siyasetlerine’ zarar verecekse, o siyasetten bu memlekete yarar gelir mi?
12 yaşında (Abdülbaki Dakak), Şanlıurfa’nın bir köyünde yatılı Kuran kursunda kalan bir çocuk, eğitim gördüğü ‘medresenin’ birkaç metre yakınındaki ahırda yaşamına son vermiş halde bulundu. Haberlere bakılırsa o kursa gitmek istemiyormuş vs. Babası şikâyetçi olmadı. Önce kayıp denilmiş, üç gün aranmış ve sonunda ahırda bulunmuş. O yaşta bir çocuk bunu neden yapar, bu bir ülkede gündemi meşgul etmiyorsa, siyasetçilerin ilgi alanına girmiyorsa, parti liderleri sözünü etmeye değer bulmuyorsa biz ne konuşuyoruz hakikaten ve muhalifler neye muhalif! Şu ânâ dek hiçbir lider konuya ilişkin bir açıklama yapmadı bildiğim kadarıyla. Bir şey söylerlerse tarikatların incineceğini düşünüyorlar herhalde. Hadi şimdi mart ayındaki belediye seçimlerini konuşalım. Belki seçime bir hafta kala çocukların ailesini ziyarete de giderler; malum, halk dediğin, seçimden seçime ilgilenilmesi, yer sofrasında iftar yapılması, arada bir pohpohlanması gereken kalabalıktan ibarettir.
Tek derdimiz seçim kazanıp kaybetmek olsaydı keşke. Ülkenin bu noktaya gelişinde muhalefetin karşı çıktıklarından çok karşı çıkmadıkları, sustukları, görmezden ve duymazdan geldikleri, ürktükleri belirleyici oldu, oluyor ve olacak. Devam edeceğim…
Yazı önerisi: Gazete Duvar’da Nuray Pehlivan harika bir haber yaptı. Kutlarım. İlk kez bir gazeteci, imzacı akademisyenleri üniversiten ‘atan’ bir komisyonun üyeleriyle konuştu. Söyleşiyi okumanız dileğiyle buraya bırakıyorum. Ülke, memleketin akademisyen vasatı ve ‘kötülüğün sıradanlığı’ ile ilgili epey fikir veriyor. Her ne kadar tam da Nilgün Toker hocanın konusu olsa da, söyleşi üzerine daha sonra ve yine ‘eleştiri yazı dizisi’ kapsamında yazacağım.
Bir not: Ünsal Ünlü, şu yayınında dikkat etmediğim önemli bir konuya değindi. Milletvekili yapılan eski bakanların çoğunluğunun meclis komisyonlarının başkanlığına getirilmesi ve bir tür ‘yedek kurul’ oluşturulması!