MURAT SEVİNÇ
İkinci eleştiri yazısı…
“Siyaset, yaparsan devletle hizanın bozulduğu faaliyetin adı. Türkiye yerleşik siyaseti siyasî değil. Devlet işi. Bu yüzden, partiliden çok bürokrat sayılması gereken tipler her yerde, en çok da CHP’nin tepesinde ve bu yadırganmıyor.” (Ümit Kıvanç’ın ‘Yapmıyor, çünkü yapmayabiliyor’ başlıklı yazısından)
Milli iradecilik, Demokrat Parti ile CHP arasındaki mücadelenin bugüne miras kalan sonuçlarından biri. Biraz o devrin demokrasi düşüncesi-niteliği, biraz DP’nin hukuk tanımazlığı, biraz da 1924 Anayasası’nın benimsediği yapının sonucunda yaşananlardan doğdu. Karikatürleştirerek: Egemenlik kayıtsız şartsız milletin, o egemenlik mecliste temsil ediliyor, eğer meclis çoğunluğunu elde edersem egemen benim demektir, kayıt ve şart altına alınamam!
Celal Bayar milli iradeciliğin en güçlü sesiydi. İsmet Bozdağ ile meşhur söyleşisinde (Başvekilim Adnan Menderes) halkın egemenlik hakkını TBMM eliyle ‘kayıtsız ve şartsız’ kullanabileceğini dile getirmiştir. TBMM’de bu yetkiye ‘çoğunluktaki’ siyasi parti sahip olacaktır ve hal böyleyken, 1961 Anayasası’nın öngördüğü ‘özerk kurumlar’ milletin yanına getirilmiş yeni ‘ortaklardır.’
Bayar’a göre bu durum, Osmanlı geleneğine (ordu-medrese denetimi) dönüşün işaretidir. Bülent Tanör’ün saptamasıyla, 1924 Anayasası’ndaki ‘Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir’ ilkesi, Celal Bayar tarafından her seferinde ‘kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti’ olarak yorumlanmıştır. Bayar ve AP’lilerin sonraki yılların sağ siyasetine devreden ‘milli iradeciliği’, çoğunlukçu ve fren-denge (özerk kurumlar, bağımsız yargı, AYM vb.) sevmez bir yönetim anlayışının nüvesiydi.
Tarihsel-ideolojik kök bir yana, bugün seçim dönemlerinde sıkça işittiğimiz ‘milli irade’ propagandası çok daha yüzeysel; aslında büyük ölçüde rakamlarla ve seçim yasasındaki sözcük değişiklikleriyle ilintili bir konu. Örneğin, seçim barajı yüzde 10, yüzde 7, yüzde 5, yüzde 3 ya da sıfır olduğunda, ortaya bambaşka sonuçlar çıkacaktır. Dolayısıyla milli iradenin ‘tecellisine’ yön vermek aslında bu kadar basit! Demek ki kavramın bir tarihsel öyküsü, bir de son derece teknik ve sığ bir yanı var. Hatırlatmakta yarar olabilir; AKP’nin 2002’de tek başına iktidar oluşunun tek nedeni, yüzde 10 seçim barajı nedeniyle geçerli oyların yaklaşık yarısının çöpe gitmesiydi. Bir başka deyişle, AKP’yi tek başına iktidar yapan ‘milli irade’, seçmenin (geçerli oyların) yalnızca yüzde 35’i idi.
Çok partili yaşamın neredeyse tamamında sağ partilerin iktidar olduğu düşünülürse, ‘milli iradecilik’ propagandasının siyasetin ‘olmazsa olmazı’ haline getirilebilmiş olmasında şaşılacak bir durum yok. Bugün Türkiye’de birkaç istisna dışında tüm partiler bir ölçüde milli iradeciliğin etkisi altında. Haksızlık yapmamak gerek, iktidar çevresi demokrasiyi büyük ölçüde sandık gününe indirgemişken, muhalefet bu söylem ve pratiğe direnmeye çalışıyor, hiç olmazsa çalışır gibi yapıyor, ancak derde derman olmayan bir çaba bu.
Çünkü milli iradeciliğin kendisiyle temas eden her hareketi sağcılaştırma potansiyeli bir yana, parti-devlet rejiminin yalnızca iktidarı değil, müesses muhalefeti için de biçilmiş kaftan. Sürekli sandığa/seçim gününe yapılan vurgunun bir işlevi, iki sandık arasında (dört-beş yıl) siyaset yapma gereğini unutturma işlevi görüyor. Başlarken atıf yaptığım yazısında Ümit Kıvanç, burada anlatmaya çalıştığım durumu çok yerinde bir ifadeyle tanımlamış; ‘kıpırdamayışın erdemi’ diyor muhalif siyasetçinin davranışına. Öyle ya, bir seçim geçti, canım sonunda ölüm yok ya, beş yıl sonra bir seçim daha var, ikisi arasında olabildiğince hareketsiz kalalım, incilerimiz dökülmesin!
Muhalefetin ve muhaliflerin yüz yüze kaldığı güçlükleri görmezden gelmek mümkün değil. Böyle bir rejim, devlet gücü, medya ve sempatizanıyla başa çıkmak hiç kolay değil. Ayrıca ceberutluk yalnızca Türkiye’de revaçta değil; sol partiler her yerde zayıflarken, sağ kazanıyor. En son İspanya’daki bölge/yerel seçimlerinde de sağ partiler büyük zafer elde etti. Türkiye’deki güncel mesele, muhalefetin de milli iradeciliğe kapılması ve bu tutumun var olan baskının giderek sıradanlaşmasına neden oluşu.
Oysa, örneğin Adalet Yürüyüşü, kurulu düzenin beklentisini boşa çıkaran son derece etkili bir eylemdi ve o dönem gündemi belirledi, ittifaklar kurulmasını sağladı, milyonlarca yurttaşa moral verdi. Olağanüstü koşullarda düşünülmüş olağanüstü bir eylem-siyaset biçimiydi. Nitekim Kılıçdaroğlu ‘umulmayan’ işer yaptığında seçmene umut verebildi. Ancak kendi hamlelerinden kendi telaşa kapılmış gibi, her defasında hızla geri çekilip milli iradeciliğin sıradan, kof söylemini benimsedi.
Örneğin, diğer tüm siyaset yapma araçları-yol ve yordamı bir yana, bugün Türkiye’de yurttaşın en temel anayasal haklarından olan barışçıl gösteri/toplanma/protesto hakkını dahi kullanmakta bu denli zorlanmasının müsebbibi yalnızca parti-devlet rejimi değil; seçmenine salt sandık gününü işaret eden, siyaseti o birkaç ay ya da güne sıkıştıran, sıkışması için çaba harcayan muhalefet büyük pay sahibi.
İttifaklar sorununa daha sonra geleceğim, bu yazının konusu değil. Şimdilik şu kadarını söylemek isterim:
Hâlihazırdaki hükümet sisteminin yakın zamanda değişme ihtimali kalmadı ve bu sistem (ayrıca, seçim barajı), partileri iki-üç çatı altında birleşmeye zorluyor. Dolayısıyla bir ittifak bitecek bir başkası başlayacak, fazla kalp kırmamakta yarar var!
Ancak ‘ittifak’ kurmanın tek yolu yok. Muhalefetin bazı yaşamsal ilkeler üzerinde uzlaşabilmesi, zaman zaman ortak hareket edebilmesi ve kendilerini de toplumu da iki sandık arasında (beş yıl) ezilmekten kurtarması da bir müttefiklik ilişkisi-niyeti gerektiriyor. Bunun yolu/yolları ne olabilir? Yalnızca bir ve en basit örnek:
İdam cezasına karşı mısınız değil misiniz? Eğer karşıysanız ve mevzuattan AKP devrinde temizlenen bu ceza şekli Demirtaş için gündem yapıldığında, bir meydanda binlerce insan idam çığlıkları attığında bundan rahatsız oluyor musunuz olmuyor musunuz? Şu kadarcık olsun bir temel ilkeye sahip misiniz değil misiniz? Eğer sahipseniz ve Demirtaş için gıkınızı çıkarmıyorsanız, benim, yani sade bir yurttaşın, sizlerin AKP’den daha güvenilir olduğunuza ikna olmamı nasıl beklersiniz? Yok eğer hakikaten demokratsanız ve idam cezasına kaşıysanız, düşüncenizi dile getirmekten mi çekiniyorsunuz? Şu soruların yanıtını vermeyen bir siyasetçinin önerdiği ‘güçlendirilmiş parlamenter sistemin’ turşusunu mu kurmalıyım?
Peki, Can Atalay’ın hâlâ cezaevinde oluşuna toplu bir tepki gösterilmemesinin gerekçesi nedir? Bakın, size iki seçim arasında birlikte hareket edebileceğiniz ve bir ilkeniz olduğunu kanıtlayabileceğiniz bir konu daha işte; Can Atalay’ın yeri neresi, meclis mi cezaevi mi? Eğer meclis olduğunu düşünüyorsanız neden birlikte ses çıkarmıyorsunuz? Yok eğer cezaevi olduğunu düşünüyorsanız, ‘güçlendirilmiş parlamenter sitemin’ turşusunu birlikte kuralım mı?
Mesele bir ittifak hukuku yaratmaksa, doğal olarak birbirine benzemez niteliklere sahip partilerden oluşan muhalefetin önünde, birlikte hareket edebileceği sayısız fırsat var. Ne ‘idam isterük’ çığlıklarına karşı çıkmak için HDP, ne de bir vekilin cezaevinden çıkmasını talep etmek için TİP sempatizanı olmak şart; demokrasiye asgari inanç ve bir-iki temel ilke üzerinde uzlaşmış olmak yeterli. Milli iradeciliğin panzehiri de bu. İki sandık arasında bir şey söylemek, yapmak, siyasetin alanını genişletmeye çalışmak.
Eleştiri yazılarına devam edeceğim…
Yazının konusu değil, ancak şunu söylemeden ölürsem gözüm arkada kalır. Bugüne dek elimden geldiğince, bir Erdoğan eleştirisinde kullanmayacağım dili/sözcükleri, Kılıçdaroğlu eleştirisinde de kullanmadım. Eşit yurttaşlığa inandığım için. Bir haftadır, kimi gazeteci-yazarların Kılıçdaroğlu’na yönelik ölçüsüz ifadelerini ibretle okuyorum. Yolcusuna berbat muamele ettiği esnada fark ettiği trafik polisi karşısında iki büklüm oluveren bazı dolmuş sürücülerini andırıyorlar. Bunlar, demokratlık iddiasındaki insanlar. Ülkenin aydınlık yüzleri! O zaman bir kez daha: Böyle bir iktidar, hangi ortak niteliklere sahip bir toplumu çeyrek yüzyıl yönetebilir?
Yazı önerisi: Bahadır Özgür’ün yazısını okumanızı hararetle öneriyorum. Neler oluyor, sermaye nasıl yer değiştiriyor, Mısır’da kaç Türk firması üretim yapıyor, bu durum siyaseti nasıl belirliyor… ‘Ağrı’dan Kahire’ye ucuz emek rekabeti.’
Bir rica ve bilgilendirme: Değerli okur, Açık Radyo eşsiz benzersiz bir iş; hâlâ her gün, bu nitelikte radyoculuğun Türkiye’de yapılabilmesinin şaşkınlığını yaşıyorum! Açık Radyo 28. yılında. Dinleyiniz, dinletiniz. Ve bu destek haftasında omuz vermeyi ihmal etmeyiniz.