
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Turistik bir gezi için İran’a gittiğimde rehberimizle bir şekilde tesettür konusu açılmış, bize “Kadınları anlamak mümkün değil. Rıza Pehlevi saçlarını açmak istediğinde itiraz ettiler, şimdi kapatın diyorlar, ona da karşı çıkıyorlar” demişti. Bizim coğrafyamızda siyasi iktidarın hayatın her alanını doldurmasına kayıtsızlığımızdan olacak, sözlerindeki tuhaflığın, devletin insanların görünümüne müdahalesinin saçmalığının farkında değildi. Kendi ülkemizden alışık olduğumuz koşulsuz biat, hiçbir şeyi sorgulamama ve bununla birlikte kendinden çok emin olma hallerinin bu toprakların standardı olduğunu üzüntüyle görmüştük.
Şimdi başörtüsünü düzgün takmadığı gerekçesiyle öldürülen Mahsa Amini’nin ardından İran’da dalga dalga yayılan gösteriler hakkında bizim rehber ya da oradaki ortalama insanlar ne düşünüyor bilmek zor. Ancak gösterilerin giderek artan şiddetinden rejime karşı bir tepkinin -en azından belirli kesimlerde- oluştuğunu anlayabiliyoruz. Bunun bir tarafında bireysel özgürlüklerinin baskı altına alınmasına artık tahammül edemeyen şehirli, eğitimli kesimler olduğunu görülüyor. Diğer tarafta ise bütün kısıtlamalara rağmen etrafa yayılan görüntüler ve bilgiler İran’ın daha muhafazakâr, yoksul bölgelerinde de siyasi bir hareketlenmenin varlığına işaret ediyor. Son yıllarda oldukça zorlu bir ekonomik süreçten geçen ülkede geçim sıkıntısına, yokluklara karşı oluşan tepkinin de bu halk hareketine eklemlendiğini anlayabiliyoruz. Nasıl ki 1979’da İran İslam Devrimi’ne götüren dinamik çok farklı toplumsal taleplerden beslendiyse bugünkü hareketin arkasında da birçok farklı renkler mevcut. Elbette 79’daki kırılmanın sorunu Şah’ın otokratik yönetimine türlü sebeplerle karşı olan farklı kesimlerin bulunması değil, bir kere bu enerjiden faydalandıktan sonra mollaların tüm farklılıkların üstünü örtmesi, göklerden bir kararla tüm iktidara el koymaları olmuştu. Böylelikle Şah’ın diktatörlüğü yerini teokratik bir dikta rejimine bırakmıştı.
O zamanlar, İran’da dipten gelen böylesine güçlü bir dalganın yolunu şaşırıp Ortadoğu bataklığında sönümlenmesine ABD yönetiminin de büyük hataları sebep olmuştu. Rehine kriziyle beraber Şah’ı deviren yeni yönetimle ilişkilerin kopması, Washington’un misillemesini getirmişti. Saddam Hüseyin’e verilen gazla sekiz yıl sürecek İran-Irak Savaşı başladı ve kadim bir medeniyetin mirasçısı, bölgenin en eğitimli, medeni toplumlarından birisi savaşla beraber yükselen ‘safları sıkılaştırma’ çağrılarının arkasında karanlığa gömülüverdi. Böylelikle birkaç yıl ayakta kalıp kalamayacağı tartışılan bir rejim bugün yarım yüzyılını tamamlamaya doğru düşe kalka da olsa gelebildi.
İran’da yönetimin sallanmasına, rejime karşı tepkilerin nihayet iktidar değişikliği ihtimali getirmesine ilk defa şahit olmuyoruz. 2009 seçimlerinde yolsuzluk yapıldığı iddiaları sonrası başlayan gösteriler ve protestolar o dönemde Yeşil Hareketin ortaya çıkmasına sebep olmuştu, ancak sonunda rejimin karakterinde bir değişikliğe sebep olmadan olaylar sönümlendi. Bugün de benzer biçimde Amini’nin ölümü sonrası başlayan tepkilerin bir sonuca varamaması ihtimal dışı değil.
Tahran’da iktidarı kimin elinde tuttuğu sorusunun sadece İranlılar için değil aralarında bizim de olduğumuz bölgesel güçler ve küresel devler açısından da çok önemi var. Öyle ki devrim olana kadar ABD’nin bölgedeki jandarması rolünü üstlenen İran, mollaların iktidarıyla birlikte dünyada anti-Amerikan koalisyonun en önemli üyelerinden birisi oldu. Üstüne üstlük Suudi Arabistan ve İsrail gibi ABD’nin bölgedeki başlıca müttefikleriyle adeta bir ölüm kalım savaşına girildi. Şah’ın İran’ına ilişkin de Körfezde daha önce şüpheler mevcuttu ancak İslam Devrimi bu süreci açıktan bir çatışmaya dönüştürdü. Üstelik, İran’ın yeni egemenleri için İsrail’in varlığı en büyük sorunlardan birini oluşturuyordu. Bundan dolayıdır ki kırk yılı aşkın bir süre İran’la Batı arasındaki kavga, basit bir güç çekişmesinin sınırlarını aşarak varoluşsal bir mücadeleye dönüştü.
Bu keskin çatışma İran’ın iç siyasetini de kutuplaştırdı. Mollaların iktidarına yönelik herhangi bir rahatsızlığın dışavurumu, ABD tarafından yönlendirilen bir beşinci kol faaliyeti olarak sunulmaya devam ediyor. Otoriter rejimlerin alamet-i farikası olan herhangi bir muhalefet hareketini vatana ihanet gibi sunma telaşesine biz de yabancı değiliz. Benzer bir parodi İran’da da uzun süredir gösterimde.
Şimdi bir kez daha İran’da sokaklar, başka hiçbir mecra bulamayan siyasi taleplerin çıkış noktası haline gelirken, iktidar sahipleri aynı teraneyi tekrarlamaya devam ediyor. Oysa sadece Tahran’ın zengin mahallelerinin değil, fakir, orta halli birçok bölgenin de katıldığı gösteriler yaygın bir memnuniyetsizliği gösteriyor. Küresel ekonomik koşulların İran’da da iktidarın işini zorlaştırdığını tahmin edebiliyoruz. Ama genel trendlerin ötesinde bir beceriksizlik, yozlaşma halinin, ülkenin kaynaklarının bir avuç elit tarafından sömürüldüğü gerçeğinin daha görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Dünyanın en zengin ikinci doğalgaz rezervine sahip, petrol ihracatçısı bir ülkenin, halkını bu zenginlikten istifade ettirememesi kabul edilir gibi değil. ABD’ye meydan okuma görüntüsü kimsenin karnını doyurmuyor.
Ülkenin yer altı kaynakları, yaptırımlar sebebiyle Batı sermayesi ve teknolojisi ülkeye gel(e)mediğinden ticarileştirilemiyor. Körfez Krallıkları ve Ukrayna Savaşı patlak verene kadar Rusya, petrol ve doğalgaz geliriyle zenginleşirken, İranlılara kala kala içi boş anti-emperyalist bir söylem kaldı. Bunda elbette Tahran’daki yönetimler kadar İran’ı ne pahasına olursa olsun sistem dışına itmek isteyen Batı’daki şahinlerin de payı var. Ama İran’da iktidarın önceliğinin de toplumun refahı olmadığı çok açık. Ülkenin bütün kaynaklarını bölgelerindeki güç mücadelesini sürdürmeye harcıyorlar ve bunu kısmen haklı oldukları beka kaygılarıyla açıklıyorlar. Haklı olmadıkları kısımda ise siyaset elitinin tercihlerini yaparken kapalı bir çevrenin çıkarları ve iktidar hırsları üzerine politikalarını oluşturması var.
İran’ın Kafkaslardan Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a uzanan bir coğrafyada giriştiği bu nüfuz mücadelesinde bizimle de çatıştığı bilinen bir nokta. Ayrıca bizim daha dolaylı ilgi alanımıza giren Körfez bölgesinden Yemen’e uzanan bir alanda da angajmanları sürüyor. Nükleer program ise on yıllardır devam eden ABD endişesinin bir sonucu olarak algılanabilir. Obama yönetiminde varılan nükleer anlaşmayla küresel siyasete ve enerji piyasalarına dönme fırsatı bulan İran’ın yüzüne kapılar Trump zamanında bir kez daha kapandı ve hala açılmadı.
Bu koşullarda devam eden halk hareketinin İran’da kırk küsur yıldır iktidarı elinde tutanları devirecek bir momentum yaratıp yaratamayacağını göreceğiz. Ama bir ihtimal olarak böyle bir değişikliğin gerçekleşmesinin bölgeye ve bize nasıl etkileri olabilir diye düşünmek faydalı olabilir. Tahran’da gücü kim elinde tutarsa tutsun iki komşu ülke arasındaki rekabetin ortadan kalkması mümkün değil. Öte yandan siyasi çelişkilerin ele alınma tarzı farklılık gösterebilir. Batı’yla ilişkilerini normalleştiren, orta vadede enerji piyasalarına geri dönen bir İran’ın bizim için de olumlu yan etkileri olabilir. Rusya’nın önümüzdeki yıllarda enerji süper gücü konumunu sürdüremeyeceği belli olduğuna göre, alternatif tedarikçiler için fırsat kapısı aralanabilir. Türkiye hem nihai bir tüketici olarak hem de enerji koridoru konumundan dolayı sisteme geri dönecek bir İran’la ortak çıkar noktalarına odaklanabilir.
Son yıllarda ABD yönetimine duyulan hayal kırıklıklarıyla peşine takıldığımız ‘direniş cephesi’ fantezimiz de hızla solmakta olduğuna göre İran’ın sisteme geri dönüş ihtimalini ihtiyatlı bir iyimserlikle bekleyebiliriz. Bu on yıllardır yeni sorunlar üreten, olumsuz şoklarla sarsılan Ortadoğu coğrafyası için de nihayet iyi bir gelişme olur. Hepsinin de ötesinde, bilhassa İranlı kadınların özgürlük mücadelesinin siyasi bir sonuç üretmesi, ‘iflah olmaz’ gibi algılanan bir bölgede herkes için bir umut ışığı olacaktır.