DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Herkese merhaba, küfür yemeye geldim ben yine!
Diken’de bu köşeyi tam bir senedir işgal ediyorum, bir nevi ‘popüler olmayan fikirler‘ köşesi oldu burası. Çıkıntılık olsun diye değil vallahi, benim durduğum yerden öyle görünen şeyleri, gördüğüm gibi aktarmaya çalışıyorum, bunu yaparken de ‘kim ne der, okuyucu küser mi, takipçi kaçar mı‘ya takılmıyorum. Bu ülkenin ağzına geleni söyleyen delilere de ihtiyacı var.
Nankörlük olmasın, memnuniyetini ifade eden ya da aynı görüşte olmasa da ne demeye çalıştığımı anlamaya çalışan veya kendi fikrini benimle tartışan pek çok okurum var, var olsunlar. Ama mebzul miktarda küfür de yiyorum, yalan yok! Bugünkü yazı da küfür yemeye epeyce namzet.
Sığınmacı sorununu konuşacağız sevgili okuyucu, daha doğrusu sığınmacı sorununun faş ettiği diğer sorunlarımızı…
Kendimi tekrar etme pahasına -birkaç hafta önce aynı soruna dair uzunca bir yazı yazmıştım– mevcut sığınmacı sorununa dair pozisyonumu tekrarlama ihtiyacı duyuyorum ki, yersiz, gereksiz, hadsiz ‘ad hominem’lerin, çöp adam safsatalarının önüne geçelim.
Türkiye’nin bir sığınmacı sorunu olduğu apaçık ortada, bunu kimsenin inkâr ettiğini sanmıyorum, ben edeni görmedim açıkçası, ama edenler olduğunu iddia eden çok gördüm. Savaş bölgelerinden sayısını bile tam bilmediğimiz milyonlarca insanın Türkiye’ye, kontrolsüz ve herhangi bir planlama olmaksızın gelmesi, yalnızca Türkiye’de değil herhangi bir ülkede sosyal travmaya yol açar. Buraya kadarki kısmı açık ve net. Bu, Türkiye’nin kendi başına çözebileceği bir problem de değil. Konunun acilen Birleşmiş Milletler’e taşınması, ülkeyi ‘sığınmacı hapishanesi‘ne çeviren Avrupa Birliği anlaşmasının da yine acilen iptal edilmesi gerekir. Sığınmacı yükünün finanse edilmesi değil, paylaşılması gerekiyor. Zaten sığınmacıların da büyük kısmı bunu istiyor. Mevcut iktidarı bu pozisyonu savunmaya zorlamak gerekir. Dahası, Türkiye’nin sınır ötesi askeri varlığının sonlandırılması, iktidarın milliyetçi propagandası için girişilen bu işlere harcanan milyarlarca doların Türkiye’de kalacak sığınmacıların uyumu da dahil olmak üzere kamu yararına işlere harcanması gerekir.
Gelelim asıl sıkıntılı bölüme…
Mevcut sığınmacı sorunu, maalesef toplumumuzdaki kronik sorunları ortaya çıkarmakla kalmadı, o sorunların sorun olarak algılanmadığı bir ortam da yarattı. Şu anda sosyal medyada ırkçılığın en aşağılık versiyonlarının binlerce örneği cirit atıyor. Bunlar, anlık reaktif tepkilerle, kızgınlıkla söylenen, haddini aşan laflar değil; belli ki daha önce ayıplandığı için dışa rahat vurulamayan, mevcut ortamda ise bırakalım ayıplanmasını, binlerce insanın sözünü dinlediği kanaat önderleri tarafından yükseltilen ırkçılığın istifra edilmesi. Bir amentüye dönüşen, ‘Bu ırkçılıksa, ırkçıyım kardeşim‘ sözündeki rahatlama alt metni bize bir şeyler anlatıyor olmalı. Dahası, bu isterik rahatlama hâli, yeni kurdurulan faşist bir siyasi parti tarafından örgütlenmeye çalışılıyor. Göreceli olarak başarılı da oluyor.
Yine kendimi tekrar etmek pahasına; bu toplumun ciddi bir kimlik sorunu var. Modern Türkiye, 20’inci yüzyılın başında önce bir fikir, sonra da bir ulus-devlet olarak ortaya çıktığında, kendisini ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımladı. Türkiye ulusu, kurucu mitini kendi coğrafyası üzerinde hala emperyal hevesleri olan Batı’ya bağlayamadı, bu yüzden de en azından Doğu ile olan sınırını sert hatlarla çizdi. Batı’ya Batılılığını kabul ettiremeyen Türkiye’nin dayanak noktası, en azından Doğulu olmadığını kabul ettirmek oldu.
Son yirmi yılda, iktidar politikalarıyla, Türkiye ile doğusunun arasındaki çizgi yok olmaya başladı. Mevcut iktidar da onun bugün ‘altılı masa‘da oturan sabık yöneticileri de bunu saygın ve ölçülü bir dış politikayla değil, neo-Osmanlıcı irredantist hırslar ve fanatik bir İhvancılık ile kurguladı. Zamanla bunlar Erdoğan’ın kişi kültünün içine alındı, ideolojiyi yaratanlar da tasfiye edilip ‘muhalif‘ oldular. Erdoğan’ın tahtını koruması üzerine kurulu yeni ideoloji, MHP’yi koltuk değneği yapıp ‘yerli-milli‘ çizgisine çark edince de, milliyetçilik üzerinden tüm düzen partilerini teker teker yanına dizdi. Sözüm ona Batılı, modern, laik partiler, ülkenin çocuklarına askeri üniforma giydirip, Ortadoğu’ya ölüme dualarla yolladılar. Kendi derdine düşmüş bir iktidarının ve onun tek adam liderinin işgal tezkerelerine noterlik yaptılar. Savaşı kurcalamakla kalmayıp, bizzat aktörü olan Türkiye, Ortadoğu’ya dalmakla kalmadı, cehenneme dönen coğrafyadan kaçanların da ara durağı oldu. Tâ ki iktidar AB’den parayı alıp, kapıları kapatıncaya kadar. Sonrası mevcut durum…
Tekrar kimlik meselesine dönelim. Erdoğan ve AKP döneminin opportünist, yalnızca kendi kaderini düşünen politikaları, Türkiye’nin zaten kırılgan olan ulusal kimliğini iyice bunalıma soktu. Erdoğan, Batı’yla olan köprüleri tek tek atarken, Doğu’yla da tamamen güç hesaplarına dayanan çıkarcı ve ilkesiz bir ilişki kurdu. Türkiye, o coğrafyada gücünün yettiğine hükümranlık iddiasıyla girerken, gücünün yetmediğinin önünde boynunu uysalca eğdi, bu uğurda Mavi Marmara ve Cemal Kaşıkçı gibi ‘dava‘ meselelerini de üç-otuz paraya sattı. Bu iki farklı politikanın eşit sonucu, Türkiye’nin kurucu mitinin çöküşü oldu. Ülke Ortadoğu’ya dahil olurken, bunun görünür kısmı yatırım karşılığı Türkiye’ye yerleşen zengin Araplar ve Avrupa’ya geçmeye çalışırken Türkiye’de mahsur kalan yoksul sığınmacılar oldu.
Gelenlerin ya en alt, ya en üst sınıftan olması; ulusal kimliğini Batı modernitesi, onu da kültürel sermayenin sahibi ve koruyucusu orta sınıflar üzerinden tanımlayan bu ülke için travmanın dozunu arttırdı. Orta sınıflığını üretim ilişkileri üzerinden değil, şehirle ve modern yaşamla ilişkisi üzerinden tanımlayan bu toplum katmanları, kendi meşruiyetini tehlikeye atan Doğulu ‘yeni gelenleri‘ kendi mekanında, yani şehir merkezlerinde görmenin şokunu yaşadı. Bu yeni bir şey de değil zaten, büyükşehirlerde yaşanan Kürt göçlerinde de gördük aynısını (Dr. Cenk Saraçoğlu’nun harika eseri ‘Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler‘i bu noktada tavsiye edeyim).
Mevcut ırkçı dalganın ifadelerini çözümlediğimizde, gökdelenlerde yaşayan zengin Araplarla, şehir merkezlerinde gezip dolaşan yoksul Doğulu sığınmacıların aynı nefretten aynı şekilde payını aldığını görüyoruz. Burada gelenlerin davranışlarının mevcut kültüre uymadığı bir argüman olarak sunuluyor; lâkin gördüğümüz tepki örnekleri bunun bir yere kadar geçerli olduğunu gösteriyor. Birincisi; sığınmacıların gerçekleştirdiği ve sosyal medyada yaşanan kural dışı davranışlar, Türkiye’de daha önce görmediğimiz şeyler değil. Transseksüellerin yaşadığı sokaklarda biriken erkek grupları ya da parklarda kadınları taciz edenlerle ilk kez karşılaşmıyoruz; bunun arttığını iddia edebiliriz ama Türkiye’nin buna yabancı olduğunu iddia edemeyiz. Bunu iddia edenler, daha önce hangi ülkede yaşıyordu bilemiyorum, ama benim otuz yıldan fazla yaşadığım Türkiye’de bu olaylar hep vardı. ‘Kadınlarımızı’ koruduğunu iddia edip, sonra tecavüz edilecek kadın gazeteciler listesi twitleyen, kadın gazetecilere cinsiyetçi tehditler gönderen ‘öfkeli, genç, Türk‘ erkekler, herhalde Pakistan ya da Suriye kültüründe bu hâle gelmediler.
Daha önemlisi ise; Doğulu ‘yeni gelenler‘in yalnızca kural dışı ya da kültüre uymayan davranışlarının göze batmıyor oluşu. Aşırı sağcı İYİP’in gazetesi Yeniçağ’ın yazarı Murat Ağırel, Büyükada’da bisiklete binen Doğuluları ‘İşte Adalar’ın son hâli’ notuyla paylaştı mesela. Mesele kültüre uymaksa, Adalar’da bisiklete binmekten daha İstanbullu kaç hareket vardır bilemiyorum. Anlaşılıyor ki, koyu derili insanlar geldiği yerin âdetlerine uymaya çalıştıklarında da pek şansları yok. Pasaportlarına el konarak çalıştırıldıkları merdiven altı atölyelerde çürüyüp, sıkıştıkları gettolardan ekonominin çarklarını ucuza döndürmeye mahkumlar, Adalar’da dondurma yiyip bisiklete binmek de neymiş? İşin komiği ise olayın geçtiği yerin yüz yıldır itinayla Türkleştirilen Adalar olması. Mesela ülkede oynatacak Rum tiyatrocu kalmadığı için kariyeri boyunca babaannesinin şivesini taklit ederek Rum rollerine çıkan Nilgün Belgün’ün, 1955-1964 arası ülkeden zorbalıkla kovulan Rumların yerine Türklerin Adalar’a nasıl yerleştiğini bilmez gibi Ada’ya giden vapurdaki göçmenlerden şikayet etmesi, benim diyen kara komedide karşımıza çıkmaz. Nilgün Hanım belki bilmez ama rahmetli babaannesi mutlaka bilirdi, 1933’te Milli Türk Talebe Birliği’nin Büyükada’ya vapurla çıkarma yapıp, gayrimüslim halkı nasıl taciz ettiğini. ‘Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp‘ deyip Rıfat Bâli’nin ‘Bir Türkleştirme Serüveni 1923-1945: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri‘ kitabından o dönemin MTTB yayın organı Birlik gazetesini alıntılayayım:
“Biliyorsunuz ki İstanbul’un bu güzel ve şirin adasına Birlikçilerin varmasında başka manalar da vardı. Bu Türk sayfiye yerinde maalesef Türkçeden başka her lisan görüşülür, dükkânları, mağazaları, otelleri oraya varan her gencin kalbini örseleyen yabancı adlarla doludur. Bu susineklerinin mebzul bulunduğu yerde Türk çocukları göğüslerini dolduran bütün çoğunluklarla İstiklâl Marşı’nı söylediler. Bu gür ses susineklerinin yufka yüreklerini boğacak bir kudret taşıyordu.”
Tepkileri kurcaladıkça, daha da ilginç şeylerin nüveleri görünür hâle geliyor. Mesela, ana muhalefet liderinden Twitter fenomenine kadar sığınmacılarla ilgili fikir beyan eden neredeyse herkesin ağzında tek bir çözüm var; geri göndermek. Mevcut koşullarda bunun imkansızlığını ortaya koyunca, foncu, hain vs. oluyorsunuz. Lâkin uluslararası anlaşmalar da, insan vicdanı da hâlâ güvensiz olduğu apaçık ortada olan coğrafyalara insanları zorla göndermenin yanlışlığını ve imkansızlığını gösteriyor. Çözüm geri göndermekte değil, sığınmacı yükünü Batı’yla paylaşmakta oysa. Burada bizim toplumumuzun, özellikle de şehirli, orta sınıfların bir başka sinir ucuna temas ediyoruz. Kendisi yüz yıldır Batı’nın kapısında bekletilen ama kendini Batı farz eden insanlar, sığınmacıların Batı’ya gitme ihtimalinden de pek hoşlanıyor değiller. Doğulu oldukları için kendilerinden doğuştan aşağı olan insanların, ödüllendirilir gibi Batı’ya, yani ‘medeniyet‘e gitmesi, hayatı vize kuyruklarında geçmiş insanlara düşünülebilir bir şey gibi bile gelmiyor. ‘Ait oldukları yere‘, yani savaşın ortasına geri dönmeleri fikri gayet normal karşılanıyor. Eski bir arkadaşımın çok hümanistçe (!) ifade ettiği gibi, “onlar bataklıkta yaşamayı seviyorlar”. Giderek aşırı sağa kayan Avrupa’nın ortaya attığı dışlayıcı, faşizan, kültürelci ‘Avrupa Kalesi‘ fikrini bizim Batılılar, Batılılardan çok benimsiyor bir bakıma, kendi Batılılığı da buna bağlı olduğu için.
Mevcut sığınmacı sorununun bir sosyal travma yarattığı gerçek, ama bunun boyutlarının Türkiye toplumunun kültürel sermaye sahibi şehirli kısımlarının Batı ile Doğu arasında kategorik bir eşitlik kurmayı reddetmesiyle büyüdüğünü es geçmek yanlış olur. Mesele eğer uyum sağlama meselesiyle, çözüm çok kolay; Batı’yla tekrar masaya oturursunuz, mevcut göç anlaşmasını iptal eder, sığınmacılara mülteci statüsü tanır, yükü paylaşırsınız. Kalan sığınmacıların uyumunu sağlayacağınız programları da Suriye’de, Irak’ta patlattığınız bombaların parasıyla rahat rahat yaparsınız. 3 milyar Euro için sığınmacı hapishanesine dönen Türkiye’nin senelik askeri harcaması 15 milyar Euro civarında. Neden bunu konuşmuyoruz, neden ‘pis kokulu mültecileri geri postalamak‘ daha popüler bir fikir gibi geliyor? Ya da neden Apartheid’ı, uyumlu bir toplum projesine tercih ediyoruz?
Türkiye’nin ‘medeniyet‘i, kendini Batılı görenler için de Doğulu görenler için de şekilcilikten ibaret. Batılı gibi görünmeyi, demokrasi ve insan haklarından önemli görenlerle, feodal tahakkümü Doğululuk gibi paketleyenlerin arasına sıkıştı bu ülke. Oysa mevcutta, kendini Batılı ya da Doğulu saymanın uygarlık açısından çok bir anlamı yok. 1970’lerde en ilerici fikirler, politikalar Üçüncü Dünya’dan çıkıyordu. 1930’larda ise en insanlık dışı fikirler Batı’da doğdu. Yüzyıllar önce homofobinin ana vatanı Batı’yken, Doğu’da eşcinsel aşk şiirleri yazılıyordu, bugünün aksine. Aynı şekilde Doğu’da insan onurunu kıran bir sürü adet var, Batı’da çoktan tükenen. Türkiye’nin kendisini iki dünyanın arasında -bir arâfta- görmesi saçma o yüzden; ne bir yanımızda cennet var, ne diğer yanımızda cehennem. Medeniyet anlayışımızı insan onurunu merkeze alarak kurmayı denesek, nereli olduğumuzun bir önemi de olmayacak zaten. Ama onun yerine kendi medeniyetimizi savunma iddiasıyla, medeniyetten, yani insanlıktan çıkmayı tercih ediyoruz. Aklı selimi nobranlıkla boğuyor, faşizmi normalleştiriyoruz. Kaybeden insan oluyor. Sığınmacılar gitse de, kalsa da bir gün aynaya bakacağız. O zaman geldiğinde, bakacak yüzümüz kalsın.
Bir de meselenin siyasi tarafı var tabii. Seçime yaklaştıkça, 2015 Haziran – Kasım arası yaşanan siyaseti sosyal travma ve faşizmle yeniden dizayn etme stratejisinin sığınmacı krizi üzerinden uygulamaya konulduğu görülüyor. 2015’in mimarları, bu kez operasyonu derin devlet tecrübesi olan taşeronlara ihâle etmiş durumda. Bir sonraki yazıda, bu taşeronları ve seçime OHAL koşullarında gitme ihtimalini konuşalım.