DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Milliyetçiliğin, özelinde Türk milliyetçiliğinin çok fena bir huyu var. Yani fena çok huyu var da bir tanesi en fenası; her koşulda ve durumda kendi haklılığını iddia etmesi. Türkiye’deki milliyetçilik anlayışı; geçmişi de bugünü de hep kendine yontarak değerlendiriyor, gerçeklerin inanışla uyuşmadığı yerde de gerçekleri tahrif ediyor. Bu zaman zaman düpedüz yalan söyleme, bazen de işine geleni görüp gelmeyeni görmeme yoluyla oluyor. Her şekilde, istisnasız her konuda Türklerin haklı olduğu bir alternatif gerçeklik evreni yaratılmış oluyor. Bizim iletişim bilimcilerin bu aralar pek sevdiği ‘hakikat sonrası’ kavramı, Türkiye’de yüz yıldır her şeyin çekirdeğinde duruyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en kötü dönemini yaşıyor gezegenimiz. Evrensel insan hakları askıya alınırken, emperyalist işgaller meşrulaştırılıyor. Belki görmüşsünüzdür, Britanya hükümeti dün mültecileri Ruanda’ya sürme planını açıkladı. İnsanlıkla alakası olmayan bu plan, Türkiye’de olsa epeyce taraftar bulurdu herhalde.
Türkiye’nin -benzeri en azından bizim tarihimizde olmayan- bir sığınmacı sorunu var bugün. 2000’lerde Amerika’nın uyguladığı Ortadoğu politikaları ve 2007-2008 Küresel Ekonomik Krizi sonrası yükselişe geçen tüm ulusal bencilliklere de bağlı olarak, Türkiye de kendisini müthiş bir sosyal travmanın içinde buldu. Bir yandan emperyal hırslarla tekrar arı kovanına çevrilmiş bir coğrafya, diğer yandan Batı dünyasının ‘Değerler Avrupası’ anlayışından ‘Avrupa Kalesi’ doktrinine geçişiyle yükselen sınır duvarları, Türkiye’yi hem coğrafi hem toplumsal olarak araya sıkıştırdı. Bir yandan doğumuzdaki tüm sorunlu coğrafyalardan kaçanlar, bir yandan kapıları hem kültürel hem insani olarak dışarıya kapatmış bir Batı dünyası.
Ve en kötüsü biz bu fırtınaya, iktidarda kalmak ve ülkenin bütün kaynaklarını sonuna kadar sömürmeye devam edebilmek için varolan her fırsattan yararlanabilecek ve bu yolda etik hiçbir çekincesi olmayan, iktidar süsü verilmiş bir organize suç örgütüyle yakalandık. Doğumuzdaki alevlerden kaçanlar, can havliyle geldikleri ülkemizde iktidarın iç ve dış muhataplarına karşı pazarlık kozu olarak kullanıldılar. İçeride potansiyel oy deposu, dışarıda ise karşılığında para koparılabilecek bir şantaj unsuru olarak görüldüler. Tâ ki ülke ekonomik ve toplumsal olarak iflasa sürüklenene dek.
Dahası, Türkiye doğusundaki krizlerin büyümesine ve alevlenmesine doğrudan katkıda bulundu, üstelik bunu da emperyal tutkularla yaptı. ‘Stratejik derinlik’ denilen bir safsatanın peşinde daldığımız gayya kuyusunda, içerideki milliyetçilerin gururunu okşamaya yarayan emperyalist bir işgâlin öznesi olduk. Yaşadığımız sığınmacı sorunu, yarattığımız iç savaş sorununun bir uzantısıdır.
Türkiye’de, 2014-2015 yıllarından beri iktidarın değişmemesinin tek açıklaması, mevcut iktidarın ülkenin temel fay hatlarından milliyetçiliği kendi çıkarına göre sömürerek, hem rakibi siyasi yapıların, hem de toplumun büyük bir kısmının boynuna yuları geçirmiş olmasıdır. İktidarın koltuğu tam kaybetmeye yaklaştığı dönemde Kürtlere karşı girişilen operasyonlar ve Suriye’de yapılan işgal şovları, bu ülkedeki toplumsal muhalefeti de kurumsal muhalefeti de inci gibi hizaya dizdi, iktidara olan öfkesini başka tarafa yönlendirdi.
O yıllardaki duruma bakıldığında, bu durum iktidar için kaybedilemez bir oyunu işaret ediyordu. Zira sığınmacılar hem muhalefetin öfkesini yalıtan bir tampon işlevi görmeye başlamıştı hem de mülteci statüleri tanınmadığı için kaderleri iktidara verecekleri desteğe bağlanmıştı. İktidarın hem pastası duracaktı hem karnı doyacaktı. Yaşanacak toplumsal travma ise umrunda değildi tabii. Sığınmacıların varlığı 2019 seçimlerinde büyükşehirlerdeki yenilginin temel nedenlerinden biri olarak ortaya çıkınca da sıra sığınmacıları otobüslere doldurup, Meriç kıyısına götürmeye geldi.
Türkiye’nin sorumsuz ve kötü niyetli iktidarının ciddi bir sığınmacı sorunu yarattığı yadsınamaz bir gerçek. Ancak o sorunun derinliği, yalnızca iktidarın hoyrat ve çıkarcı politikalarından kaynaklanmıyor. Türkiye, yıllardır hem toplumsal hem de hukuki düzlemde Doğu’dan gelen sığınmacılara karşı ayrımcı bir anlayışa sahip. Günümüzde Batı’nın yaptığı ‘beyaz mülteci-siyah mülteci’ ayrımı bizde yıllardır var. Doğu’dan gelene statü vermeyip süründürürken, Batı’dan gelene kapıyı açıyoruz.
Böyle bir uygulamanın yıllardır sürüyor olmasının siyaset sosyolojisi açısından görmezden gelinen bir açıklaması var. Şu anki krizi bu boyut olmadan doğru değerlendirmek de mümkün değil.
Modern Türkiye’nin imparatorluk sonrası bir ulus-devlet olarak ortaya çıkışı, hiç şüphesiz sancılı bir süreçti. Türkiye, hem emperyal bir devletin doğrudan mirasçısı hem de Batı emperyalizminin işgaline uğramış bir coğrafya olarak pek başka örneği olmayan bir vaka arz ediyor. Ben bunu ‘iki buçuğuncu dünya ülkesi’ olarak adlandırıyorum. Emperyalizmin iki tarafında da bulunmuş, hâlâ da bulunan az ülkeden biri.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Lozan sonrasında ulus-devlet olarak tanındığında dahi Batı emperyalizminin tehlikesinden tam kurtulmuş değildi. Zira Lozan sonrasında Ortadoğu, büyük devletlerin oyun alanı olmaya devam ediyordu. Cumhuriyetin kurucuları, Türkiye’nin tekrar paylaşım tehlikesiyle karşı karşıya kalmaması için iki düzlemli bir kopuş planını yürürlüğe koydular. Birinci düzlemde, Osmanlı ve mirasından mümkün mertebe kopuş vardı. Osmanlı’nın borçları haricinde neredeyse hiçbir şeyi devralınmadı, sahiplenilmedi. Orta ölçekli bir devlet olarak denge amaçlı ve krizden uzak duran bir dış politika benimsendi. Böylelikle emperyal hesaplaşmaların dışında kalınmaya çalışıldı, büyük ölçüde de başarıldı. Neredeyse tamamı askerlikten gelme kadroların, diplomasiyi bu şekilde kıvırabilmiş olması açıkçası etkileyicidir. Diğer düzlemde ise yeni ulusa yeni kimlik yaratılmaya çalışıldı. İşte bu noktada aynı başarıdan bahsetmek zor. İmparatorluk sonrasında, hâlâ çok kültürlü olan bir ülkeye Fransa’dan ilhamlı bir üniter devlet giysisi giydirilirken, tıpkı Fransız kimliği gibi, diğer kimlikleri yok sayan ve asimile eden bir Türk kimliği yaratılmak istendi. Bu kimlik realiteye oturmadı, parçalı olarak benimsendi. Mevcut ulusal sorunları çözmediği gibi kemikleştirdi. Gerçeklikleri inkâr etmeyi, toplumun çekirdeğine yerleştirdi.
Bu toplum projesinin en önemli referans noktası, pek tabii ki ulusun tarifidir. Günümüzdeki sorunun kaynağı da burası. Türkiye ulusu, ne olduğu üzerinden tarif edilemeyecek kadar karmaşıktı, en azından üniter bir devlet yaratmak istiyorsanız. Onun yerine, yukarıda bahsettiğim emperyalizm tehlikesinden de kaynaklı olarak ne olmadığı üzerinden tarif edildi. Türkiye kendisini, Batılı ve yekpare bir ulus olarak tarif edebilecek delillere sahip değildi, bu yolda icat edilen doktrinler (Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi) acemice ve komikti, zira askeri kökenli kadrolar bunu becerebilecek yetilere sahip değillerdi. Durum böyle olunca, mesele Türk ulusunun Batılı olduğunu kanıtlamaktan ziyade Doğulu, özellikle de Arap olmadığını kanıtlamaya kaydı (Arap coğrafyasındaki emperyal paylaşım kavgaları düşünüldüğünde).
Ulusun çimentosu Arap ya da Doğulu olmama üzerinden karılınca, Kemalist toplum projesinin de muhafazakâr kırsalda kabul görmemesiyle beraber, bütün kimlik inşası zaman içerisinde dogmalaşan bu sava kaldı. Türkiye’nin bütün derdi, Doğulu olmadığını kanıtlamak oldu. Türkiye’nin NATO’ya girişi, bu yolda askerlerinin Kore’de can verişi, İsrail’i neredeyse herkesten önce tanıması, Kıbrıs’ta Britanya sömürgeciliğini desteklemesi, Üçüncü Dünya’ya sırt çevirişi, Bandung Konferansı’nda bağımsızlıklarını ilân etmiş halklara NATO propagandası yapma rolünü üstlenmesi, hep bu yolda atılmış adımlardı.
Mevcut iktidar döneminde, gerek iktidarın İslamcı ideolojisi, gerekse post-Osmanlı nüfuz alanlarında maddi çıkar kovalaması, bu politikada radikal bir değişimi beraberinde getirdi. Ahmet Davutoğlu’nun sahte-bilimsel doktrini ve AKP’nin irredantizme varan Neo-Osmanlıcılık hırsları, Türkiye’yi birden fazla bölgede ateşin ortasına attı. Davutoğlu tasfiye edildikten sonra da Erdoğan aynı doktrini bu kez iç politikayı dizayn etmek için sertleştirerek devam ettirdi.
AKP bunları yaparken, Türkiye dış politikasının belki de başlangıçtan beri işe yarayan tek ilkesini çöpe attı ve orta ölçekli devlet olmaktan, emperyal süper güç olma iddiasına geçiş yaptı. Destekleyen askeri ve maddi gücü de olmadığından iki süper gücün arasına sıkıştı, dış politikası tamamen çökme noktasına geldi. Konjonktürden faydalanarak geçici alanlar yaratılmaya çalışılıyor şu an, yani orta boy devletliğe dönüşe çalışılıyor perde arkasında.
Ama iş işten geçti. Türkiye, Suriye’deki iç savaşın aktörlerinden biri olarak krizin ortasına düştü. Bunun en somut sonucu da yönetilemeyen sığınmacı sorunu oldu. AKP, ne sığınmacıların refahını ne toplumun huzurunu ne de kendi iç politika hesaplarını yönetebildi. Ortada içinden çıkılmaz ve giderek kötüleşen bir travma bıraktı. Yerine geleceklerin de o travmayı sağaltmaya pek niyeti varmış gibi gözükmüyor.
Netice itibarıyla geldiğimiz yerde bütün ulus kimliğini Arap/Doğulu olmama üzerine kurmuş bir toplum, milyonlarca Arap sığınmacıyla yaşıyor. Üstelik iktidarın tüm ekonomi politikalarının çöktüğü, küresel ölçekte de ciddi pandemi ve enerji krizlerinin olduğu ortamda yaşanıyor bu. Kendi kimliğinden emin bir toplumu bile epeyce sarsabilecek bu şok, ulusal kimliği eğreti duran ve sağlaması tamamen gerçeği -hem de zorla- eğip bükerek yapılabilen Türkiye’de müthiş bir toplumsal çöküş yaratıyor.
Türkiye, imparatorluk sonrası kimliğine uygun olarak hem göç alan hem de göç veren bir ülke. Osmanlı’nın son döneminden beri de öyle oldu. Göçün, muhacirliğin, mülteciliğin kişisel tarihlere bu kadar işlediği bir ülke, ulusal kimliğini milliyetçi dogmaların üstüne inşa ettiği için, bir göç dalgasında insanlıktan çıkmaya meyledebiliyor.
Bugün iktidarın da muhalefetin de sığınmacı meselesine yaklaşımı tamamıyla ülkeyi esir almış oy hesaplarına bağlı. İki taraf da bu meseleden en çok oyu nasıl çıkaracağı dışında hiçbir şey düşünmüyor. İktidar çıkarcı, kötü niyetli, gaddar, muhalefet ise popülizm uğruna ateşle oynuyor. Kanaat önderi olarak ortaya çıkanlar da kendi kişisel sermayeleri uğruna tarihi soykırım, katliam, pogrom gibi anahtar kelimeler bulunduran bir topluma gaz veriyor. Hele bazıları bunu akademik-entelektüel güvenirliklerini kullanarak yapıyor. Herkes köpek ıslığı çalıyor da ıslığa gelecek köpeklerin kuduz olmasından nedense kimse korkmuyor.
Yazının başında bahsettiğim milliyetçiliğin hep haklı olma iddiası, bir yandan bu sorunu yaratan emperyal hırsları aklıyor, bir yandan da o hırsların sonuçlarını sığınmacıların sırtına yüklüyor. Türkiye, askerini Suriye’ye davul zurna eşliğinde gönderdi, bir daha da geri çekmedi. İktidarından muhalefetine, sokaktaki insanından akademisyenine parola hâline dönüşen ‘Suriyeliler ülkelerine dönsün’ cümlesindeki ülkenin, Türkiye’nin vâli atadığı bir işgal bölgesi içerdiği kimsenin aklına getirdiği bir şey değil. ‘Suriyelilerin burada ne işi var?’ sorusuyla ‘Hatay Vâlisi’nin Afrin’de ne işi var?’ sorusu birbiriyle bağlantılı oysa.
Suriye meselesi sözkonusu olduğunda Türkiye’deki insanın aklına ‘işgâl’ kelimesi yalnızca sığınmacılardan bahsederken geliyor, topla tüfekle başkasının ülkesine yerleşmiş olmak gelmiyor. Bu ciddi bir sorun; zira bu otomatikleşmiş mekanizma, her türlü faullü davranışa davetiye çıkarıyor. İnkâr ve yeniden inşa üzerine kurulu insanlık dramlarına fazlaca aşinayız bu ülkede. Bugün sığınmacılarla aynı cümlelerde kullanılan ‘istilâ’, ‘üreme’ gibi kelimelerin, karşıdakini insandan saymamaya yaradığını görmek zor değil. Başkasının insanlığını yok sayan, kendisini de insanlıktan çıkarır oysa.
İşin kurumsal siyaset tarafına geldiğimizde, yalnızca işine geldiği gibi yontma yok, birebir kötü niyet var. Bu ülkenin çarpık Suriye politikası, çok yakın zamana kadar iktidar ve muhalefetin ortaklığıyla yürütüldü. İşgâl tezkereleri Meclis’ten el çabukluğuyla beraberce geçirildi. ‘Yüreği yana yana evet’ verilen tezkerelerin sonuçlarını yaşıyoruz bugün. Hatta bu tezkerelere oy vermeyenlerin milli çıkarlara aykırı davrandığı bile iddia edildi, o zaman kimin haklı olduğu bugün kabak gibi ortada. Bugün ülkenin yönetimine tâlip olanlar, bu hataların özeleştirisini yapmadığı gibi, Türkiye’yi, Suriye’deki iç savaşın ortasına atan emperyalizm heveslisi Ahmet Davutoğlu’nu da masalarına oturttu. Çarpık ve kötü niyetli Suriye politikasının faturası, o politikanın yaratıcısına değil, ayakkabı atölyesinde sigortasız çalıştırılan, emeği, vücudu sömürülen Suriyeli modern kölelere kesiliyor.
Türkiye’nin aklı başında bir sığınmacı politikasına ihtiyaç duyduğu aşikâr. Bu hem AKP’nin çarpık politikalarından hem de sonucu çok kanlı olabilecek toplumsal yaraları kaşımaktan vazgeçmeyi içeriyor. Avrupa’nın mevcut iktidarla yaptığı insanlık dışı, gaddarca anlaşmadan acilen vazgeçilmeli; Doğulu sığınmacılara mülteci statüsü tanınarak, sorun uluslararası düzlemde çözülmeli. Batı’yla ortaklaşa üstlenilecek mülteci yükünün Türkiye’ye düşen kısmı için toplum hazırlanmalı, Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar okul çağına geldiler, küçük yaştan nefret tohumlarının atılması engellenmeli. Türkiye ve Batı, hem toplum hem devlet düzeyinde kendisi için huzur istiyorsa, önce o insanların huzurunu sağlamalı, sonra da Suriye’de barışçıl çözüm üzerinde çalışmalı. Göçü yaratan sorunları engellemeden göçü engelleyemezsiniz, engellemeye kalkarsanız eliniz kana bulanır, orada yol açtığınız facia da gelir sonunda sizi bulur. Politikacılar ve kanaat önderleri, oy ya da alkış almak için kaşıdıkları yaraların sonunda herkesin canını yakacağının farkına varmalılar.
Toplumun huzuru, insanlıktan çıkarak korunmaz. Bugün başkasına lâyık görmediğiniz insanlık, yarın size lazım olduğunda bulunmaz olur. Her seferinde haklı çıkacağım diye girdiğiniz bataktan çıkamadığınızda pişman olursunuz. Türkiye toplumu, yüz senede bulamadığı kimliğini ancak herkes için insanca yaşam isteyerek yaratabilir, zira öbür türlüsünün işe yaramadığının delili tarihte çok, yeni bir dram yaşanması illâ gerekmiyor bunun için.