
BAHADIR KAYNAK
Türkiye’deki gelişmeleri uluslararası konjonktürden, ekonominin gidişatını politikadan soyutlamak mümkün değil. Tüm dünya salgın sonrası büyük bir ekonomik şokla yüzleşirken, bizim bu dalgayı hasarsız atlatmamız mümkün değil ama iktidarda şaşırtıcı bir kendine güven var. Hayır olsun deyip geçelim.
Durum şu: Salgının sonuçlarıyla mücadele gerekçesiyle ortaya çıkan çılgın ekonomi politikalarına Ukrayna-Rusya savaşının etkileri de eklenince, bütün dünyada enflasyon çığırından çıktı. Nihayet başta FED olmak üzere dünyanın önde gelen merkez bankaları bu durumla mücadele etmeye karar verip, faiz artırmaya başladılar. Yani uzunca bir süredir içinde yüzmekte olduğumuz ucuz para bolluğu sonlanıyor ve başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere küresel ekonomide bir frenleme göreceğiz. Son faiz artırımlarını ikinci bir Volcker şoku olarak niteleyenler oldu. Hatırlatmak gerekirse; Volcker, yetmişli yılların enflasyon dalgasını sonlandırmak için ABD’de faizleri rekor seviyelere çeken ve tüm dünyayı derin bir durgunluğa sokma pahasını fiyat istikrarını sağlayan FED Başkanı.
Elbette o zamanlar küresel piyasaların derinliği ve reel ekonomi üzerindeki etkisi bu kadar büyük değildi. Bugünkü bürokratların görevi o bakımdan daha ağır. Yine de sırf politikacılara yaranıp görev süresini uzatmak için olayların çığırından çıkmasına sebep olan kifayetsizlere iş işten geçtikten sonra adım attıkları için tezahürat yapılmasını anlamıyorum. Her ne ise karşılaştığımız durum bu, uzunca bir süredir rüzgârı arkadan alan hükümetlerin, bizimki de dahil olmak üzere, azgın dalgalarla boğuşmasına yol açacak. Ama biraz klişe bir ifadeyle, iyi kaptan dalgalı denizde belli olur.
Volcker’ın yetmişlerin sonundaki şokları kısa bir süre sonra başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere gelişen birçok ülkeyi borç krizine sokmuştu. Biz de çoğuna kendi sebep olduğumuz ama küresel koşullardan da etkilenen mali tablomuzla Demirel’in tabiriyle “70 sente muhtaç” hale gelmiştik. Bakalım bizim Türk tipi politikalarla bir araya gelince bu kusursuz fırtına nasıl sonlanacak? Volcker’ın şoku, dış politika felaketleriyle birleşince, 1980’de ABD’de Carter’ın koltuğuna mal olmuştu. Biden’ın da ABD ekonomisi stagflasyona ilerlerken benzer bir sonla karşılaşması kimseyi şaşırtmayacak. Türkiye ise kırk küsur yıl sonra bu defa darbeye değil ama seçime ilerliyor. Ekonomik krizin, siyaseti burada da alt üst etmesi düşük bir ihtimal değil.
Bu olumsuz koşullarda iktidar ekonomik gidişatın yarattığı kan kaybını durdurmak için bir kısmını dış politikadan devşirdiği kurgulara, icat edilmiş kahramanlara, düşmanlara sığınıyor. Son olarak Yunanistan’la Doğu Akdeniz’deki güç mücadelemizin bir parçası olan sondaj faaliyetlerine katılacak dördüncü gemi Abdülhamid Han’ın müjdesi verildi. Bir zamanlar hakkında en çok atılıp tutulan padişahlardan olan İkinci Abdülhamid, kahramanlaştırıldığı bu dönemde, böylece aslında hiç sevmediği denize indirilmiş olacak. Öyle ki amcası Abdülaziz’in Dolmabahçe Sarayı’ndan derdest edildiği ve kendisinin tahta çıkmasına kadar uzanan olaylara kapı aralayan darbenin bir benzerini yaşama korkusuyla deniz kıyısında bile oturmayan, içerilerde Yıldız’ı hükümetinin kalbi yapan Abdülhamid’in isminin verileceği son şey bir gemi olmalıydı. İlla bir padişahın ismi gemiye verilecekse, denizcilik tutkusunu Beylerbeyi Sarayı’nın tavan desenlerinde bile gördüğümüz Abdülaziz çok daha uygun bir isim olurdu. Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı kitabında oksimoron örneği olarak ‘Antartika Tarım Tarihi’, ‘Kolomb öncesi Amerikasında tekerlek teknolojisi’ gibi tamlamalar vardı. ‘Abdülhamit Han sondaj gemisi‘ni duyunca aklıma ilk gelen şey bu oldu.
Tabii ki amaç tarihe uygunluk değil, kurgusal bir padişah Abdülhamid karakteri yaratmak, onunla da Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında paralellikler kurmak olduğu için bu detay göz ardı edildi. Muhayyel Abdülhamid, sert mizaçlı, sürekli Batılılara posta koyan ve bunu yaptığı için yabancıların içerideki maşaları tarafından devrilmeye çalışılan yerli ve milli bir hükümdar. Eşek değilsek bu kıssadan nasıl bir hisse çıkarmanız gerektiğini, nerede durmanız lazım geldiğini anlamamız gerekiyor.
Şimdilerde çıkarma gemisi olmaya hazırlanan Abdülhamid’in, uydurma olmayan hangi yönünün muhafazakâr kesimlere cazip geldiğini anlamak güç değil. Halifelik makamını en etkin biçimde kullanan ve İmparatorluk sınırları dışındaki Müslümanlar arasında bile hatırı sayılır bir saygı uyandıran Abdülhamid, daha sonra İslam kardeşliği üzerinden kurgulanan siyasi projeler için öncü bir lider gibi görülegeldi. Oysa Osmanlı Devleti’nin son nefesinde sarıldığı bu ip, aslında gücün değil zaafın ve çaresizliğin bir ürünüdür. Bütün çabalarına karşın yükselen Avrupalı güçler karşısında tutunamayan, gayrı Müslim tebaasının sadakatini sağlayamayan devlet ‘bari İslami değerler üzerinden toplumu birbirine ve devletine bağlayacak bir çekim‘ yaratma arayışına girmiştir. Abdülhamid’in İslamcılığı konjonktürel, pragmatik ve daha çok savunma amaçlıdır.
Televizyon dizisi starı, paralel evren Abdülhamid’i ise Avrupa dengelerine oynayan kurnaz siyasetçiden çok uzak. O hayalden devşirilen siyaset yapma biçimi de en fazla dizinin kendisi kadar başarılı. Dış politikada İslam dünyasına liderlik hayalleri çoktan gerçeklerin sert kayalıklarına çarpıp parçalandı. Batı’yla ilişkileri hala yoluna koyamamanın, yalnızlaşmanın hayal kırıklığı zaman zaman iktidarda sert çıkışlara sebep olabiliyor ancak günün sonunda somut bir alternatif ortaya konulamıyor. Abdülhamid’in hiç de hazzetmediği Rusya ile flört safhaları geçileli çok oldu. Müslüman topluluklar için çekim merkezi olmak, Erdoğan’dan tüm İslam alemini peşinden sürükleyecek bir lider çıkarmak hevesi de sönümleniyor. Türkiye sadece Batı ile ilişkilerinde bir bozulma yaşamakla kalmıyor, bölgesindeki etkinliğini, yumuşak gücünü de kaybediyor. Gerçekler, kurgu Abdülhamid’in dünyasının giderek daha uzağına düşüyor.
Eğer bugünkü iktidar Abdülhamid’le bir paralellik kurmak istiyorsa, gerçekle bugün içinde bulunduğumuz koşulların birbirine en yakınsadığı alan olan ekonomik güçlüklerimize bakabilir. Osmanlı’nın son yarım yüzyılına damgasını vuran mali buhran ve iflas hali, Abdülhamid’in kendi yapımı değildir elbette ancak en zorlu dönemde kendisini dümende bulan kişi de odur. Mali açıdan çökmüş bir devletin dışarıda da elinin kolunun nasıl bağlandığını, kendi çıkarlarını savunmakta güçlük çektiğini bizzat yaşamıştır. Bundan dolayıdır ki maliyeti düşük ideolojik araçlara öncelik vermek zorunda kalmıştır.
Şimdi ikinci Volcker şokuyla benzer bir türbülansa sürüklenme riskimiz ortaya çıkarken geçmişten bu dersleri çıkarmakta fayda var. Üstelik bu defa ekonomik güçlükler önceki yönetimlerden devralınmadı bizzat iktidarın deneysel politikalarının ve gözlerindeki ışıltının bir sonucu olarak önümüze geldi. Küresel koşullardaki kötüleşmeye sıklıkla vurgu yapılıyor ancak güzel havaların keyfini sürenlerin kötü havaların da sorumluluğunu üstlenmesi gerekiyor. Günün sonunda Muharrem Kararnameleri bizim kendi eserimiz.
Neticede ikinci Volcker, Üçüncü Abdülhamid’i denize itmiş gibi gözüküyor. Gerçi kimseye haksızlık etmek ya da fazladan paye vermek istemem. Ne bugünkü FED Başkanı Powell bir Volcker, ne Cumhurbaşkanı Erdoğan bir Abdülhamid ne de dünya o zamanların dünyası. Çokça dillendirilen benzerlikler üzerinden bir analiz yapmaya çalıştım. Olmadıysa bile ‘Abdülhamit Han sondaj gemisi‘ kadar da olmamış değildir herhalde.