MURAT SEVİNÇ
Amatör köşe yazarlığı maceram süresince Mümtaz Soysal’ın bir tespitini onlarca kez yazdım, ömrüm oldukça, aynı cümleyi onlarca kez daha yazmayı düşünüyorum: “Zaten, anayasaları yaşatan veya öldüren şey de, içlerindeki kelimecikler değil, dışlarındaki hayattır.”
Hoca’nın iddiasının önemi, anayasa metinleri dışındaki yaşama; siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel unsurların belirleyici gücüne yaptığı vurgu. Ancak bu kadar değil, aynı zamanda, hayli yaygın bir hukuk/hukukçuluk anlayışına itiraz. Terminoloji ve ekoller ayrımına, tartışmasına girecek değilim; özetle, hâkim anlayış, normatif düzenlemelerin sorunların kaynağı ve çözümünde başat olduğu görüşüdür ve bu varsayım, bir normun yapımındaki, kabullenilmesindeki, uygulamasındaki diğer değişkenleri, onların gücünü görmezden gelir ya da yeteri kadar önemsemez.
Bir hükmün demokratik olması ve demokratik biçimde uygulanması, yapıldığı ve uygulandığı koşulların demokratik olup olmayışıyla ilişkilidir. Kâğıt üzerinde son derece özgürlükçü görünen bir düzenlemenin, gerçek yaşamda hiçbir karşılığı olmayabilir. Örneğin, anayasaya kadın-erkek eşitliğine dair göz doldurucu bir hüküm yazarsınız, ancak bu eşitliğin yaşama geçirilmesi için hiçbir şey yapmazsınız… Örneğin, büyük tezahüratla AYM’ye bireysel başvuru yolunu kabul edersiniz, ancak niyetiniz yoksa o bireysel başvuru yolu zaman içinde bir oyalamaya ve uyuşmazlığın AİHM’ye taşınması önündeki engele dönüşür… Örneğin, memurlara toplu sözleşme hakkı tanırsınız, ancak iş yaşamında hiçbir karşılığı yoktur… Ya da, örneğin, ‘kamu düzeni’ gibi bir kavram demokratik ülkelerin hukuk düzenlerinde de vardır, buna mukabil siz onu öyle bir yorumlarsınız ki iki kişi bir araya gelip barışçıl gösteri hakkını dahi kullanamaz… Örneğin, anayasanızda gösteri ve toplanma hakkı izne tabi olmamasına karşın, her gün TV’lerden ‘izinsiz gösteri’ ifadesini işitirsiniz… Örneğin, AYM’nin varlığıyla övünür, AYM kararlarını ciddiye almazsınız vb.
Dolayısıyla, eğer olup bitenin daha doğru anlaşılması ve bir şeylerin olumlu yönde değişmesi isteniyorsa; önce hukuk metinlerini her derdin çaresi gibi görmekten, hukuk kurallarının omuzlarına gereğinden fazla ağırlık yüklemekten vazgeçilmesi gerekiyor. Siyasal bir sorunun çözümü siyasettedir, toplumsal bir sorunun çözümü toplumdadır, hukuk kuralları söz konusu açmazların çözümü konusunda ancak yol gösterebilir, yardım edebilir, hepsi bu. Aslolan siyasal ve toplumsal mücadeledir; anayasaları doğurup büyüten ve sonunda yaşamına son veren de, aynı siyasal ve toplumsal koşullardır. Herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir metin yapmak, onu herkesi memnun edecek şekilde uygulamak bu nedenle olanaksızdır ve ‘toplumsal sözleşme’ ile anlatılmak istenen de, toplumun tüm fertlerinin yönetim yol yordamı üzerinde uzlaşması değildir.
Türkiye tarihi boyunca yukarıdaki savları doğrulayan siyasal ve hukuksal gelişmelere tanık oldu. Hemen her zaman anayasalar-mevzuat günahkâr ilan edildi ve değiştirilirse sorunların çözüleceği düşünüldü. Bu hem teknik hukuk işçiliği seven hukukçuların bakışına, hem sorumluluğu metinlere yıkmaya hevesli siyasetçilerin tutumuna uygun bir zihniyetti. Şu son yıllarda Türkiye’de belki de ilk kez, sade yurttaş, adaletsizliklerin vardığı akıl fikir almaz seviye sayesinde, hukukun yasa metinlerinde yer alan ‘sözcüklerden’ ibaret olmadığını bu denli somut biçimde fark ediyor. Bunun AKP’nin ülkeye önemli bir hizmeti olduğunu düşünüyorum. Örneğin bundan 15 yıl önce, AKP’liler ‘yeni anayasa’ ifadesini sarf ettiğinde bazı kesimlerde lüzumsuz bir heyecana neden olurdu. Oysa şimdi, siyaset esnafı dışında pek ilgi çekmiyor ve bu gayet olumlu bir gelişme. Türkiye, hâlihazırda ‘darbe anayasası’ olarak tanımlanan 1982 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümlerinin dahi doğru anlaşılıp uygulanmasına muhtaç halde ve bunu fark edenlerin çoğalması çok hayırlı oldu.
Gelelim muhalefetin ‘iri partilerinin’ (CHP-İYİP) Sezgin Tanrıkulu’na gösterdiği tepkiye.
‘Askerî vesayet’ diye diye iktidar olanların sözleri pek ilgimi çekmiyor doğrusu, Tanrıkulu’na yönelik hakaretler vs. çok tanıdık, bizlere de söylendi. O kadar çok işitiyoruz ki artık, insan bir süre sonra ilgilenmez hale geliyor hakikaten. Üstelik iki gün sonra tam tersini de söyleyebilirler. Yerel seçim yaklaşırken, özellikle yılbaşı sonrasında ‘itham ve hakaret mevsimi’ geldiğinde her Allah’ın günü aynı sözcükleri işiteceğimizi biliyoruz. Beni asıl ilgilendiren muhalefetin tutumu.
Üç beş ay önce, seçimin başlıca seçim propagandası ‘Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırmak’ idi. Nasıl yapılacaktı bu? İddia sahibi muhalefet sayısız irili ufaklı tanıtım metni hazırladı, parlamenter sistem için gürültülü toplantılar yaptı, binlerce sayfalık raporlar üretti, hiç kimsenin ‘hakikaten’ ilgilenmediği otel toplantıları düzenledi; bize demokrasi vadetti, endişesiz bir yaşam vadetti, bir satırlık sosyal medya paylaşımı nedeniyle gözaltına alınmamayı vadetti, dört başı mamur hak ve özgürlükler demeti vadetti… Özetle, demokrasi vadetti.
Demokrasinin temelindeki iki sütundan biri laiklik ise, diğeri düşünce özgürlüğüdür. Bunlar, bilinmeyen, yeniden keşfedilmesi gereken kavramlar değil. Ülkeden ülkeye nüansalar var tabii, ama bir de ‘olmazsa olmaz’ unsurları vardır laiklik/sekülerlik ve düşünce/ifade özgürlüğü ilkelerinin.
Türkiye’de siyasetçilerin çoğunluğu söz konusu ilkelerin anlam ve kapsamını ya bilmez, ya da bilir ama yalancı olduğu için bilmezden gelir. Çünkü bilmezden-görmezden gelmenin, riyakarlığın çok kâr getirdiği bir sektör, siyaset. Siyasi partiler de, hamasetin maddi ve manevi kazanç sağladığı, yükselmeye ve şöhrete yardım ettiği bir tür işletme durumunda. Evet, bizde çoğu siyasetçi dünyadan habersiz, kendi sığlığına herkesi mahkûm etmek isteyen, Kapıkule’nin ötesinde ‘hiçbir şeye’ dönüşen, üzerine konuştuğu çoğu kavrama yabancı insanlardır. Tümü değil kuşkusuz, haberliler de var, ancak onların sayısı az ve bildikleri kimin yarasına merhem oluyor, belirsiz.
Aylarca demokrasi vadeden, Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırmaktan söz eden onca insan, aslında ‘yargı kararlarından’ söz eden Sezgin Tanrıkulu’nun üç cümlesi karşısında gözüne fener tutulmuş tavşana döndü. Façası düzgün siyasetçilerimiz, Türkiye’nin aydınlık yüzleri, ‘geççek geççek korosu’, mangalda kül bırakmayan demokrasi pehlivanları, Tanrıkulu’nu (ardından Yüksel Taşkın ‘ı) kınamaktan helak olmuş vaziyetteler. Kişisel olarak, bu tavrın yaklaşan seçim öncesi AKP korkusundan kaynaklandığını düşünmüyorum. Samimiyetle anti-demokrat bu insanlar; dedim ya, kimisi demokrasinin ne olduğunu bilmediğinden, kimisi üçkâğıtçılığından böyle davransa da sonuç değişmiyor, demokrasiyle olması gereken ilişkiyi kuramıyorlar. Adını seviyorlar da kendisinden hazzetmiyorlar. En basit cümleyi, en basitini, en açığını, en kolayını, “Düşüncesine katılmasam da, ifade özgürlüğünü savunuyorum,” cümlesini dahi kurmaktan acizler. Biri çıkıp “Ben demokrat filan değilim ulan” der, anlarım; sorun, bu zevatın demokrasiyi savunur görünerek ceberutluğa ortak oluşu.
Muhterem okur, “Ben faşistim” diyen hiç kimsenin olmadığı bir ülkede, biri “Ben demokrasiyi savunuyorum” dediğinde, “Demokrasiden anladığın nedir?” sorusunu yöneltmek işte bu nedenle bir zorunluluk. Çünkü, demokratlık iddiasındakiler demokrasinin gereklerinden ve dünyadan habersiz, ya da yalancı olabilir.
Onca metin, onca rapor, onca vaat, onca anayasa değişikliği önerisi, onca gevezelik… Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandıracaklardı, yaşamını insan hakları mücadelesiyle geçirmiş bir avukat/milletvekilinin ‘yargı kararlarına konu olmuş fiilleri içeren’ iki cümlesine dahi tahammül edemediler. Ne acınası bir durum.
Yazı önerisi: Gökçer Tahincioğlu’nun ‘Madımak’ ile ilgili 2 Temmuz tarihli yazısı.