
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Uzun cümle hem okur hem editör hem yazar olarak ürkütmüştür beni de; içinde kaybolacağımdan ya da okurun kaybolmasından korkarım; kötü örneklere çok fazla rastladığımdan olsa gerek. Kötü uzun cümlelerin kimileri düpedüz dilbilgisi yanlışlarıyla yaralıdır, kimileriyse gereksiz tekrarlar, uyuşmaz biçimler, yersiz bilgiler, bütünlüğü bozan fikirlerle kötürümdür; okur olarak anlamı yakalayayım derken içinde kayboluruz, yazar olarak okurumuzu cümlemizin girdabına iteriz.
Bölünemeyecek, bölmeye kalkışılırsa anlam bütünlüğü zedelenecek bir yapıdır uzun cümle. Ahmet Haşim, Bize Göre‘deki yazılarından birinde, doğanın gözünde yalnızca dişinin önemli olduğunu, erkeğin değersiz bir tamamlayıcı işlevi gördüğünü ortaya koyan yeni bir teoriden söz edip şöyle devam eder:
“Bunu öğrenmekten cidden memnunum. Yalnız kadına benzediği çocukluk yaşında güzel olan, buluğa ayak basar basmaz sesi kalınlaşıp çatlayan, yüzü gözü kıl istilası altında kalan ve ancak ustura icadı sayesinde maymunlara benzemekten kurtulan erkeği dünyaya hâkim görmekte, zevki tahriş eden bir çirkinlik vardı. Şimdi; yıldızların, ayın, güneşin, akan suların ve baharda açan güllerin o sevimsiz mahluk için yaratılmadığını öğrenmekten memnunum!”
O uzun ikinci cümle 38 kelimeden oluşuyor; hiçbir kelime tekrarı yok; Ahmet Haşim’in o zeki, o muzip, kendine has deyişleriyle su gibi akıyor. Bu cümleyi bölmek, DSİ’nin dereleri betonlaması misali canilik olur.
Uzun cümlenin en temel, en makbul ilkesi bir okuyuşta anlaşılmasıdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Mücadele zaferle sonuçlanınca, 1922 sonunda İstanbul gazetelerini 85 kelimelik şu cümleyle anlatıyor:
“O zamanın en çok satan gazetesi Tevhid-i Efkar huysuz ve somurtkan bir şeyler mırıldanıp durmakta; yeniden çıkmaya başlamış Tanin herkese fazilet dersi verir, herkesi azarlar bir eda ile İttihat ve Terakki devrini savunmakta; başında henüz Ahmet Emin dostumuzun bulunduğu Vakit’le Celal Nuri’nin İleri’si sanki memleket yeniden bir çıkmaza girmiş gibi telaş ve endişe içinde Ankara devlet adamlarına yol göstermeye çalışmakta ve bunlardan biri Mustafa Kemal Paşa’ya Washington’un Amerikan İstiklal Harbi’ni kazandıktan sonra yaptığı gibi bir köşeye çekilmesini, öbürü, hemen bir diktatörlük idaresi kurmasını tavsiye etmekteydi.”
Uzun cümlenin en önemli koşulu, Roy Peter Clark’ın Writing Tools‘ta altını çizdiği gibi, anlatacağınız şeyin de uzun olmasıdır, yani form içeriği, işlevi izlemeli, onunla uyumlu olmalıdır. Bu da aslında yeni bir keşif sayılmaz; Peyami Safa’nın şu sözleri de bu kritik ilkeyi anlatıyor:
“Son romanlarımdan birinde 17 satırlık bir cümle yakalayan amcam Ali Kami Akyüz, bana gönderdiği bir mektupta bu uzun kelime katarının birkaç parçaya bölünmesinin mümkün olup olmadığını soruyordu. Kendisine verdiğim cevapta, o cümleyi üçe böldükten sonra gösterdim ki bütünün yapısındaki manalar kaybolmaktadır. Bundan başka, “duree” denilen sürekliliğin şuurdaki hali, bazan yalnız böyle uzun cümlelerle ifade edilebilir.”
Yani uzun cümle, uzun bir düşünceyi, etraflı bir durumu bir bütünsellik içinde anlatmayı sağlar. Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl‘da, bir cümle içinde hem şairimizin kişiliğinin bir yönünü hem de hapishane sakinlerinin portrelerini ayrılmaz bir bütünlük içinde bakın nasıl veriyor, bir hapishane alemini nasıl yaratıyor:
“İnsanlarla münasebeti bundan da ibaret değildi. Mesela, Jandarma Karakol Kumandanı gedikli çavuş’a resim dersi verir, hapishane katibinin kayın biraderinin fotoğrafını karakalemle büyütür, revir aşçısının yamağı çocuk Receb’in: “… e, üstadım, ne olacak bu dünyanın hali?” diye inceden inceye dalga geçişini anlamamazlıktan gelerek, çocuğa ciddi ciddi cevaplar verir, yahut da salaklığı ile hapishanede daimi bir alay konusu olan iri yarı bir eski pehlivanın: “…Abey, yazdın sen bizim ‘temiz’i görmedik bir fayda. Tasdik etti yukarısı… Ne olacak bizim halimiz şimdi?” diye çıkışmasına karşılık: “Ne kafa tutuyorsun, yazdımsa kaç paranı aldım? Pul parası bile vermedin ulan be!” demez, pehlivanı sonuna kadar sabırla dinler, onu teselliye çalışır, alt tarafı daha altı ay yatacak olan bu iri yarı adama, yirmi sekiz senelik yükün altında birisinin iç rahatsızlığıyla değil, hürriyetine sahip, refah içinde birisi kadar ferahlıkla nasihatlar verirken, gardiyan Memiş, soba borusuna dönmüş pantalonunun içinde kaybolmuşa benzeyen ipince bacakları, şişirilmiş hissini veren kocaman karnıyla zuhur eder, “… varsa bir dilim ekmek” ister…”
Dikkat etmişsinizdir, Orhan Kemal 147 kelimelik bu cümleyi başladığı zaman kipiyle, geniş zamanla, sürdürüp bitiriyor. Daha önce verdiğim örneklerde de öyleydi. Söyleyiş bütünlüğü anlam bütünlüğü kadar önemlidir. Daha doğrusu, anlam bütünlüğünü taşıyarak okurun cümle içinde yolunu kaybetmemesini sağlayan şey, söyleyiş bütünlüğüdür. Orhan Kemal Nâzım’ın genel tavrını, insanlarla ilişkisini anlattığı için bu geniş zaman kipiyle (-ir, -er) yazmış cümleyi; kişisel somut örnekleri, sözleri de aynı kiple aktarmakla çizdiği portrenin ilmekleri haline getirmiş, onları tekil örnekler olmaktan çıkarıp anlattığı bütünün parçası kılmış.
Uzun cümle liste yapmak için de elverişlidir, bir dizi şeyi sıralamaya yarar. Ben kuru bir listeyi bir cümle içinde vermektense, iki nokta üstüste (:) koyup sıralamanın okurun işini kolaylaştıracağını düşünenlerdenim, yazarken de öyle yaparım, edit ederken de. Ama liste vaar, liste var. Ahmet Rasim’inki gösteriyor ki, bir listeyle basit bir sıralamadan fazlasını yapmak mümkün:
“Garip! Türkçe şiir denir denmez ya bir köy veya bir çayır veyahut elinde bir kaval, önünde sürü bir çoban, Kizban’a alakalı Memiş, Durmuş’a yanık Fatış, anasından ayrılmış kuzu, askere gitmiş nişanlı, ayrana mütehassir Memo, curasını tellendirmiş Yaşar, Aşık Ömer’e mukallit İrecep Beşe, güneşi fil gösteren Coşkun gibi şeyler, şahıslar hatıra gelmemek mümkün olmuyor.”
Buradaki sihir, listedeki her bir ögenin bir imge olması, bütüncül bir anlam yaratması, daha doğrusu, okuru bunlarla yarattığı bir alemin içine çekmesi, hiç değilse bu alemi okurun gözünün önüne getirmesi.
Clark, İngilizce uzun cümle için şunu diyor: “Özne ve yüklem cümlenin başına konsa iyi olur.” Türkçede bunu yapmak en azından her zaman mümkün değildir, özneyle fiil arasına herşey girebilir, fiil yedi satır sonra gelebilir, kaybolabiliriz. Sorunsuz da olabilir tabii. Sabahattin Ali’nin Hasan Ali Yücel’e yazdığı mektuptaki şu cümle iyi bir örnek (Mahkemelerde‘de):
“Dış siyasette gaye, bize karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için, iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine dayanmak, dışarda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi vaziyeti Türkiye’ye pek benzeyen İsveç’in yolunu tutmak olmalıydı.”
Daha baştan konuyu söylediği gibi, cümlenin kuruluşuna dair ipucu da veriyor Sabahattin Ali; özellikle ilki kompleks bir yapı taşıyan fikirlerini sıralıyor. Ellialtı kelimelik bu cümleyi birkaç parçaya bölebilirsiniz tabii, ama sıkı örülmüş anlam birimleriyle kurulu bu uzun cümlenin fikri bütünlüğünü zedelersiniz.
Özneyle fiilin çok ayrı düştüğü durumlarda okuru gelecek uzun cümleye hazırlamak iyi. Türkçesinin akıcılığıyla ünlü Refik Halid Karay şu örnekte bunu yapıyor, bir yandan da uzun cümlenin okuru maceraya çıkarabilecek, sürprize açık bir yapı olabileceğini gösteriyor (Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da Antalya civarındaki antik kentlerden bahsediyor):
“Belkıs ayaktadır; Side gömülmüş, lakin henüz canlıdır; öbürler gibi hepsi de evvela arkeolog, sonra turist, kısacası insan bekliyor. İşte uğramayan odur. Mamafih bizim harabelerimiz de tenha sayılamaz: Sabahtan akşama kadar içinde, üstünde, altında dönüp dolaşan, her tarafını gözden geçiren, muhteşem amfiteatr’larında bir yukarı bir aşağı inip çıkan, karmakarışık kitabeleri gözlük takmağa lüzum görmeden okuyup anlamışcasına başlarını sallayan birtakım çevik mahluklar oralarda bir nevi incelemeler yapar. Bunlar keçi sakallı allameler, daha doğrusu sadece keçilerdir.”
En sondaki keçiler cümlesini de bir önceki uzun cümleye bir noktalı virgülle pekala bağlayabilirmiş Refik Halid (ilk cümledeki noktalı virgül kullanımını görmüşsünüzdür nasıl olsa), ama okura bir sürpriz hazırladığı için getirip getirip tam baklayı ağzından çıkaracakken noktayı koyup cümleyi bitirivermiş, böylece okurun “Ne gelecek acaba?” merakını bir an için daha sürdürmüş.
Bir de tabii, uzun cümlenin öncesi sonrası kısa ve orta uzunlukta cümlelerle döşenmelidir. Refik Halid’den aldığımız paragraf bunun da güzel bir örneği.
“Uzunluk kötü cümleyi beter eder, iyi cümleyi daha iyi edebilir” diyor Clark. Tabii bir de kısa cümleye “kumanda etmek” daha kolaydır (hoş bu konuda da büyük sorunlarımız var) uzun cümlede önce yazanın, sonra da okuyanın kaybolma ihtimali daha yüksektir. Editörden bahsetmedim, o yok gibi bir şey zaten kaybolmuş.
İşte beter edilmiş uzun cümle örneği:
“TOKİ’nin resmi internet sitesinde yayınlanan ilanlarla satışa çıkarılan parsellerin, sahip olmadıkları özelliklerle taliplere sunulduğundan yakınan bölge halkı, Bakanlık tarafından ‘deniz manzaralı’, ‘internet ve kanalizasyon altyapılı’ olarak pazarlanan arazilerin gerçekte bu özelliklere sahip olmadığını, komşu köylere verilen mermer çıkarma ruhsatları nedeniyle arazilerinin mermer de ocak manzaralı olduğunu da vurguladı.”
Bunu yazan muhabir arkadaşın durumu bize tane tane anlatması gerekir; daha kısa, kolay anlaşılır cümlelerle. Kırksekiz kelimelik bu cümleyi aldığım haberde, beterlikte aşağı kalmayan biri 36’lık, öbürü 68’lik iki cümle daha var.
Uzun cümle zırt pırt yazıya sürülecek bir şey olmamalı bence. Ben oldum olası kısa cümleyi savunmuş, güzel bulmuşumdur, konuşma diline yakın olduğu için, ama tabii uzun cümleler de kurdum. Hatta bu yazıyı yazmaya koyulduğumda, yazılarımı yayınlanmadan gönderip gizli editörlük hizmeti aldığım arkadaşım Zeynep Rona, sanki sezmiş gibi, uzun cümleden söz eden bir mektup gönderdi bana, “Bu konuda sen de hiç fena değilmişsin, Bruegel’de 13 satırlık bir cümlen var” diyordu (2006’da Radikal2‘de yayınlanan “Ölümün zaferi” başlıklı yazı). Baktım, şaşırdım; bu kadarını kendimden beklemiyordum: 133 kelimelik bir cümle. Cümle kendi içinde fena değil belki, ama hazırlığı kötü, öyle ki, tam olarak neden bahsettiğim sonraki paragrafın iki kelimelik ilk cümlesinde anlaşılıyor. Rezalet yani.
Kelime sayısı veriyorum yazının başından beri de ne ifade ediyor acaba? Amerikalı yazar Rudolf Flesch (1911-1986) için çok şey ifade ediyor. Ben de yeni tanıdım, bu adam okuma, anlama kolaylığına takmış kafayı, ben de öyleyim ya, kitapları varmış bu konuda, testi bile var: Felsch Okuma Kolaylığı testi. Cümlelerdeki kelime sayısına ve kelimelerin hece sayısına bakıyor. Bu hece sayısına, kısa hecelere Orwell de düşkündür. Türkçede bunun izinden gidemeyiz, çünkü takılı bir dil bizimki, heceler artıp duruyor. İngilizce takılı olmadığı için bir metinde zaten birçok kısacık kelime vardır: a, an, is, did, was, an, of, in, out, the… Onlar “I did” der, biz “Yaptım” deriz, kelimelerimiz uzundur bizim, bu yüzden cümlelerdeki ortalama kelime sayımız da azdır, İngilizceye kıyasla.
Şimdi, Flesch kabaca diyor ki, cümleler kısa olmalı metnin kolay okunabilmesi/anlaşılabilmesi için. 1893’teki bir çalışmaya dayanıp İngilizcede cümlelerin zamanla küçülmüş olduğunu söylüyor: Elizabeth çağı (16. yüzyılın ikinci yarısı) yazarlarının ortalama cümlesi aşağı yukarı 45 kelimeden oluşuyormuş, Victoria çağı (1820-1914) yazarlarınınki ise 29. Flesch’in bunları yazdığı 1940’larda ise 20’ye, hatta daha altına düşmüş.
Bizde durum nedir acaba diye meraklandım. Benzer bir araştırma varsa da ben bilmiyorum. Birkaç yazara baktım. Tabii bu yazarların bir kitabından birkaç sayfaya bakıp yaptım hesaplarımı, bütün bir kitabın bütün cümlelerini sayarak değil. Ayrıca aynı dönemin yazarları arasında da farklar olabilir, var. Yine de bir fikir vereceğini sanıyorum. Bir şey daha: 15., 17. yüzyıldan seçtiğim yazarlar dillerinin sadeliğiyle bilinir; yoksa, bir sürü ve’yle bağlaya bağlaya upuzun yazılmış metinler de var.
Mehmed Neşri (15. yy sonu) cümlelerini ortalama 15 kelimeyle kurmuş.
Kâtip Çelebi (17. yy ortası) ortalama 17 kelimeyle.
Ziya Paşa (1800’lerin ortası, Tanzimat dönemi), ortalama 22 kelimeyle.
Şemseddin Sami (19. yy sonu), 37 kelimeyle.
1920’lerde Hüseyin Rahmi Gürpınar 11 kelimeyle, Ziya Gökalp ve Halide Edip 12 kelimeyle.
Bugün Murat Sevinç 14 kelimeyle.
Türkçe, Arapça ve Farsçanın etkisiyle 15. yüzyıldan itibaren ağdalanıyor, cümleler de uzuyor (16. yy başında Kemal Paşa-Zâde ortalama 24 kelimeyle yazıyormuş mesela), 18. yüzyıl metinleri daha ağdalı. Tanzimatla (Şinasi, Namık Kemal …) sadeleşme başlıyor tekrar. Bu uzun ve engebeli yazı tarihi içinde çok uzun cümleli metinler var, onlar ortalamayı da yükseltir tabii, ama yine de Mehmed Neşri’yi Murat Sevinç’e bağlayan bir çizgi de izlenebiliyor.
Halit Ziya sadeleşme çabalarının ortasında uzun cümleleriyle ünlüydü mesela; benim kaba hesabıma göre cümlelerindeki kelime ortalaması 30’a yaklaşıyor, belki daha fazladır hatta. Ruşen Eşref Ünaydın’ın, 1918’de çıkan Diyorlar ki‘sinde röportaj yaptığı yazarlardan biri de Halit Ziya’ydı. Konuşmanın ortasında bir yerde Ruşen Eşref araya giriyor:
“Demek ki efendim, Servetifünun edebiyatının kurulması doğrudan doğruya bu adamların [Abdülhak Hâmid’i, Recaizâde Mahmud Ekrem’i kastediyor] tesiri altında meydana geldi?”
Cevap:
“Zannetmiyorum. Ben edebiyatta tesirlerin falan veya falan şahsiyete göre mahsur ve sınırlı kalabileceği kanaatinde değilim. Ben, edebi hareketlerin, kaynaklarından çıktıktan sonra, kendilerine ait uzun bir yol takip eden, kimbilir nasıl büyük bir denize dökülmek için çeşitli sahralardan ve vadilerden geçen, birbirinden farklı birçok dağlardan sızıp gelmiş türlü dereciklerin, ırmakçıkların sularını yuta yuta gittikçe daha fazla kabararak, gittikçe genişlik ve ihtişam kazanarak bazan bulanık sularla, bazan saf ve berrak dalgalarla, zaman zaman da kayalardan sekerek çalkantılı, yahut durgunluğa benzer bir sükun ile yavaş yavaş akmakta olan bir nehre benzetirim.”
Bunun üzerine Ruşen Eşref biz okurlarla şöyle sohbet ediyor:
“Sanıyorum ki bu uzun cümle, artık kullanılacak çekimlerin tükenmesinden dolayı burada kesildi. Aşk-ı Memnu’un sahifelerini tekrar okumuş gibi oluyordum.”
Ruşen Eşref hafif gülümseyince Halit Ziya da gülümseyip şöyle demiş:
“Nigâr Hanımefendiyi itiraza sevkeden cümlelerimden biri, değil mi?”
Hayır, bir de bu cümleyi konuşurken kuruyor böyle, eline kalemi alıp düşüne taşına değil. Biz de bari hiç böyle alengirli ve uzun olmayan cümleleri doğru düzgün kurmayı öğrensek artık; konuşurkenden vazgeçtim, yazarken.