BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Bir zamanların popüler gündem maddesi Avrupa Birliği, üyelik sürecinin tavsamasıyla birlikte artık pek kimsenin ilgisini çekmiyor. Biz, bu sevdadan vazgeçtik gibi; onlarsa Türkiye’yi büyük ölçüde mülteci yığınlarının önünde bir tampon ve belki biraz da tatil yöresi olarak tamamen işlevsel bir bakışla değerlendiriyor. Gelgelelim coğrafya da orada duruyor ve şu gerçek değişmiyor: Türkiye, Avrupa kıtasına sadece fiziksel değil, ekonomik ve siyasi olarak da eklemlenmiş büyük bir ülke.
İspanyol milletvekili ve Avrupa Parlamentosu raportörü Nacho Sanchez Amor’un seçim sonrasına ertelenen taslak Türkiye raporu askıdaki bu soruna yaratıcı bir çözüm getirmeye çalışıyor. Raporun ana fikri, uzunca bir süredir donmuş bulunan AB üyelik sürecine bir alternatif getirilmesi.
AB’den çok Türkiye’nin sorunu
Tarafların birbirinden şikayetleri belli…
Ankara, AB’nin kendisine ayrımcılık yaptığını, 60 yıldır üyelik beklediği halde hala tünelin ucunda hala ışık görünmediğini söylüyor. Türkiye, 1963’te Ankara Anlaşması’nı imzalarken Doğu Bloku’nun bir parçası olan ülkeler bile AB’de çeyrek yüzyılını tamamlamaya koşuyor. Biz ise bir türlü güncelleyemediğimiz bir Gümrük Birliği Anlaşması’yla idare ediyoruz. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin sıradan vatandaşları için AB giderek uzaklaşıyor.
Son zamanlarda iyice ayyuka çıkan Schengen vizesi krizi, taraflar arasındaki uyumsuzluğun bizi en çok etkileyen tarafı. Vize müracaatlarında ret oranları yüzde 50’lere ulaşırken, AB yetkililerine göre sorun Türkiye’nin politikalarının bir sonucu. Giderek daha titizleşen değerlendirmelerine gerekçe olarak çok sayıda yabancıya vatandaşlık verilmesini ve Avrupa’ya yönelik göç talebinin artmasını gösteriyorlar. Bunun dışında elbette Türkiye için AB üyelik sürecinin yeni başlıkların açılmaması sebebiyle donmuş bulunması, gümrük birliğinin güncellenmemesi ve özellikle Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıkta Yunanistan’a destek verilmesi söz konusu.
AB’den Türkiye’ye yönelik eleştiriler arasındaysa daha çok son yıllarda yoğunlaşan demokrasi dışı uygulamalar, artan otoriterleşme dikkat çekiyor. Kıbrıs meselesindeki Türkiye’nin tutumu da gündemdeki yerini koruyor.
Aslında özellikle demokrasinin gerilemesine ilişkin şikayetler AB’den çok Türkiye vatandaşları için daha somut bir sorun. Türkiye’yi dışlayarak otoriterleşme sürecine katkıda bulundukları için belki de bizim AB’yi eleştirmemiz daha fazla yerinde olur. Öte yandan Avrupalı bazı ülkelerin durumlarına baktığımızda içeride olmanın da demokratik bir siyasetin garantisi olmadığını söyleyebiliriz.
Hangi perspektif?
Taraflar, tezlerinde ne ölçüde haklı olursa olsun ortada kilitlenmiş bir süreç var. AP raportörü de bu konuya değinerek yaratıcı bir çözüm aranması gerektiğini vurguluyor.
Aslında Nacho Sanchez’in gündeme getirdiği konu yeni değil. Türkiye AB ile müzakerelere başladığı andan itibaren adaylığın gerçekçi bir çözüm olmadığı, ‘imtiyazlı ortaklık‘ gibi içi doldurulmamış bir statünün daha uygun olduğuna dair görüşleri Avrupa içinden duyduk. Sarkozy’nin Fransa cumhurbaşkanı seçilmesiyle daha da yoğun gündeme gelen böylesi tezleri aslında Almanya’nın da alttan alta onayladığını düşünebiliriz. Uzun süre AB içindeki en güçlü destekçimiz İngiltere’nin Brexit’le kendisini dışarıya atmasıyla aslında bunun dışında bir perspektif de kalmamışa benziyor.
Türkiye ise ‘imtiyazlı ortaklık‘ önerisi ilk ortaya atıldığı andan itibaren buna şiddetli bir biçimde karşı çıkarak ‘tam üyeliğin’ hakkı olduğunu, uluslararası anlaşmalarla bu durumun teyit edildiğini savunuyor. İçeride AB üyeliğinin gerçekçi olmadığını söyleyenler olduysa da Dışişleri’nin çizgisi üyelik perspektifinde ısrardı.
Bunun da ötesinde üyelik sürecinin de bizzat AB’ye girmek kadar önemli olduğuna dair yaygın bir kanaat vardı. Ankara, AB perspektifini koruduğu sürece hukuk devleti, demokratikleşme, düzgün işleyen bir piyasa ekonomisi gibi önem verdiği birçok konuda mesafe kat edecekti. Oysa bu görüşün bugün baktığımızda pek doğru çıkmadığı görülüyor. Elbette Ankara’nın AB üyelik perspektifini yitirdiği için geriye düştüğü iddia edilebilir fakat eski duruma dönmek de pek mümkün olmadığına göre bu söylem anlamını yitiriyor. Eğer Türkiye demokratikleşme, düzgün işleyen bir ekonomi için adımlar atacaksa bunu sadece AB perspektifiyle yürütmeye çalışması pek inandırıcı değil.
Muhalefet de çözemezdi
Seçimi muhalefet kazansaydı sürecin canlandırılacağını düşünenler varsa orada da çekincelerim mevcut. Sorun sadece Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanmadığı, Avrupa siyaseti de giderek Ankara’nın bu doğrultudaki beklentilerini karşılamaktan uzaklaştığı için muhalefetin zaferi ‘Gordion düğümü‘nü çözemezdi.
Mülteciler meselesi giderek Avrupalı seçmenin ana gündem maddesine dönüşürken ekonomik durgunluk ve güvenlik sorunlarıyla yabancılara düşmanlığı iyice artan bir kamuoyunu daha fazla genişlemeye ikna etmek güç görünüyor. Almanya gibi nispeten bu eğilime direnen bir ülkede bile AfD’nin hızla tırmanışa geçmesi de bunu teyit ediyor. Türkiye’deki hükümete yakınlığıyla bilinen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın, seçim sonrasında sonuçları bizim mültecilere karşı tampon olmaya devam edeceğimiz gerekçesiyle beğenmesi durumu açıklıyor. Ankara’ya daha yakın görünen siyasiler için bile Türkiye, AB içinde istenmiyor fakat kapılarına yığılan insan kalabalıklarından koruyan bir baraj olarak kıymet görüyor.
Elbette Türkiye’nin değeri sadece mülteci meselesiyle açıklanamaz. Avrupa ekonomilerine entegrasyonun derecesi, Ukrayna’daki savaşla daha da çok ortaya çıkan jeopolitik önemiyle tamamen gözden çıkarılmamız mümkün değil. Türkiye’nin istikrarı AB’nin kendi güvenliği için doğrudan bir etkiye sahip. Bir de buna Macron’un ağzından bir kez daha ifade edilen Avrupa’nın bağımsız bir siyasi aktör olması hayallerini eklersek Ankara’yı tamamen dışlamanın akılcı olmadığını görebiliriz. Savaş sebebiyle Rusya’yla köprüleri bir süreliğine de olsa atmış bir AB’nin Türkiye’ye de sırtını dönmesi çok maliyetli olacaktır.
Yaratıcı çözümler lazım
AP raportörü de bu gerçeklerden yola çıkarak nasıl bir alternatif mekanizma geliştirilebileceğini sorguluyor.
Bir yanıyla İngiltere’nin de artık dışarıda olması ve Ukrayna’nın orta vadede benzer bir duruma geleceğe benzemesi, AB üyesi olmayan ama kıtaya entegre olmuş ülkelere yönelik bir çerçeve hazırlanması ihtiyacını doğuruyor. Burada elbette AB’nin karar alma süreçlerine dahil olmayan ülkelerin onun politikalarıyla eşgüdüm sağlamakta isteksiz olacağı, kendi göbeğini kendi başına keseceği gerçeği de var.
Öte yandan siyaset de mümkün olanı gerçekleştirme sanatı. AB’nin genişleme süreci görünür bir gelecekte sonlandıysa ve fakat taraflar arasında uyum ihtiyacı devam ediyorsa buna yönelik yaratıcı çözümlerin bulunması gerekiyor. AP raportörünün de belirttiği gibi üyelik sürecinin donması AB ile Türkiye arasında potansiyel işbirliği fırsatlarını bloke ediyorsa bu engellerin kaldırılması lazım. Belki de süreç üyeliğin kendisi kadar önemli değil, bilakis kördüğümün bir parçası.
Elbette şu aşamada somut bir çerçeve konmadığı için umutlu olmak için erken. Ankara’nın gümrük birliği, vize gibi somut konulardaki talepleri bile henüz karşılanmayı bekliyor. Türkiye’nin AB’den beklentileriyle içerideki demokratikleşme, siyasi ve ekonomik reform gündemlerini birlikte karşılayabilecek bir mekanizma ortaya konulabilirse önemli bir gelişme olacaktır. Yoksa son 20 senedir olduğu gibi taraflar arasındaki işbirliği potansiyelinin değerlendirilemediği, bizim de düşük yoğunluklu demokrasi ve Türk tipi ekonomi modeline sıkıştığımız kötü bir dengede yolumuza devam edeceğe benziyoruz.