
MURAT SEVİNÇ
Ümit Hassan Hoca’nın güzel anısına…
Buralarda daha makbul tutum dinlemek değil konuşmak, anlatmaya çalışmaktan çok dikte etmek, duymaya çabalamak yerine duyurmak; Murathan Mungan’ın deyişiyle, haklı olmaktan çok haklı çıkmaya çalışmak.
Sade yurttaşın hoş bulduğu her davranış şekli kuşkusuz siyasetçi için de cazip. Nadiren de olsa özeleştiri kırıntılarına, biyografilerde ve süngüsü düşmüşlerle yıllar sonra yapılan söyleşilerde rastlarız. ‘O gün öyle davranmak yanlıştı’ mahcup itirafıyla. İtiraf dedimse büyütmemek gerek, bu cümleyi genellikle bir uyarı takip eder: “Gerçi ben bunu o gün de söyledim…” Bizim tornadan başka türlüsü nadiren çıkıyor.
Halihazırdaki cumhurbaşkanının yeniden aday olup olamayacağı üzerine 2018’de, Erdoğan henüz ikinci kez seçilmemişken bir iki satır yazdım, çünkü daha o günlerde AKP’liler, “Bu ilk seçim sayılır” demeye başlamıştı, işin varacağı yer sır değildi. Geleceği kestirme yeteneğine sahip olmayan herhangi bir amatör köşe yazarının düşündüğünü, yaşamları bu tartışmaların kıyısında geçen siyasetçilerin görmemesi, bugünleri hesap edememesi mümkün mü?
Görüp de ne yapsınlar, diyeceksiniz. Bir hukuka/anayasaya aykırılıkta ısrar, yalnızca hukukun değil siyasetin de can alıcı konusuna dönüşür. Hele ki kural ve kurumlar bütünüyle siyasal hedeflere ulaşmada araç haline getirildiyse konu hukukun teknik alanından çıkarılıp siyasallaştırılmalıdır. Muhalefet bunu yapmadı ve seçime üç ay kala, “Seçime üç ay kaldı, şimdi bunlarla zaman öldüremeyiz” diyor. Oysa üç-dört yıl önce, seçime üç-dört yıl vardı, bakın, ne denli basit hesaplamalar.
Kürsüdaşım Dinçer Demirkent, Duvar’daki yazısında şu mantıklı soruları yöneltmiş: “Muhalefet, müstebit rejimi neden bir irade beyanına zorlamıyor? Bunu zorlayacak araçları, seçime ilişkin ortak bir hukuk geliştirmeyi hedefleyen bir kampanyayı örgütlemiyor da Erdoğan Anayasaya aykırı olsa da aday olsun diyor? Örneğin YSK’ye ilişkin, seçim kurullarının oluşumuna ilişkin güvenceler talep etmiyor da Anayasaya aykırılıkla başlayan bir yarışta ben de koşacağım diyor?” Sizce bunlar da yanıtları basit sorular değil mi?
Bir haftadır yoğun biçimde tartışılan, belli ki TİP’liler ve Demirtaş haricindeki siyasetçilerin ‘büyütmemekten’ yana olduğu adaylık ve Seçim Yasası’ndaki değişikliklerin uygulanıp uygulanamayacağına ilişkin muhalefete, özellikle CHP’ye yönelik eleştirileri grup toplantısında yanıtlayan Kemal Kılıçdaroğlu şöyle demiş:
“Yüksek Seçim Kurulu’yla ilgili söylediğim bir şey tartışılıyor. YSK’ya güvenmediğimi Mısır’daki sağır sultan duydu… YSK’nın hangi olaylarda nasıl karar vereceğini hepimiz biliyoruz. Sanki biz başvuracağız, YSK gelecek, hukuka uygun karar verecek. İradesini saraya ipotek eden adama hâkim mi denir, hâkim denmez. Hâlâ bunu öğrenemediniz mi, hâlâ bunu bilmiyor musunuz?”
Aslında son yazının ardından başka bir şey yazmayı düşünmüyordum. Bir toplum anayasasına sahip çıkarsa anayasası vardır, çıkmazsa yoktur; bizler de toplumun bir üyesiyiz eninde sonunda ve parti-devlet rejiminin askıya aldığı, muhalefetin ise hatırlatanlara sinirlendiği bir anayasa yalnızca ‘meslek erbabı’nın sorunu olmasa gerek. Buna mukabil Kılıçdaroğlu’nun, “Hala bunu öğrenemediniz mi, hala bunu bilmiyor musunuz?” ve kimi CHP’li siyasetçi-akademisyenin, “Hukuksuzlukları yeni mi fark ettiniz?” sorularına canım sıkıldığı için bir kez daha yazmayı istedim.
Anayasaya dikkat çekenlerin ve hukuk dışılığa doğru düzgün tepki gösterilmesini talep edenlerin, hukuksuzlukları yeni fark ettiğini sanmıyorum. Soruyu yöneltenlere ne ifade eder bilemem ancak bu satırların yazarının, tam altı yıldır Türkiye’deki herhangi bir üniversitede çalışması yasak. İşsizliğe, olabilecek en faşizan terminolojiyle ‘sivil ölüm’e mahkûm edilmiş durumda. Ülkedeki hukuksuzlukların farkındayım, farkındayız. Ezcümle, Kılıçdaroğlu’na cevaben, evet ‘Öğreneli çok oldu’ ve evet, ‘Biliyoruz.’
İnsan çok sıkılıyor ama belli ki bazı şeyleri yinelemekte yarar var:
Müesses muhalefetin tutumunu eleştirenler, YSK’nın yapısının, kararlarının, muhtemel tutumunun bilincinde. Eleştirenler, iktidarın anayasa yorumumun YSK tarafından kabul edileceğini biliyor. Eleştirenlerin azımsanmayacak kısmı, türlü hukuksuzlukları iliklerine kadar hisseden insanlar. Eleştirenler, nasıl bir ülkede yaşadığının da farkında.
Buna mukabil diyorum ki 85 yıllık ömrünün tanık olduğum yıllarını ‘Ne derler‘ endişesiyle geçiren güzel anacağımın zihniyetiyle arkasında milyonlarca yurttaş desteği bulunan siyasetçilerin davranışlarına yön veren zihniyet-duygu arasında bir fark olmalı.
Anamuhalefet partisi lideri, bizler gibi, YSK ya da diğer organlara güvenini kaybetmiş olabilir kuşkusuz. Ancak o ve diğer siyasetçiler bu aykırılıkları, güvensizliği ve endişeyi ‘siyasallaştırmak’ zorunda ve ellerinde uygun araçlar, kitle desteği mevcut.
Aklı başında herkes, ‘hukuk dışılığa dikkat çekmek’ ile ‘teslimiyetçilik’ arasındaki ayrımı bilir, kavrar. Açık anayasaya aykırılıkları gündem maddelerinden biri yapmak yerine, “Yapacak bir şey yok” demek, takdir edersiniz ki bir siyaset biçimi değil, teslimiyetçiliktir. Sormazlar mı insana, eğer adalet-hak ve hukuk yalnızca mahkeme salonlarında dağıtılıyorsa ve bizler o salonların kapısındaki ciğerci kedileriysek neden 450 kilometre yol yürüdünüz? Hak ve hukuk o gün karayolu asfaltındaydı da şimdi mi sıkıştı YSK üyelerinin iki dudağının arasına?
Asıl sorun, muhtemel hukuka aykırılıkları baştan kabullenmekte. Levent Köker, Artı Gerçek’teki yazısında diyor ki: “…hukukun gereğinin yapılması yönünde tavır koymayı bir kenara bırakıp, nasıl olsa ‘YSK hep iktidarın istediği gibi karar veriyor’ varsayımıyla hareketsiz kalmak, bütün seçim sürecini baştan hukuksuzluğa teslim etmek gibi anlaşılmaz bir yaklaşımdır. Sonu çok acı ve ağır olabilecek bu yaklaşımı bir ân önce terk etmek, yeri geldiğinde yetkili mercilere kendi kararlarını ve bu kararların anlamını da hatırlatarak hukuka uygunluk çağrısı yapmak, her yurttaşın görevidir. Hukuku iktidar ciddiye almayabilir ama, hukukun dili baskı rejimlerinde muhalefetin diline kolayca tercüme edilebilir.”
Bana kalırsa da mesele, ihlal edilen hukukun dilinin muhalefetin diline tercüme edilmesi, edilebilmesi.
‘Üstelersek mağdur görünürler‘ varsayımı ise iktidarın mağduriyet söyleminin onlar bakımından bir meslek, bir uğraş olduğunu kabullenmemekle ilgili sanırım. Her koşulda mağdur görünmeyi bir siyaset yapma biçimi olarak benimsemiş profesyonel mağdurlardan söz ediyoruz.
Yazının başlığı…
Bugün ana muhalefet ve çevresi hukuka açık aykırılıklar konusunda teslimiyetçi bir yol tutturmuşken, ‘AKP anayasacılığı’nın başladığı 2007 yılında olup biteni bir kez daha hatırlatmak yararlı olabilir.
2007, büyük ölçüde bir parti/siyasal ideolojisi/liderin çıkarları doğrultusunda yapılan anayasa değişikliklerinin başladığı yıl. 2002 anayasa değişikliği daha özel bir durumdu, onu bu kapsamda saymıyorum. 2007’de AYM, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilememesi için anayasayı eğip büktü ve vahim bir karar verdi. Yaptığının hukukcası; TBMM’deki toplantı yetersayısı oylamasını ‘eylemli içtüzük değişikliği’ sayarak Meclis kararını iptal etmekti. Genelkurmay’ın e-muhtıra yayınladığı günlerde.
O günün kimi muhalif akıl daneleri ve ulusalcı CHP yönetimi tarafından (CHP’liler her dönemde hep haklı ve alıngandır!) memnuniyetle karşılanan bu yanlış karar, haklı olarak tepki gösteren AKP ve Erdoğan tarafından büyük bir fırsata, güncel deyişle ‘Allah’ın lütfuna’ dönüştürüldü.
Hiç uzatmayayım, birkaç aylık saçmalığın sonucunda önce erken seçim kararı alındı, AKP oyları beklenmedik biçimde (Tarhan Erdem bekliyordu) yüzde 47’ye çıktı, Abdullah Gül yeni Meclis tarafından cumhurbaşkanı seçildi ve o kararı tepe tepe kullanan iktidar, sağın-siyasal İslamcıların tarihsel hayalini gerçekleştirip gönüllerindeki anayasa değişikliğini yapabildi. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin değişiklik.
Böylece cümle âlem, bir AYM kararının (öncesi ve sonrasında olanlarla) nasıl maharetle siyasallaştırılıp hedefe yönelik kullanılabileceğine tanık oldu. Şimdilerde CHP her ne kadar (büyük ölçüde Kılıçdaroğlu sayesinde) dönüşmüş olsa da o gün o kararı ve zırva uygulamaları alkışlayan kimi CHP’lilerin bugün Kılıçdaroğlu’nun ‘da’ yanı başında ‘demokrasi güzeli’ pozu vermesi ve herhangi bir mahcubiyet emaresi sergilemeyişi ise herhalde buranın Türkiye olmasıyla ilgili.
Daha fazla gevezeliğe gerek yok, ne söyleseniz boşa giden zamanlar oluyor. Muhalefet, umuyor ve inanıyorum ki bu seçimi kazanırsa güncel eleştiriler kitap ve makalelerde birer başlık ya da dipnot olarak yer alır. Buna mukabil, eğer seçim ‘aday olamayacak birileri’ne kaybedilirse bedelini yalnızca ülke ve sade yurttaş ödemeyecek.
Yazı önerileri:
Tanıl Bora’nın, geçen hafta vefat eden hocamız Ümit Hassan hakkındaki, ‘Ümit Hassan-Şaman’ başlıklı yazısı.
Ayşe Çavdar’ın ‘Barış Atay vakası-Aşağıdakilerden hangisi sizin fikriniz değildir?’ başlıklı yazısı. Barış Atay vakası, son zamanların en umut verici ve neşelendirici ‘vakası’ oldu hakikaten.