MURAT SEVİNÇ
Hayli zaman önce açlık grevleri/ölüm oruçları üzerine çalışmıştım. ‘F tipi’ cezaevlerini protestoyla başlayıp adı ‘yaşama dönüş’ olan felaketle sona eren cezaevi eylemleri sonrasında.
Mesleki deformasyonun insana kötülüklerinden biri, olup biten her şeye ‘konu’ penceresinden bakılmasına neden oluşu sanırım. Eylemler ve ölümlerin ardından, grevleri ‘anayasal’ açıdan enine boyuna inceleyen bir makale yazmayı denemiştim. Bu sayede deontolojiyle, ulusal ve uluslararası hekim örgütleri ve onların bildirgeleriyle, hekimlerin kendi içlerindeki tartışmalarla müşerref olmuştum.
Açlık grevcilerinin eylemlerinin siyasal ve hukuksal anlamını kavramak ve tabii özellikle ‘zorla besleme’ yöntemlerinin bir hak ihlali olup olmadığı üzerine kafa yormaktı amacım.
Çalışma boyunca kendimle cebelleşmek zorunda kaldım, önyargılarımı sorguladım, bir kısmı darmadağın olurken, yeni önyargılar edindim! Karman çorman bir süreçti. O aralar babamı kaybetmiştim. Daha önce de sevdiklerimden yitirdiklerim olmuştu ama ilk kez bu denli sevdiğim biri elimden, elimizden kayıp gitmişti. Açlık grevleri konusu yani ‘grevcilerin yaşamı’, o andan itibaren akademik bir çalışmanın çok ötesinde anlam taşıdı.
Bir yanda zorla besleme yöntemlerinin hukuk ve tıbbi etik dışılığını keşfediyor; diğer yandan, ‘Her durumda yaşatmalıyız’ diyen hekimlere içten içe hak veriyordum. Tümüyle insani bir refleksti sanırım. Örneğin kendimi düşündüğümde ‘Hayır, asla zorla beslenmek istemem’ diyebiliyorken, babam aklıma düştüğünde, ‘Mutlaka yaşatılmalı’ ya savruluyordum. Bu iç çelişkilerine, ötanazi (gönüllü ölüm) konusundaki okumalarım da eklenince, kendimle mücadelem giderek daha yorucu hale gelmeye başladı.
Tabii bir de son derece ahlaksızca bulduğum ‘teşvik dokümanları’ oldu okuduğum, ama onlara girmeyi hiç istemiyorum doğrusu. Kendi kahramanlık menkıbelerini başkalarının canı üzerinden yazanların acımasızlıkları.
Sonuçta ne çıktı ortaya? Hayli çalışılmış ve sonunda açık/kesin bir şey söyleyemeyen, bunu başaramayan, başarmak istemeyen, ‘insan iradesine saygı’nın değerini kavrayan, buna mukabil daha ziyade ‘sorular’la yetinen bir makale.
İşin içine insan (özellikle diğerlerinin) yaşamı girdiğinde, kesin yargılara varmanın ne denli güç olduğunu fark ettim.
Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nin hemen çaprazındaki insan hakları anıtı önünde iki kişi aylardır eylem yapıyor. İsimleri, Nuriye ve Semih. KHK ile ihraç edilenlerden. Talepleri, işlerine geri dönmek. Hiç tanışmadım. Ses tonlarını bilmiyorum. Bilebildiğim, haklarında yazılanlardan ibaret. Her gün okuyorum. Ziyaretçileri oluyor. Bir iki satırlık açıklamalar vs.
Yaklaşık iki ay önce açlık grevine başladılar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, başka türlü giderilemeyeceğini düşündükleri bir adaletsizliğe karşı son kozları olan yaşamlarını, sağlıklarını ileri sürdüler. Toplumun ve devletin önüne. Ve beklenebileceği gibi, ‘idare’ geri adım atmadı şu ana dek. Öyle görünüyor.
Son günlerde kilo kayıpları gözle görünür hale geldi. Her felaketi nasıl izliyor ve yaşıyorsak, bunu da öyle izliyoruz.
Gözümüzün önünde, iki genç insan, eriyor. Ya vazgeçecekler ya yaşamlarını kaybedecekler. Ya da o berbat hastalığa yakalanacaklar belli bir eşik aşılınca.
Her şey gözümüzün önünde oluyor.
Vazgeçirilmeliler. Bu arada, TBMM’de gündeme gelecek ve belki hükümetten birileri ile de görüşülecektir. Yanılmayı çok istemekle birlikte kişisel olarak bu girişimlerden bir umudum yok. Kaç KHK’li yaşamına son verdi, kim aldırıyor! Açlık grevini bırakmak, adaletsizlikle mücadeleyi bırakmak anlamına gelmez. Yöntem bu olmamalı.
Öne sürülen yaşamlar, asıl muhataba bir şey ifade etmiyor ne yazık ki. Bu satırları yazmaya başlamadan hemen önce, Silopi’de bir eve giren panzerin uyuyan iki çocuğu ezip öldürdüğü haberini okudum! İnsan yaşamının bir ‘uyarı’ ya da ‘hak arama’ aracı olarak öne sürülmesi, yaşamın değerli olduğu topraklarda karşılık bulabilir. Türkiye gibi memleketlerde değil.
Burada, Türkiye’de, o yaşamlara kayıtsız kalmayacak olanlar, zaten olup bitenin müsebbibi değil, mağduru konumundakiler.
Bir değil, iki değil, on binlerce insanın karşı karşıya kaldığı bir adaletsizlik, söz konusu olan. Aldığımız nefes, iki gencecik insanın yaşamı, KHK’lerle kaybettirilen işlerden daha kıymetli.
İkna edilmeliler. Daha önce de yapıldığı gibi, ciddiye alacakları her kim varsa harekete geçmeli, görüşmeli, konuşmalı. Hiç kimsenin onurunu kırmayacak çözümler bulunmalı, bulunabilir.
İki insan, gözümüzün önünde eriyor. Başkentin göbeğinde. Başka yollar olmalı şu yaşamda. Herkes ama herkes, sanatçısı, siyasetçisi, akademisyeni, bir şeyler yapmalı artık. Mutlaka yapmalı.
Hiç tanışmadığımız gencecik evlatlar, eş dost ve kardeşler; hiç tanışmadığımız diğerlerinin avuçlarından böyle kayıp gitmemeli. Hepimizin gözü önünde, her birimizin gözlerinin içine baka baka…