İHSAN DAĞI
Seçimi kim kazanırsa kazansın özgürlüklerimizin ve haklarımızın güvence altında olduğu bir ülke mümkün mü?
Mümkün, ama henüz orada değiliz. Seçimlerin sonuçları sadece ‘kimin yöneteceği’ni belirlemiyor bu ülkede; hayatımızı, duygularımızı, ilişkilerimizi, geleceğimizi de şekillendiriyor.
Bırakın seçimleri, genelde siyasetin bile hayatımızı bu kadar etkilemesi normal bir durum değil. Kamusal güç karşısında birey olarak varlığımızın, özgürlüğümüzün ne kadar zayıf ve korunaksız olduğunun da bir işareti bu. Ama işte, memleket bu…
Sorunun kaynağı belli; seçimle de gelse, gelen kendini ülkenin ve de toplumun ‘mutlak hakimi’ sanıyor; kendinden olmayanların ve itaat etmeyenlerin de hakları olabileceğini düşünmüyor. Dahası bir gün kendisinin de yeniden azınlık olabileceği aklına gelmiyor. Dolayısıyla her seçim her kesim için bir ‘varlık-yokluk’ mücadelesine dönüşüyor. Bunun adı demokrasi olamaz, olsa olsa ‘seçimle rövanş alma rejimi’ olabilir.
Özgürlüğümüz, hakkımız, hukukumuz seçimi kimin kazandığına bağlı olamaz. İktidarda kim olursa, seçimi kim kazanırsa kazansın özgürlüklerimizin güvence altında olduğundan emin olmamız gerek. Aksi durum, her seçimi ‘varoluşsal bir anksiyete krizi’ne dönüştürüyor.
Son engel…
Yine böyle bir seçim yaşıyoruz; ya AK Parti iktidarının kurduğu otoriter rejim kurumsallaşacak ya da bundan sonra herkesin hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak post-otoriter bir restorasyon dönemi başlayacak.
7 Haziran seçimleri bizi bu iki istikametten birine yönlendirecek. Yani, otoriterleşme kıskacından çıkış hala mümkün. Bunun eşsiz aracı da seçimler.
Seçim sürecinde de eşitlik, şeffaflık, adil yarış ilkelerini zedeleyen birçok uygulama var şüphesiz. Profesör Turgut Tarhanlı bunları Hürriyet’teki röportajında açık seçik izah etmiş.
Ancak bu haliyle bile otoriter rejimin ‘kurumsallaşması’ ve ‘kalıcılaşması’ önünde hala son bir engel var: 7 Haziran seçimleri… Bundan sonraki seçimler, iktidardakilerin her defasında yüzde 90’larla kazandığı Azerbeycan, Kazakistan vs. seçimlerinden farklı olmayacak ‘yeni Türkiye’de de.
Ama hala ‘post-otoriter bir Türkiye’ mümkün.
Böylesine otoriter bir dönemin ardından bir restorasyon süreci başlayabilir. Avrupa’da otoriter rejimlerin sona ermesiyle demokratikleşme, reform ve dünyayla entegrasyon süreçlerinin ivme kazandığını ve bu süreçle demokrasilerin derinleşip refahın yaygınlaştığını hatırlayalım.
Örneğin, Albaylar Cuntası’nın ardından Yunanistan’da demokrasi konsolide edildi; yeni bir anayasa yapıldı, ülke AB’ye yedi yıl içinde tam üye oldu, ulusal gelir hızla yükseldi, demokrasi kurumsallaştı…
Franco’nun ardından İspanya yeni bir anayasayla toplumsal uzlaşmayı siyasetin üzerine giydirdi. Hızla AB’yle entegrasyonunu tamamladı ve AB üyesi oldu.
Salazar’ın Portekiz’i de benzer bir post-otoriter restorasyon dönemi yaşadı.
En son Doğu Avrupa ülkeleri otoriter rejimlerin çöküşünün ardından refah, özgürlük ve demokrasi inşa edici köklü ve kapsamlı bir reformasyon döneminden geçti.
Türkiye’de de demokrasiyi derinleştirecek, hukuk devleti nosyonunu yerleştirecek, özgürlükleri güçlendirecek benzer bir restorasyon dönemi mümkün. Böyle bir dönem iç barışı inşa etmekle kalmayacak; AB sürecini canlandıracak, Türkiye’yi ‘orta gelir tuzağı’ndan çıkaracak yabancı sermaye girişini hızlandıracak ve Ortadoğu’daki maceralardan uzaklaştıracaktır.
Son yıllarda yaşadığımız otoriter tecrübenin ardından toplumsal barışın ve uzlaşının inşası, nefret dilinden uzaklaşılması, kimliklere saygı, dinin siyasette istismarına son verilmesi gibi konularda çok hızlı, adeta ‘devrimsel’ mesafeler almak mümkün.
Özgürlükçü ve laik mutabakat
Kısaca, otoriterlik tehlikesini geride bırakan bir Türkiye demokrasi, hukuk ve özgürlükler alanında bir restorasyon dönemine doğru evrilebilir. Son dönemde yaşananlardan çıkarılan derslerle ‘özgürlükçü ve laik büyük mutabakat’a ulaşılabilir. Çok farklı kimliklerden, düşüncelerden, sosyal sınıflardan gelen insanların sınırlı ve ideolojisi olmayan bir devlette bireylerin ve kimliklerin özgürlüğü üzerinde uzlaşabilmeleri hayal değil.
Ne otoriter laikliğin ne de otoriter muhafazakârlığın çözüm olmadığı anlaşıldıysa eğer özgürlükçü, demokratik ve laik bir toplumsal uzlaşı uzak değil.
Bütün bunların önşartı, önümüzdeki pazar günü otoriterleşmeyi durduracak bir seçim sonucunun çıkması. Bu da CHP ve MHP’nin mevcut durumlarını muhafaza ederken HDP’nin barajı aşmasını gerektiriyor. Aksi halde, son yıllarda inşa ettikleri rejimlerini kurumsallaştırmaya çalışacak otoriter güçlerle bunlara direnen demokratik güçlerin sert mücadelesi ülkeyi bir kaosa sürükleyecek.
Kararı Türkiye verecek; otokrasi ve kaos mu, demokratik ve özgürlükçü restorasyon mu?