MURAT SEVİNÇ
Bugün iki kitaptan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı okuyup da o kitapların birinden, Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener’in kaleme aldığı roman ‘Arafta Düet’ten (Dipnot) haberdar olmayan, hatta okumayan olduğunu zannetmiyorum. Diğeri, çok değerli bir avukatın, Fethiye Çetin’in ‘Zulamdaki Şiir – Parça Parça Anılar’ (İletişim) başlıklı kitabı.
Önce ‘Arafta Düet’i okudum ve hakkında bir şeyler yazmak istedim. Ancak, bir edebiyat eseri üzerine yazmak kolay değil, başka bir birikim, dil ve yetenek gerektiriyor. Daha önce denemelerim olduysa da çok memnun kalmadım. ‘Arafta Düet’, üzerine düşünürken Fethiye Çetin’i okumaya başladım ve garip bir biçimde, bir roman ile bir anı kitabının neredeyse birbirini tamamlar şekilde yazıldığını düşündüm. Romanın anlattığı karakterler, Fethiye Çetin’in 12 Eylül işkence anılarında yer alıyor gibiydi. Adaletsizliklerin kesiştirdiği yaşamların hikâyelerinde, romanda ve gerçek yaşamda.
‘Arafta Düet’, büyük ölçüde rastlantıların ürünü. 1980 darbesinin gadrine uğramışlardan Yiğit Bener, çevirmen ve yazar. Yaşam, onu 1980 öncesinde öngörmediği bir yere götürmüş gibi. Bir gün, Demirtaş’ın avukatları aracılığıyla cezaevine kitaplar göndermiş, böylece tanışmışlar, aralıklarla mektuplaşmışlar ve bir gün Demirtaş, birlikte bir roman yazmayı önermiş. Biri içeride, diğeri dışarıda. Bu durum bile başlı başına tuhaf ve heyecan verici. Sonunda, son derece hoş bir roman çıkmış ortaya. Ana karakterler Ayvaz ve Sinan, onların çevresinde başkaca isimler. Birinin anlattığını, diğerinin sözleri tamamlıyor ve hangi karakteri kimin yazdığı, sır. Gerçi iki yazarın yazı diline hâkim olanlar tahmin edebilir, ancak öyle bir dil-üslup uyumu var ki, ayırt etmek o kadar kolay değil. Hem Yiğit Bener bir söyleşisinde, ‘belki de birbirlerinin karakterlerine katkı yapmış’ olabileceklerini çıtlatmış. Olmayacak bir işi oldurmuş iki yetkin yazar ve ömürleri boyunca birbirleriyle karşılaşmamış iki insan, bir hikâyeyi birlikte örmüş.
Konu, hesaplaşma, eleştiri, özeleştiri… İşkenceye bulaşmış bir emekli asker ile işkenceden geçmiş bir hukukçunun, onun solcu çevresinin karşılaşmaları, zorunlu birliktelikleri, hesap soruşları ve birbirlerinin ‘kanaatleriyle’ temas etmeleri. Kendinizi bir Sinan’ın bir Ayvaz’ın yerine koyuyorsunuz son sayfaya kadar ve aslında taraf olmanıza karşın, ara sıra olmadık ve pek hoşunuza gitmeyen kafa karşılıklığı da yaşıyorsunuz.
Daha önce Fethiye Çetin’in, Hrant Dink davası ‘sürecini’ anlatan ‘Utanç Duyuyorum’ başlıklı kitabı hakkındaki düşüncelerimi yazmıştım. Avukatlık mesleğinin yüz aklarından Fethiye Çetin. Şimdi, sevdiklerinin teşviklerin sonunda kendi 12 Eylül deneyimini anlatmaya karar vermiş, çok da iyi yapmış.
Acımasızlık tarihin her devrinde, farklı amaçlar doğrultusunda ve farklı terminolojiyle vardı var olmasına, buna mukabil, insanın insana yapabildiğini, yapılacağın bir ölçüsünün olmadığını fark etmek, her seferinde ve her seferinde, beni aynı biçimde etkiliyor. Örneğin bu satırları yazarken, zamanında soykırıma uğramış bir halkın yaşadığı ülkenin faşist yönetimi, Gazze’de en ağır insanlık suçlarını işliyor ve bu kez, hiç olmadığı kadar göz önünde yapıyor bunu, dünyanın gözü önünde. Her coğrafyada birileri diğerlerine işkence yapmakla meşgul, dünyanın 20. yüzyıldaki onca acı deneyimine rağmen ve tüm kazanımları yok sayarak.
İnsan hakkı ihlallerini derecelendirmek pek doğru bir yaklaşım olmasa da, ruhsal ve bedensel işkencenin en ağır ihlallerinden biri olduğunu kabul etmek güç değil. 12 Eylül faşizmi on binlerce insanı işkence tezgahından geçirdi; ölenler, idam edilenler… Fethiye Çetin işkence görenlerden biri, bir partili. Çetin, gözaltı ve tutukluluktan sonra yaşadıklarını, kitabın başlığındaki gibi ‘parça parça’ anlatıyor. ‘Arafta Düet’in kahramanı emekli asker ve muadillerinin, kapalı kapılar ardında, gençlere yaptığını. Sürekli dayak, sürekli küfür, bitip tükenmez bir küçük düşürme çabası, pislikten geçilmeyen tabutluk ve hücrelerde bir parça sabundan mahrum geçirilen haftalar. Farklı fraksiyonlara mensup tutukluların ortak karar verme gerekliliği, çabası ve bunun bazen o koşullarda dahi başarılamaması. En dikkat çekici durumlardan biri, faşizmin işkence yöntemlerindeki yaratıcılığı bir yana, yordam değişikliklerinin, birlikteliği sarsmayı ve birilerini diğerine karşı zor durumda bırakmayı hedeflemesi. Örneğin, toplu dayaktan vazgeçip, koğuştan birinin alınıp dövülmesi, gibi. Çünkü, işkenceciler ne yaparlarsa yapsın, oradakilerin ortak direnciyle ve dayanışmayla kolay baş edilemeyeceğini biliyor. Ne türküleri ne her koşulda başvurulan mizahı, ne en ağır zamanda beliriveren diğerkamlığı, hayal ettikleri ölçüde engelleyebiliyorlar.
Fethiye Çetin’in, insanlık dışı koşullarda keşfettiği insancıl davranışları hatırlama ve sunma biçimi çarpıcı. Başlarına dikilen bir kadın polisin, ne yapıp edip bir duvar çatlağına onun için bir parça sabun bırakması gibi. Bir yüzbaşının, durup dururken odasına çağırtıp ‘çay’ ikram etmesi, gibi. Gördüğü iyilikleri, şaşırtıcı sürprizleri unutmamış Çetin. ‘Çay’dan sonra şunları düşünmüş ki, bu satırların tüm kitaba nüfuz etmiş bir duyguyu yansıttığı kanısındayım:
“Kendimle, önyargılarımla, kibrimle yüzleştim sonra. Sistemi, her ayrıntısıyla biliyormuş gibi yapma kibrinden bu insanlar sayesinde kurtuldum. Yapılmak isteneni her ayrıntısıyla anlamaya başladım. 12 Eylül faşizmi, bütün otoriter rejimler gibi iki konuma itmeye çalışıyor toplumu; ya bizdensin ya ötekisin, daha doğrusu düşmansın. Ya beyazsın ya da siyah yani. Gri alanı, iyi tanıklığı yok etme girişimi bu. Toplumu birbirine düşman iki zıt kutba bölme çabası. Ama ne kadar çabalasalar da tam anlamıyla başaramıyor, gri alanı, iyi tanıklığı yok edemiyorlar. Dışarıda iyi tanıklık varsa, hücrede, işkence altında olsan da umut vardır, bunu anlıyorsun. Umudun çoğalıyor.”
Bu kitabı okuyup da insana dair umut beslememek mümkün değil. Fakat, bu da bir tercih eninde sonunda, o her durumda insan kalabilmeyi başaranların yanında, işkenceciler de var işte. İşkenceyi yapıp evine giden, eş ve çocuklarıyla yemek yiyen, hafta sonu planı yapan, pazartesi işe dönüp işkenceye devam eden, sıradan insanlar, görevliler.
Bir de dışarıdakiler var… çoluk çocuğunu, eşini bekleyenler, görmeye çalışanlar. Onların, ‘dışarıda’ çektiği eziyet.
Günü gelince çıkıyor Fethiye Çetin, sonrası bambaşka bir macera… Onun sözüyle bitsin:
“… sen o bildik dışarıyı kaybettiğini dehşetle fark ediyorsun ve bu büyük kaybının yasını tutuyorsun, biriktirdiğin göz yaşlarını salıyorsun, bu kayıplarla yaşamak zorundasın artık, anlıyorsun… İnat ediyorsun, şimdi güneşin yeniden doğduğunu akıldan çıkarmayarak bu yası tutmalı, yeniden başlamalı diyorsun, devam ediyorsun.”
Farklı kategoride iki kitap. Yüzleşmeye davet ediyorlar. Gerekli ve hiç kolay değil.