ECE PİROĞLU
ecepiroglu@diken.com.tr
@EcePIROGLU
Dijital yayın platformu Gain’in 29 Eylül’de yayına giren yeni dizisi ‘Cezailer’, psikiyatr Mert Güngel’in bilim tarihinin en ilginç deneylerinden biri olarak nitelenen ‘Rosenhan Deneyi’ni tekrarlamak için akıl hastanesine yatışını anlatıyor. Başrol oyuncusu Yiğit Özşener’le diziyi ve ‘normal‘ kavramını konuştuk.

Başrollerini Yiğit Özşener, Rıza Kocaoğlu, Şerif Erol, Hayal Köseoğlu ve Ushan Çakır gibi isimlerin paylaştığı dizi, seyirciyi kleptomani, şizofreni, Alzheimer ve manik depresyon hastaları ile dolu bir klinikte cezai ehliyeti olmayanların yer aldığı koğuşa konuk ederek ‘normal’ kavramının sınırlarını sorgulatıyor.
Dizide psikiyatr Mert Güngel’e hayat veren Özşener, rolüne hazırlık sürecinde akıl hastanesine gittiğini ve oradaki hastaları gördüğünü anlatıyor. Özşener’le role hazırlık sürecini ve ‘normal‘ kavramını konuştuk.
Projeye dahil oluşunuz ve role hazırlık sürecinizden bahseder misiniz?
Bir oyuncu olarak uzun zamandır komedi türünde bir iş yapmak istiyordum ama itiraf etmek gerekirse içime sinen bir projeyle karşılaşmadım. Bu tür işlerde beni en çok yoran şey karakterlerin normal bir insanın yapmayacağı abartılı hareketler ve hatalar yapması, senaryonun sadece bunlar üzerinden ilerlemesi. Tabi bir de saçma sapan yanlış anlamalarla geçen koskoca bölümler oluyor ki, ne yalan söyleyeyim bunlar bana hiç keyif vermiyor. O nedenle bana komedi türünde bir senaryo okutmak istediklerini duyunca biraz önyargılı yaklaştım.
Ama senaryoyu okuduğumda, bu saydıklarımın hiçbirinin olmaması baya şaşırttı beni. Birilerinin kara mizah yapmaya cesaret etmesi çok hoşuma gitti. Çok ilginç bir fikir, temiz ve odağını kaybetmeyen bir senaryo, ters köşe bir son. Üstelik oyunculara normal ve anormal gibi ikiliklerin irdelemesi için geniş bir oyun alanı açıyordu. Son yıllarda beni bu kadar heyecanlandıran bir senaryo okumamıştım. O nedenle hemen ‘bu çok farklı bir iş olacak ve ne olursa olsun ben bu işin içinde olacağım’ dedim. Benim adıma hazırlık süreci de çok zahmetli geçmedi, çünkü ne istediğini gerçekten çok iyi bilen bir senarist ve yönetmen vardı karşımda.

Mert Güngel’i oynamak size nasıl hissettirdi, bir şeyler kattı mı?
Senaryo karakterle ilgili bir istikamet belirlese de her rolü bir yolculuk olarak tanımlamak mümkün. Oyuncu hikayenin her aşamasında karakterini keşfeder, biriktirir, seçer, ayıklar, birleştirir, düzenler. Hiçbir ana karakter hikayeyi başladığı noktada bitiremez, onu belirli bir tutarlılık içinde büyütmek oyuncunun sorumluluğundadır. Ancak sanılanın aksine, oyuncu canlandırdığı karakterle herhangi bir bağ kurmaz. Canlandırdığı karakteri bedeninde misafir edebilmek için kendini tamamen soyutlar. Sabah sete gittiğinizde adeta bir kostüm gibi rolünü giyersiniz, paydos denildiğinde çıkarır kenara koyarsınız. O nedenle bugüne kadar olduğu gibi bu rol de bana bir şey katmadı.
‘Toplumsal olarak delirmeye çok yakınız’
Hemen hemen hepimiz belli dönemlerde ‘deliriyorum galiba’ diye düşünürüz. Sizin böyle düşündüğünüz, delirmekten korktuğunuz anlar oldu mu?
Kişisel olarak kendimi bu şekilde sorduladığım bir dönem olmadı. Ama toplumsal olarak ‘delirmeye’ çok yakın olduğumuz bir zaman dilimindeyiz. Gözümüzün içine baka baka hırsızlık, haksızlık, adaletsizlik, vicdansızlık yapılıyor ve biz kaynayan suyun içindeki kurbağa gibi hareket etmeden öylece duruyoruz. Kaynar suya atarsan kurbağayı, sıçrar ve kaçar. Ama normal ısıdaki suya atarsan kalır. Suyu hafifçe ısıtırsan da hoşuna gider. Suyu daha fazla ısırtırsan, haşlanması ihtimaline rağmen, sesi çıkmaz çünkü kurbağa yavaş uyaranlara tepki vermeye alışkın değildir. Sadece ani değişikliklere tepki verir. Bir şey olmuyor, sanki her şeye rağmen hayatta kalmanın bir yolunu bulduğumuz zannediyoruz ama iş işten geçtikten sonra fark edeceğiz yaşananların psikolojik olarak da üzerimizde bıraktığı hasarı.
Sizin için ‘normal’ nedir? Toplumun normlarının dışında kaldığınız ‘normal’ hissetmediğiniz zamanlar oldu mu ?
Normali bir tanım içine sıkıştırmak doğru gelmiyor bana. Cezailer’in çıkış noktası olan Rosenhan deneyi özünde ‘Normalin tanımını yapan insanlar ne kadar normal?’ diye soruyor. Ben kimim ki normalin tanımını yapıp insanları normal ve anormal diye ayrıştırayım diye düşünmeli insan. Çünkü her şey böyle başlıyor. Normalin tanımını yapmaya yeltendiğinizde insanları biz ve onlar diye etiketlemiş oluyorsunuz. Bir kere ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımı yapmak nefret söylemlerine, temel hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik eylemlere ve nefret suçlarına kadar giden karanlık bir girdap. Toplumun normları dediğiniz şey başkalarına düşmanca tavır sergilemek için uydurulmuş mazeretlerden başka bir şey değil.

Akıl hastanesine ziyaret…
Psikolojik destek almak pek çok kişi için bir tabu hala. Siz bu konuda rahat mısınız?
Hazırlık sürecinde Prof. Dr. Timuçin Oral ile çalıştık, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne ziyarette bulunduk. Psikolojik rahatsızlığı olan hastalar çok ağır semptomlarla mücadele etmek zorunda kalıyor. Bunu zaten biliyordum, ancak hazırlık sürecindeki görüşmelerimizde bu hastaların maruz kaldığı toplumsal damgalanmayla yüzleştik. Toplumun, psikiyatrik hastalığı olan bireyin sosyal olarak kabul edilemez olduğuna ilişkin önyargısının; bu hastaların ne kadar yalnız, dışlanmış ve potansiyellerini gerçekleştiremeden yaşamalarına neden olduğunu gördük. Üstelik damgalanmış hastalar bu önyargıları içselleştirerek kendileri hakkında olumsuz duygular geliştiriyor ve tedavilerini daha da zorlaştırıyor. Ruhsal hastalıklar üzerindeki bu damgalamanın hastaların, ailelerinin yaşamları üzerinde de önemli etkileri oluyor. Oysa ruhsal hastalığı olan birisine yapılan bu ayrımcılık onun temel insan haklarını ihlal etmek. Umarım bu proje vesileyle, bu konudaki toplumsal farkındalığı artıracak şeyler yapma imkanımız olur.
Cezailer’i cesur bir proje olarak nitelendiriyorsunuz. Neden cesur?
Çekimler sırasında, ortaya ne çıkacağına dair en ufak bir fikrim yoktu. Sadece yenilikçi bir reji dili olduğunun farkındaydım. Bu öngörülemezlik benim asla tahammül edemeyeceğim bir şey olmasına rağmen; şaşırtıcı bir şekilde rahattım. Bunun tek bir nedeni vardı. Senaristimiz Ayberk ve yönetmenimiz Muratcan’ın ne istediğini o kadar net biliyorlardı ki; tüm detaylara çok hakimdiler ve hepimizi müthiş yönlendiriyorlardı. Aslında Most Yapım ve Gain’in bu projeyle yaptığı şeyi, David Rosenhan’ın yaptığı deneye benzetiyorum. Nasıl ki Rosenhan kendi mesleğine olan inancı sorgulamaktan çekinmiyor, onlarda da benzer cesareti görüyorum. Çünkü bizim sektörümüzde yapılan işleri sorgulamak, beğenilen işlerin vasatlığıyla yüzleşmek ve var olanın ötesine geçmeye çabalamak gerçekten cesaret istiyor. İzleyici ne izliyor, ne istiyor, ne seviyor diye yapılan işlerin iş adamları açısından bir mantığı olsa da, yaratıcı endüstriler için zavallıca bir tarafı var. Cezailer’in hak ettiği ilgiyi görmesini çok istiyorum, çünkü genç ve cesur yaratıcıların, yeni denemelerin önünü açacak potansiyelini görebiliyorum.
‘Dizileri eğlence aracı olarak görmek doğru değil’
Yeni ve farklı bir iş Cezailer… Rolü kabul ederken tıp dünyasından eleştiri alabileceğinizi düşünüp kaygı duydunuz mu?
Hayır, oyunculuk içinde bu söz ettiğiniz kaygıları barındırmaz. Senaryo danışmanımız Prof. Dr. Timuçin Oral’ın izledikten sonra söyle bir yorumu oldu: ‘Bu iş oyunculuk dersi olarak okutulmalı.’ Bence projeyi en iyi anlatan cümle bu; gerçeğe benzemiyor ama bu kaygıyı taşımadığı için de izleme keyfi vadediyor demek. Hatta psikolojik sorunları olan insanlarla ilgili algıyı hafifletecek bir duygusallık içeriyor. Bence oyuncular olarak esas kaygı duymamız gereken; kadının metalaştırıldığı, tacizin hatta tecavüzün normalleştirildiği, şiddetin meşrulaştırıldığı, toksik ilişkilerin eğlence unsuruna dönüştürüldüğü projelerin bir parçası olmak. Yaşadığımız ülkenin okur yazarlık oranı ve eğitim kalitesi bu kadar düşükken, toplumda eşitsizlik ve adaletsizlik bu seviyedeyken, kadına ve hayvana şiddet bu kadar yaygınken, özellikle televizyon dizilerini sadece bir eğlence aracı olarak görmenin doğru olmadığına inanıyorum. Oyuncular, yönetmenler, senaristler, yapımcılar olarak sorumluluğumuzun bundan fazla olduğunu düşünüyorum.