IŞIN ELİCİN
@IsinElicin
Ogan Güner’in işgal altındaki İstanbul ve sakinlerini tasavvur ettiği ilk romanı Hercümerç’i çok sevmiştim; Mütareke Dönemi olarak bildiğimiz 1918-1922 yıllarının ilk altı ayında geçen sürükleyici bir hikâyenin içinde, toplumsal belleğimizden koparılıp alınmış, unutulmuş, yok sayılan bir geçmiş ve insanlar mozaiğiyle tanıştırmıştı beni. Hele Asude karakteri yok mu? Bugünün hâkim tarih anlatısında eksik bırakılmış geçmişten bir parçamı bulmuş gibi hissetmiştim romanı okurken.
Ogan Güner’in ilkinden beş yıl sonra yayımlanan ikinci romanı Ramak’ı da çok sevdim. Yine bir kent (Urba) ve sakinlerini tasavvur ediyor yazar ama bu kez hikâye takvime tarihlenmeden anlatılıyor. Bana gelecekte geçiyor ve bugünde yaşayan geleceği anlatıyormuş gibi geldi. Sordum Ogan Güner’e, “Hercümerç geçmişteydi, Ramak gelecekte mi geçiyor?” diye:
“Hercümerç sanki geçmişte geçen bir roman gibiydi ama ben aslında onu hiçbir zaman tarihî bir kurgu olarak düşünmedim. Oradaki İstanbul da kurgusal bir İstanbul. Gerçek İstanbul değil. Bugünde, dünde ya da yarında var olabilir. Bu romandaki de öyle. Urba bugün de var olabilir. Geçmişte ya da gelecekte olmaktan ziyade olasılığı var olan, var olması olası bir kent yaratmaya çalıştım.”

Urba uluslararası ticaret adına ‘sakinlerine iş ve refah sunmak için’ yoktan var edilmiş bir kent olarak karşımıza çıkıyor romanda. 80 yıl boyunca ‘İsviçre saati gibi kusursuz tıkırdayan bir mekanizma’ olagelmiş. Ama etrafını çevreleyen üç ülke birbiriyle savaşa tutuşunca kısa zamanda gözden düşüyor ve sakinlerinin çoğu ya geldikleri yerlere ya da ‘istikbali parlak başka şehirlere’ göçerken Urba ‘telaşla terk edilen binalar, eşyalar, sokağa bırakılan hayvanlarla hayalet bir şehir örtüsüne’ bürünüyor.
Yine karşılaştırmalı bir soru soruyorum: Her iki romanda da şehir, karakterlerin hikayelerine eşlik etmenin ötesinde kendi hikayesi olan bir karakter gibi. Her iki roman da söz konusu şehirlerin değiştiği, öncesine göre nizamının bozulduğu yenisinin de henüz oluşmadığı, belki de ‘çöküş’ olarak adlandırabileceğimiz dönemlerde geçiyor. Neden?
“Belki bu soruyu yanıtlarken biraz kişisel yazma tecrübeme girmek lazım” diyor Ogan Güner. “Ramak’ı yazarken kendime sordum ‘Ben neyi yazıyorum’ diye. İkinci romanı yazarken dönüp bir muhasebe yapıyorsun. Neyi yazmayı seviyorum? Ya da ne beni çekiyor diye. Şehir ya da kurduğum evren bir dekordan çok hikâyenin asıl karakteri benim için. Nihayetinde okur için bir hikâyeden arta kalan en iyi ihtimalle atmosferin tadıdır. O yüzden o atmosferi yaratmak ve okurun o evrenden bir tat çıkarabilmesini sağlamak önemli. Hercümerç’in İstanbul’u gibi Urba da hayali bir kent. Elbette bir sürü yere benzetilebilir ama hiçbiri ve hepsi. Yarattığım şehir ya da evren benim hikayemin merkezine oturuyor. Bütün karakterler de o evrenin içinde var oluyor. İlgimi çeken ise o evrenin karanlık tarafları. Çöküş yükselişten daha çok ilgimi çekiyor. Çünkü çöküşün içinde hikâye anlatmak için daha fazla olasılık var.”
Peki Urba’nın içinde var olan karakterler –‘unutulmuş bir şehrin fırsatlarına ve cazibesine’ kapılıp gelenler ve kalıp da çöküşüne eşlik edenler- kimler?
“Çöküşün de yükseliş gibi bir cazibesi var. Urba’yı kafamda canlandırırken kimler böyle bir şehre gelir ya da kimler orayı terk etmez sorularını sordum. Orada kaosun, denetimsizliğin yarattığı bir cazibe var. Saklanmak isteyenler, ucubeler, denetim mekanizmaları ortadan kalktığında bunun rantını sürmek isteyenler… Orayı ‘yaratıklarla’ doldurmak istedim. Çünkü baktığın zaman her bir birey kendi içinde bir mutant biyolojik olarak. Bunları biraz abartırsam nereye doğru gidebilir? Biyolojideki canlı çeşitliliğine baktığımızda hepimizde bir takım mutasyon adı verilen farklılıklar var. Bunlar belki bizi gündelik hayatta görünürde farklı yapmıyor ama biraz abarttığın zaman ortaya gözle görülür mutantlar çıkmaya başlıyor. Ramak’taki karakterlerden bazıları gözle görülür bir şekilde deforme. Biyoloji evrenindeki çeşitliliğin içinde deforme dediğimiz ya da bir takım ekstra melekelerle donatılmış yaratıklar ortaya çıkıyor. İşte bu yaratıkların içine girdiği bir hikayeydi beni çeken. Temelde bir hikâye anlatmak istedim; Urba denen hayali ama mümkün bir şehre doluşan ucubeler arasında geçen bir hikâye.”
Ramak’ta da, Hercümerç’teki Asude gibi, hikayesiyle beni tamamlayan bir kadın karakter buluyorum: Shiloh (Şaylo diye okunuyor). Ramak’ın en güçlü anlatısı da bence, savaşın istatistiklere geçmeyen kayıplarına dair, Shiloh’yu sonsuza dek değiştiren, onu bir yaratığa dönüştüren deneyiminin anlatıldığı ‘2500 Adım’ adlı bölüm. Tarihsel referansından bihaber Shiloh’u soruyorum: “Shiloh ABD’nin güneyinde kırsal bir yer. Amerikan İç Savaşı’nda Shiloh Muharebesi’nin geçtiği yer. Karakter de adını oradan alıyor. Hepi topu 24 saat içinde böyle 30 bin kişinin öldüğü çok kanlı bir muharebe.”
Eisenstein’ın üstüste bindirme tekniğini anımsatır şekilde geçmiş savaşları da gelmekte olanları da savaşın kıyısındaki Urba’nın şimdiki zamanında sırtlanmış karakterlerle yoğrulmuş bir roman Ramak. Yazarına bu kez de savaşı soruyorum. “Savaş” diyor Ogan Güner, “Hep gözümüzü kapattığımız bir şey. Olmayacak, başımıza gelmeyecek gibi. Hani bir dehşetle karşılaştığımızda gözümüzü kapatır ve bunun bizi koruyacağını sanırız ya. Evrimsel, kadim zamanlardan gelen bir refleks hareket, bir tepki bu. O dehşet hiç gerçekleşmeyecekmiş hissini ve güveni sağlamak için kapatırız gözümüzü. Fakat gerçekleşecekse eğer gerçekleşir, gözünüzü kapatmak işe yaramaz. Ramak’taki işte o gözümüzü kapattığımız anda geçen bir hikâye. Gözümüzü açtığımız zaman mahşer olabilir ortalık. Onun hemen öncesi.”
Romanda İkinci Dünya Savaşı’na atıflı bir bölümden bir alıntı yapıyorum bu yanıtın akabinde: “Vahşetle göz göze gelmek en iyisi. Kanı reddetmek nafile. Savaş bittiğinde bizim için ahlak bitmişti zaten. Savaşın bize gösterdiği tek şey buydu”. Ogan Güner’den bu pasajı açmasını istiyorum:

“Savaş dediğimiz şey -fiziki savaşın dışında, geniş anlamıyla hayal ediyorum- ahlakın tedavülden kalktığı bir şey. Öldürmenin ahlakı olmaz çünkü. Yok etmenin ahlakı yoktur. Onu aramak da beyhude. Genelde savaştan sonra kazananlarla kaybedenler arasında ahlaki bir karşıtlık yaratıyoruz çünkü bu vahşetin yaşanmış olmasını rasyonalize etmek zorundayız. Fakat savaşın içinden geçenlerin, savaş görmüş nesillerin herhalde ilk deneyimlediği şey ahlakın nasıl ortadan kalktığıdır. Savaşın ilk günü kaybedilir ahlak.”
Urba biraz da o ilk günün hemen öncesindeki sıfır noktası mı acaba?
“Sıfır noktası, tam olarak evet, sıfır noktası.”
Ogan Güner ile söyleşimizin sonunda sözü yine Shiloh’ya getiriyorum. Tıpkı Asude gibi hikayesi hâkim tarih anlatılarında eksik bırakılan, görmezden gelinen bir kadın Shiloh. Urba’daki bugününde hem geçmişi hem geleceğiyle ilham veriyor. Onu neden çok sevdiğimi anlamama ve anlatmama yazarı da yardım etsin istiyorum. “Nemesis* karakteri o” diyor Ogan Güner, “Son ana kadar kendini fazla göstermeyen ama nihayetinde bütün hikâyenin nemesis’ini üstlenen bir karakter. Shiloh’daki nemesis’i çok sevdim ben…”
Ramak’ı benim gibi tek bir karaktere yoğunlaşarak ya da Ender Helvacıoğlu gibi romanın atmosferi** iliklerinize işlemiş halde “Yoksa hepimiz Urba’nın ‘sakinleriyiz’ de haberimiz mi yok?” diye sora sora okumak da mümkün. Her hâlükârda türlü tatlar çıkaracağınız derinlikli bir evren yaratmış Ogan Güner.
* Adil, öfkeli, yakıp yıkıcı intikam
** Ogan Güner ile söyleşimizde Hercümerç’i ‘geçmiş bugündür‘, Ramak’ı da ‘gelecek bugündür‘ düşüncesiyle okuduğumu söylediğimde, Walter Benjamin’in zaman ve tarih anlayışına referans vermiş olması tesadüf olmasa gerek. Zira Ramak’ın atmosferinden bende kalan tat Walter Benjamin’in Pasajlar başlıklı yapıtında anlattığı kurgu yöntemini çağrıştırıyor: “Bu projenin yöntemi edebi montaj. Bir şey söylemem gerekmiyor. Yalnızca göstermeliyim. Ne parlak üslup oyunlarına başvuracağım, ne de hazineden herhangi bir şey çalacağım. Yalnızca artıklar, yalnızca çöp; ki onları da tarif etmeyip yalnızca sergileyeceğim.”