
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Kimi sözler vardır ki ilk söylendiğinde ilginç, hatta çığır açıcı olabilir, ama zamanla bağlamından kopar, içi boşalır, önce klişeye, sonra geyiğe dönüşür. Simon Kuper’in, ‘Football against the Enemy‘ kitabının Türkçe ismi ‘Futbol Asla Yalnızca Futbol Değildir‘ cümlesi de bunlardan biri. Yanlış anlaşılmasın, futbolun siyasi ve toplumsal değerine atıf yapan bu cümle, doğruluğundan bir şey yitirmiş değil. Ancak, özellikle ülkemizdeki kullanımında, bu sözün bağlamı futbolun toplumsal dinamiklerle ilişkisine dair yapılmış analizden çıkmış, sanki futbola atfedilen birtakım metafiziksel özelliklere bağlanmış gibi görünüyor. Hatta o kadar ki tarafgirliğin irrasyonelliğini meşrulaştırmak için bu söze başvurulduğuna sıklıkla rastlıyoruz.
Kuper’in sözü, belki sporun toplumsal tarafını geniş bir kitleye sunması ve futbola 1990’larda başlayan entelektüel ilgisinin başını çekmesi bakımından önemli. Türkiye’de de bu sözden ve genel olarak Kuper’in kitabından ilham alarak sporun saha dışı tarafını merak eden çok insan var. Bu tabii ki kötü bir şey değil, bu anlamda Kuper’e de epeyce şey borçluyuz. Diğer taraftan Kuper’in sözünün ilk defa düşünülmüş, çok orijinal bir fikri temsil ettiğini söylemek mümkün değil.
1970’lerde yazılan iki makale; Pierre Bourdieu’nün ‘Nasıl sportif olunur?‘ ve Ian Taylor’ın ‘Futbol delisi’ makaleleri, sporun toplumsal temellerini yıllar önce detayıyla ortaya koymuştu zaten. Ki aynı dönemde Norbert Elias ve Eric Dunning, önemli sosyologlar da spor üzerine çalışıyordu. Lâkin onların ürettikleri, akademik bir çevreyle sınırlı kaldı; Kuper’in ulaşabildiği kitleye nadiren ulaşabildiler. Bugün Richard Giulianotti gibi efsane bir spor sosyoloğunun yazdıkları dahi İngilizce dışındaki dillerde pek yayınlanmış değil mesela.
Türkiye’deki yayınevlerinin de bu konudaki daha akademik eserlerin yayınlanmasına son derece mesafeli olduğunun notunu düşeyim. Örneğin, benden spor-toplum ilişkisini anlatan eser önerileri isteyen epeyce büyük bir yayınevi, sonradan benim listeyi tamamen pas geçip kolay okunur birtakım futbol güzellemeleri basmıştı. Oysa bir Giulianotti ya da Alan Bairner okumak, ufukları çok daha fazla açabilirdi.
Dediğim gibi futbolun sadece futbol olmaması, yani siyasal-toplumsal-kültürel hayatla ilişkisi, futbolun başka hiçbir sporda olmayan, büyülü, metafizik karakterinden kaynaklanmıyor. Futbol, Britanya’nın dünyanın yarısına hükmettiği bir dönemde çıkmamış olsaydı bugün çim hokeyiyle aynı popülerliğe sahip de olabilirdi. Kaldı ki dünyada futbolun birinci spor olmadığı pek çok ülke var. Futbolun sahip olduğu toplumsal ilişkilere, ABD’de Amerikan futbolu, Kanada’da buz hokeyi, Hindistan’da kriket sahip mesela. Dolayısıyla her popüler spor dalının, toplumla benzer kuvvette ve şekilde ilişkiler kurduğunu anlamak gerekir.
Bugünlerde, aslında bunun önemli bir örneğini Türkiye’de yaşıyoruz. Türkiye kadın voleybol milli takımı, Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda aldığı beşinciliğin ardından, Avrupa Şampiyonası’nda yarı finale yükseldi. Üstelik bunu kadınların en çok baskı gördüğü, adeta kıyıma uğradığı, İstanbul Sözleşmesi gibi yasal güvencelerinin zorla elinden alındığı bir dönemde yaptı. Dün takımın Polonya’yla yaptığı maç, Türkiye’nin pek çok seküler mahallesinde toplu hâlde izlendi. Görünümüyle, duruşuyla bu takımın siyasal ve toplumsal bir değer taşımadığını söylemek imkansız. O hâlde voleybol da sadece voleybol değil. Ama bunu böyle slogan gibi söylemek yetmez, irdelemek de lazım gelir.
Türkiye, toplumsal yapı itibarıyla siyasetin gündelik yaşam pratikleriyle iç içe geçtiği bir ülke. Ülkemiz kurulduğundan beri, halkın siyasete katılımı pek istenen bir şey olmadı, onun yerine çok katı bir delegasyon demokrasisi yaratıldı; yani halkın seçimden seçime oy verdiği ve gerisine karıştırılmadığı bir yapı. Halkın siyasi partilerde, sendikalarda ve diğer sivil toplum örgütlerinde yapamadığı siyaset, günlük yaşam pratikleriyle ima edilegeldi. Dolayısıyla, Türkiye’de ne yediğiniz, ne içtiğiniz, ne giydiğiniz ve tabii hangi kültürel pratiklerle ilgilendiğiniz çok ciddi bir siyasi altmetne sahip, buna elbette spor dahil.
İçinde bulunduğumuz otokratik ara rejimde, parti-devlet yönetimi kendisine muhalefet etmeyi kriminalize ettikçe ve kurumsal muhalefet beceriksizlik-pısırıklık-işbirlikçilik üçgeni içinde üstüne düşenleri yapamadıkça demokratik ifade kanalları tamamen tıkanan toplum, kendini siyasal alanda iyice günlük yaşam pratikleri üzerinden ifade etmeye başladı. Oy vermeye futbol takımlarının formasını giyerek giden ve bu yolla siyasi ifade arayan insanların olduğu bir ülkedeyiz.
Bu bağlamda, Türkiye kadın milli voleybol takımı, istese de istemese de önemli bir siyasi değer taşımaya başladı. Altı kadının, istediği gibi giyinip büyük bir özgüvenle önemli işlere imza atması, mevcut koşullarda ister istemez muhalif bir değer taşıyor. Bunun dışında, rejimin şeytanlaştırdığı seküler yaşam tarzının yaşandığı yerlerin, aynı zamanda voleybolcuların pek çoğunun yetiştiği yerler olması, ülkenin bazı yerlerinde, bazı kesimlerin, takımı diğerlerinden ve diğer milli takımları sahiplendiğinden daha çok sahiplenmesini beraberinde getiriyor; aynı şekilde takımı diğer tarafın saldırısına açık hâle koyuyor.
Onun haricinde, mevcut takımın kimyası da kendilerine atfedilen değeri – yine pratikler üzerinden – kuvvetlendiriyor. Ülkenin iyice ve zorla muhafazakarlaştırıldığı bir ortamda bir kadın voleybol takımının zirve yapması zaten başlı başına siyasal değere sahip bir pratikken takımın kendisine yönelen saldırılarla baş etme biçimi bu değerin altının çizilmesini beraberinde getiriyor.
Takım, kendisine kıyafetleri üzerinden yapılan saldırıları görmezden gelmeye alışık, ancak en son İslamcı troller tarafından homofobik saldırıya uğrayan takımın genç yıldızı Ebrar Karakurt’a, başta Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en iyi kaptanlarından Eda Erdem olmak üzere tüm takımın sahip çıkması ve federasyon dahil bütün voleybol camiasını sahip çıkmaya zorlaması, bizim ülkemizde pek görülmemiş bir dik durma örneği. Neticede ana muhalefet partisinin naftalin kokulu sözcüsü Devletperver Faik Paşa’nın, şeriatçılardan aferin alma uğruna, LGBT+ meselesinde iki Boğaziçili genci hedef gösterip tutuklanmasına çanak tuttuğu bir ülkede yaşıyoruz. Toplumsal muhalefetin, kurumsal muhalefetten göremediği dirayeti (ve ayrıca beceriyi), voleybol takımından görmesi, ülkede demokrasinin ne boyda tıkandığının da göstergesi tabii…
Diğer taraftan, Türkiye’deki spor ortamıyla ilgili söylenebilecek şeylerden belki ilki, sporun demokratikleşmemiş olduğu. Demokratikleşme derken kastettiğimiz, sporun toplumun tüm katmanlarına ulaşmış, herkesçe erişilebilir bir pratiğe dönüşmüş olması. Bu bazı ülkelerde kültürelken (mesela Kanada’da buz hokeyi), bazı ülkelerde devlet politikasıyla sağlanmış (Sovyetler’de artistik buz pateni). Bizim ülkemizde demokratikleşmiş bir spor dalından söz etmek pek mümkün değil, daha ziyade tabakalaşmadan bahsetmek gerekiyor. Farklı spor dallarının, farklı coğrafi bölgelerde, farklı sosyal sınıflar tarafından icra edildiğini görüyoruz.
Bu bize, Türkiye’de spor yapma konusunda ekonomik ve kültürel sermayenin belirleyici bir faktör olduğunu gösteriyor (Pierre Bourdieu’nün ‘Ayrım‘ isimli eseri kültürel faaliyetler-ekonomik/kültürel sermaye ilişkisi konusunda başat kaynaktır, öneririm). Bu konuda Türkiye’de yapılmış araştırmalar sınırlı ama yok değil. Mesela, ülkemizdeki futbolcuların son yıllarda neden hep gecekondu mahallelerinden çıktığı, üniversite mezunu futbolcu sayısındaki azalma, orta sınıf ve üst orta sınıf mahallelerde tenis, basketbol ve voleybola güreşten daha çok değer verilmesi gibi meseleler, Türkiye’nin aslında spor sosyolojisi açısından bir maden olduğunu gösteriyor.
Voleybol da federasyonun ‘Biz voleybol ülkesiyiz’ sloganına rağmen Türkiye’de demokratikleşememiş spor dallarından biri, özellikle de kadınlarda. Mesela bugün Türkiye Kadınlar Voleybol Ligi’nde 14 takımın 10’u İstanbul ya da Ankara’dan. En doğudaki takım ise Aksaray’dan (erkeklerde Şırnak ve Bingöl’den takımlar var).
Oyuncuların özgeçmişlerine baktığımızda da benzer bir durum görüyoruz. Milli takım kadrosunda Tarsuslu Tuğba Şenoğlu dışında Ankara’nın doğusunda doğmuş oyuncu yok. İşin ilginci, bu dengesizliğin sorun teşkil ettiğini ilk görenlerden biri milli takımın İtalyan hocası Giovanni Guidetti oldu. Eşi ve milli takımın eski oyuncusu Bahar Toksoy’la Bitlis’e, Elazığ’a giden Guidetti, orada pek çok kız çocuğunu ilk kez voleybolla tanıştırdı. Türkiye’ye dışarıdan gelen birinin görebildiği ve düzeltmeye çalıştığı bir problemi, biz niye göremedik, bunun da sorgulanması önemli.
Bunun dışında sınıfsal olarak da orta sınıf ve üstünün, ayrıca sporcu çocuklarının ciddi bir görünürlüğü var voleybolda. Ancak bu böyle olmak zorunda değil; Ebrar Karakurt olayında beklenmedik şekilde düzgün duran federasyonun, voleybol kültürünü alt sosyal katmanlara ve dezavantajlı bölgelere yaymak gibi bir görevi var.
Bugün, Türkiye kadın voleybol milli takımının üzerinde önemli bir sorumluluk var. Bunun sportif başarı kısmını büyük bir ustalıkla yükleniyorlar. Ama bunun dışında daha yaşanabilir bir Türkiye yaratma konusunda da isteseler de istemeseler de onların gözünün içine bakan bir toplum var. Her ne kadar geldikleri yer açısından ülkenin bir yarısını temsil ediyor gibi görünseler de ülkenin öbür yarısının sevgisini kazanma gücüne sahipler, hele ki sporda milli gururun her şeyin üstünde tutulduğu bir ortamda.
Giovanni Guidetti ve Bahar Toksoy gibi iki rol modeli ve Pelin Çelik gibi harika bir kılavuzları var, kendileri de bunu yapacak kapasitedeler ve aslında yapıyorlar da. Mesela, alık müritlerin sırtından para kazanmak dışında kime ne faydası olduğu flu birtakım meczubun saldırdığı Ebrar Karakurt’un, SosyalBen Vakfı’yla işbirliği yaparak yoksul mahallelerdeki okullarda kız voleybol takımları oluşturan bir akademi kurduğunu, bu akademide profesyonel antrenörler tarafından eğitilen gönüllü gençlerin voleybol öğrettiğini biliyor muydunuz?
Türkiye kadın voleybol takımı, saha içinde ve dışında yaptıklarıyla bize daha iyi bir ülkemizin olabileceğini gösteriyor. Düzgün yapılandırılmış bir sistem içinde, işini iyi niyetle ve elinden gelen en iyi şekilde yapan, kendine güvenli, başkalarıyla dayanışma gösteren, kapsayıcı bir insan grubuyla karşılaşmak, Türkiye’de çok alıştığımız bir şey değil. Belki henüz o slogandaki gibi bir voleybol ülkesi değiliz ama bir gün voleybol takımımız gibi bir ülkemiz olmasını düşleyebiliriz.