
MURAT SEVİNÇ
“Şimdi ideolojilerimizi bir yana bırakalım,” ile başlayan, yazıları, konuşmaları, önerileri dinleyemiyorum, okuyamıyorum. Herhalde ‘oy verilen parti’ ile ‘ideolojiyi’ aynı şey sanmaktan kaynaklanıyor bu durum. Bir insanın her eyleminin, düşüncesinin, tercihinin, tepkisinin ‘ideolojik’ olduğunu, başka türlüsünün mümkün olmadığını kavramak gerekiyor.
Diyelim, ‘ideoloji‘ sözcüğüne en uzak düşmüş görünen ‘vicdan’ sözcüğünü dahi ideolojiden ayrı düşünmek mümkün mü? Vicdan, oluşan, bir ömür yoğrulan, beslenen, zenginleşen ve yoksullaşan, bazen çürüyen bir hamur değil mi? Çocuğa tecavüz edenin, işkenceyi teşvik edenin, kadın öldürenin, kendisi gibi düşünmeyen birilerinin yıllarca cezaevinde çürütülmesinden zevk alanın vicdanı, vicdan değil mi?
Nüfus, ‘insanlar’ toplamı. Yurttaş, bir ülkeye hukuksal ilişkilerle bağlı olan ‘insana’ uygun görülmüş sıfat. Toplum, ‘insanlardan’ oluşur. O insan, doğumundan ölümüne dek toplumsal/siyasal ilişkiler içinde biçimlenir. Olup biteni anlama çabasına, söz konusu ilişkilerden bağışık bir ‘insan doğası’ ile başlanılması çoklukla ırkçı ve ayrımcı yerlere sürükler.
Devletler toplumlarıyla türlü biçimlerde ilişki kurar. Siyasal sistemin demokratik olup olmaması, o ilişkileri kuran, belirleyen, siyasal işlev gören her kurumun, düşüncenin, kültürün, inanışların niteliğiyle ilgili. Bu karmaşık ağın nasıl örüldüğü, ülkelerin demokrasi çıtasındaki yerini belirler. Devlet adı verilen örgütlenme, icat edildiği günden bugüne ‘iş bölümünden’ kaynaklanan sınıf ayrımına, o ayrım, hâkim konumdaki sınıfın egemenliğine dayandı.
14-15. yüzyıllardan bugüne hâkimiyet kuranın adı burjuvazi. Burjuvazi yüzyıllardır ‘diğerleriyle’ mücadele ediyor. Son büyük mücadelesini, çok genç olan işçi sınıfına karşı verdi, veriyor. Klasik hak ve özgürlüklere dayanan demokrasi de, o hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran faşizm de aynı sınıfın mamulü.
Keşif macerasında sayısız yol ve yöntem denedi burjuvazi. Dara düştüğünde, kapitalizmi sürdürebilmek için saldırganlaşmakta, medeniyet götürmekte, (!) bölüp parçalamakta ve düşmanlaştırmakta bir an olsun tereddüt etmedi. Muhtelif ‘ideolojik aygıtlara’ başvurdu. Sonunda Bilişim Devrimi’yle nesnel temelini yitirdi, nefesi tükendi; buna mukabil kendisinin vazgeçilmez olduğuna ‘iman’ etmiş bir kitle yaratmayı da başardı.
Batı demokrasilerinden farklı biçimde, burjuvazisi ve kapitalizmi kendine özgü koşullarda gelişen Türkiye’nin şimdiki haline bakalım…
Hâlihazırda, ‘sosyalizan eşitliği’ saçma bir hayal gören ve bu düşünceyle/idealle dalga geçen, buna mukabil toplumsal gelirin çok büyük oranının bir avuç insanın elinde toplanmasını ‘olağan’ karşılayıp milyonlarca yurttaşın açlık sınırında yaşamasını yalnızca teknik bir sorun gibi kavrayan bir kitle var. Kapitalizmin büyük başarısı olan ‘kapitalizme iman etmişlere’ göre, on binlerce insanın, üretim araçlarını elinde tutan (olağanüstü zeki ve çalışkan oldukları için herhalde!) azınlık için çalışmalarından daha doğal bir şey yok. Yeter ki asgari ücret biraz daha yüksek olsun!
18-19. yüzyılın, zamanı için anlamlı olan ‘serbestlik’ kalıplarını 21. yüzyılda tekrarlayıp her devir için geçerli mutlak doğrular gibi anlatmakta sakınca görmüyorlar. ‘Korona salgınından sonra dünya aynı olmayacak/olmamalı’, varsayımı dahi can sıkıcı görünüyor kapitalizmin iman etmişlerine. “Salgın yoksulları çok daha olumsuz etkiledi” dediğinizde, “Ama bak özel sektör ne güzel maske üretti,” yanıtını veriyorlar! Yüzyıllar önce burjuvazinin mücadele ettiği ruhban sınıfı ve feodal beylerin kollayıcılarından farkları yok.
Görünen o ki kapitalizm son barutunu ‘neo-liberal’ ekonomik-siyasal düzen için kullandı. Dehşet verici gelir uçurumu, böyle giderse dünyanın sonunu getireceğe benzeyen iklim krizi ve son olarak tüm ulusal sınırları anlamsız hale getiren salgın, o barutu da tüketmişe benziyor.
Yüzlerce yıl ‘inşa edilen’ bir sistem hayatta kalmak için her şeyi deneyecek tabii. ‘Satacak’ yeni bir şeyler, umutlar bulmak zorunda. Buna mukabil görünen o ki artık hüküm sürmek için bolca ‘şiddete’ ihtiyacı var müesses dünya nizamının. Sonu olan bir şiddet bu kuşkusuz. “Ya eşitlikçi ve doğaya saygılı bir toplumsal düzen, ya barbarlık” varsayımı hiç boş bir söz değil.
Neoliberalizmin dönüştürdüğü devlet, buyurduğu toplumları da dönüştürmek zorundaydı kuşkusuz. Başa dönelim: İnsansız devlet olmayacağına göre!
Dönüşümü sayısız yolla gerçekleştirdi kapitalizm. Dünyadaki sembol isimleri Reagan-Thatcher (ve tabii Gorbaçov) Türkiye’de ise büyük sermaye tarafından canhıraş desteklenen 12 Eylül darbesi ile Turgut Özal oldu. 12 Eylül darbesi ve hâlâ büyük ölçüde yürürlükte olan 12 Eylül hukuku, bugün lise-üniversite çağındaki gençlerin anne-babalarının yaşamına biçim verdi. Her rejim gibi 12 Eylül rejimi de, kalıcı olabilmek için bir insan-toplum tipine gereksinim duyuyordu, bunu büyük ölçüde sağladı.
İnsan, halk, toplum gibi olguların anlaşılmasında, diğer her şeyde olduğu gibi tek tipleştirmenin yararı yok. Hele ki Türkiye gibi son derece karmaşık bir ülkede. “Eskiden insanımız şöyleydi, şimdi böyle oldu,” benzeri her ifade, her genelleme, dönüp dolaşıp ‘çeşitlilik’ gerçeğine ve ‘tarihe’ çarpıyor. Ancak 12 Eylül kapitalizminin omuzlarında yükseldiği göreli yeni bir yurttaş tipinin var olduğu da açık. Tabii, nüfusun artışı, köyden kente göçün yoğunlaşması, her konuda dünyaya ayak uydurma çabasının türlü çilesi, kentleşme sorunları vs. gibi çok etmen var yeni yurttaşın kökeninde.
Devleti son 18 yıldır aynı iktidar yönetiyor. İktidara geldikleri gün doğan bebekler şimdi üniversite çağında. AKP iktidarı şu ana dek tam bir ‘kuşak’ sürdü. 12 Eylül’ün ve neoliberalizmin ideal insanı, neredeyse çeyrek yüzyılı siyasal İslamcıların idaresinde geçirdi. İktidarın son 10 yılında aşamalı biçimde; önce küçümseyerek, ardından açıkça aşağılayarak ve son olarak askıya alarak anayasa fiilen uygulanmaz hale getirildi. 10 yıla yayılan bu sürecin sonunda idare, artık âli çıkarlarına aykırı gördüğü açık normları da dikkate almaz halde. Sonuç, kırk yıldır ideolojik bombardımana maruz kalmış yurttaşın, asgari ‘hukuk’ ve ‘adalet’ duygusunu dahi yitirmesi…
Hâlihazırdaki ortalama yurttaş; yeni rejimin, yeni hükümet sisteminin gereksinim duyduğu ve onsuz yapamayacağı insan artık. Temel hukuk kurallarını dahi pek umursamayan, daha doğrusu ‘umursanması gerektiğini düşünmeyen’ biri. “Acaba idare AYM kararını uygulayacak mı” sorusunu batı dillerinden birine çevirirseniz, hiç kimse ne söylemeye çalıştığınızı anlamayacaktır!
Komşusunun ne yaşadığıyla pek ilgilenmeyen, ‘toplumsal sorumluluk’ denildiğinde boş ya da alaycı gözlerle bakan, gemisini kurtaran kaptan. Ne içinde yaşadığı topluma, ne de çok korktuğu yönetime güven duyuyor. Öyle 10-20 değil, binlerce çocuğa tecavüz edilse, binlerce kadın öldürülse de gündem olamıyor bu insanın tipinin yaşamında. ‘İsraf’ haberlerine pek aldırmıyor, çünkü fırsatını bulduğunda ‘israf’ etmekten bir an olsun çekinmeyecek.
Bu nedenle, aklı başında bir yerde yönetimi bir günde değiştirecek türlü skandallar, istifalara neden olması gereken rezaletler Türkiye’de artık neredeyse espri konusu. Sağlıklı bir insanın aklını yitirmesine yol açacak gelişmeler karşısında memlekette yaprak kıpırdamıyor. Vahameti yalnızca idarenin ‘şu anki’ niteliğiyle açıklamanın yetersiz kaldığını, o idarenin sırtını yasladığı insan-toplum kumaşı üzerine de çokça düşünmemiz gerektiğini tekrar tekrar hatırlatan somut olgular bunlar.
Türkiye, salgını, beklendiği gibi aynı geminin çoğumuzun görmediği kamaralarında seyahat eden sermayedarın çıkarları doğrultusunda yönetti, yönetiyor. Bunu, muhalif kamuoyunun ‘ciddiye alınma’ isteğine/hayaline hitap eden, ancak hükümet sistemi nedeniyle herhangi bir kararı kendi inisiyatifiyle alma şansı olmayan bir ‘Bakan’ aracılığıyla yaptı.
Doğrusu uzun süre sonra ilk kez, muhalif yurttaşa hakaret etmeden cümle kurabilen bir idareciyle karşılaşmak çok insana iyi gelmişti; ama bir yere kadar! Aylar sonra gelinen yerde, Bakan’ın haklı uyarıları da doğal olarak tepkiyle karşılanmaya başlandı. Ahali, ‘bu tip’ rejimlerde ‘farklı tip’ bir idarecinin ‘var olmayacağı’ gerçeğiyle yüzleşiyor, bir kez daha!
Yönetim, çoğu anayasadaki temel haklar rejimine aykırı olan, ancak anayasa artık muhalefete tarafından da pek umursanmadığı için rahatlıkla hayata geçirilebilen ‘genelgelerle,’ muhtelif yasaklar koyuyor aylardır. Evde kal, biraz çık, tam çıkma, şimdi çık ama uzaklaşma, şu saatte çık şu saatte gir, bir gün çık sonra çıkma, tamam çık ama rahat olma, uçaklar serbest ama pek uçma, eğence yerleri açık ama fazla gitme, git ama çok eğlenme…
Herkesin gördüğü, şu ‘plajda eğlence’ videosu yazdırıyor okuduğunuz satırları. İşin lümpenlik yanı, daha ziyade lümpeni ve çevresindeki halkaları ilgilendirir kuşkusuz. Ancak lümpenlerin toplumsal sonucu olan davranışları, cümlemizi! Tabii yalnızca o görüntüler de değil. Yaşamımızı her bakımdan katlanılmaz hale getiren kalabalık bir yurttaş grubu mevcut. Henüz bir yasa dışılıkları olmadıysa, fırsatını bulamadıklarından. Tek bir partiye indirgenemeyecek bir sorundan söz ediyorum. Kaldırıma paralel park edilerek benim yürümemi engelleyen araçların birinin arka camında tuğra, diğerinin Mustafa Kemal imzası var. Beni ilgilendiren ise arka camında ne olduğu değil, düzgün park edip etmemesi.
Dolmuşta küfrediyor, mütemadiyen kavga çıkarıyor, trafikte tehditler savuruyor, komşusunun başına dert oluyor, gece vakti korna çalıp cümle alemi uyandırıyor, virüse ‘inanmıyor,’ inandığı her neyse onu herkese dayatmak için baskı yapıyor, insanların çektiği çileyi bir gün olsun umursamıyor, adaletsizliği dert etmiyor, torpil-kayırma arıyor, piknik alanına çöpünü bırakıyor, ağaçların arasına izmaritini atıyor ve tabii, her tür iktidar karşısında iki büklüm oluyor! Eşitlikçi ve haklarının farkında olan ‘yurttaş’ değil, daha çok tüketebilsin diye yüceltilmiş ‘kof’ birey.
İlk günden bu güne, doğal olarak sermaye yanlısı tavrını sürdüren iktidarın durumu malum, yeni rejimin niteliği hakkında tekrara gerek yok sanırım. Mesele şu ki, yönetimlerin ‘böyle’ yönetebilmesi için gerekli atmosferi yaratılmasına katkı sunan yurttaş kesimlerinin de kayrılmaması gerektiği kanısındayım. Halkçılık, bezdiren ve diğerlerinin hakkına tecavüz ederek yaşayan sorumsuzlara, türü tükenen bitki muamelesi yapmak olmasa gerek. İnsanoğluna, hukuki ve ahlaki sorumluluklarını hatırlatmak da aynı idealin gereklerinden.
Toplumsal sorumluluk duygusu taşımayan, akademisyen Necmi Erdoğan’ın zamanında yazdığı gibi (mealen) ‘toplumdan çok, suç ortaklarını andıran bir kalabalığın’ mensubu konumundaki yurttaş tipinin tohumu, sona ermeyen ’12 Eylül rejimi’ tarafından toprağa bırakıldı, yaklaşık yarım yüzyılda özene bezene yetiştirildi. Şimdi semeresiyle yüz yüzeyiz.
Olan, her zamanki gibi, bir toplum içinde yaşadığının farkında olup kurallara uyanlara, çevresini düşünenlere, sorumluluk sahiplerine, ilk günden itibaren evde kalma şansı olmayan yoksul kesimlere, gözümüzün önünde arsızca ve utanmazca fabrikalara kapatılabilenlere, aylardır insan üstü çaba harcayan sağlık çalışanlarına oluyor…
Öneri: Herkesin salgınla ilgili bilgi aldığı mecralar var mutlaka. Fırsatınız olursa sabahları Açık Radyo dinlemenizi öneririm. Özellikle, hekim Selim Badur Hoca’nın gün gün bilgilendirdiği, ‘Selim Badur’la Korona Günleri’ programını. Bilmeyenler için bağlantıyı bırakıyorum. Ömer Madra ve değerli eşi Meral Mutlu’ya (Madra) çok geçmiş olsun.