ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
@zeynepguvenunlu
Bugünlerde Netflix Türkiye’de en çok izlenenlerde liste başı olan ‘Inventing Anna’ya ben de kayıtsız kalamadım. Bir bölüm, bir bölüm daha diye diye, dokuz bölümlük diziyi bir günde bitirdim. Ondan birkaç gün önce de, yine Netflix’te gösterilen ‘Tinder Avcısı’na da takılıp kalmıştım.
İlki, kendini zengin bir Alman’ın varisi olarak tanıtan ve koca koca bankaları, burnundan kıl aldırmayan sanat camiasını, anlı şanlı sosyeteyi 275 bin dolar (yaklaşık 4 milyon lira) dolandıran Anna Delvey’nin hikayesini anlatan dizi. Anna hikayesini uydurduğu gibi ismini de uydurmuş. Asıl adı Anna Sorokin, babası da kamyon şoförü.

Tinder Avcısı, partner bulma uygulamalarının en meşhuru Tinder’da tanıştığı kadınlara borç takan, birinden aldığı parayı öbürüne harcayan, üç beş sevgiliyi aynı anda idare ederek Avrupa’da fink atan Simon Leviev’in belgeseli. O da adını değiştirmiş; aslında Shimon Hayut adında bir İsrailli.
Hikayelerini detaylarıyla anlatmayayım -hepsi bir tık uzakta, kısaca ‘Anlatılmaz, izlenir’ diyeyim.
Beni kandıramazdı!
Doğruya doğru, ne Anna’ya kanardım, ne de Simon’a diye düşündüm izlerken. Herkes böyle düşünür. Mağdurları naif, şaşkın, hatta aptal bulur. Nitekim, özellikle Tinder avcısının kurbanları, hikayeleri yerel gazetelere anlattıktan sonra çok laf işitmişler. ‘Sevgiye aç zavallı kadınlar’ diye yaftalanmışlar. Hem mağdur hem hatalı olmak insanın canını daha da acıtır. Neyse ki destekleyen de çok olmuş. Hatta Simon’a kaptırdıkları paralar yüzünden biriken banka borçlarını online bağış kampanyaları sayesinde kapatmışlar.

Anna (Sorokin) Delvey’nin kurbanları ağırlıkla büyük bankaların yöneticileri, sosyetik kadınlar maddi anlamda mağdur olmadılar ama henüz 30’una bile gelmemiş genç bir kadının yalanlarına inandıkları için utandılar.
Beni hayrete düşüren ise kandırılanların aptallığından çok dolandırıcıların cesareti, hatta cüreti oluyor. Bu tempoya, bu strese kalpleri nasıl dayanıyor, diye düşünüyorum. Foyalarının meydana çıkma ihtimaliyle baş etme cesaretini nasıl buluyorlar? Renk vermeden oyuna devam etmeyi nasıl beceriyorlar?
Kurbana acıkmak mı, sahtekara hayran olmak mı?
Bu duygu bir tür hayranlık da barındırıyor aslında. O cesaret izleyeni etkiliyor, “Vay bu ne ahlaksızlık” dedirttiği gibi “Vay bu ne çelik gibi irade” diye de düşündürüyor. İşte dolandırıcılık hikayelerindeki sorun tam da buradan kaynaklanıyor. İzleyici kurbanın yaşadığı çaresizlikten çok dolandırıcının pırıltısına odaklandığında ortaya izlemesi keyifli ama ahlaken tartışmalı işler çıkıyor.

Platformlar birbirinden ilginç dolandırıcılık filmleri, dizileri ve belgeselleriyle dolu. Kendini MI5 ajanı olarak tanıtıp çok sayıdaki kurbanını 1 milyon avro (15 milyon lira) dolandıran ve yıllar boyu yakalanamayan sahtekar ‘Kukla Ustası’. Lüks seyahat vaadinin çadır tatiline dönüşmesinin hikayesi ‘Fyre Festivali’. Eskilere gidersek, Amerikalı ressam Walter Keane ve karısı Margaret Keane’in mahkemede biten güç mücadelesi ‘Büyük Gözler’.
Ama çok konuşulmasa da son dönemin en ilginç dolandırıcılık hikayelerinden biri blutv’de gösteriliyor. ‘The Inventor / Mucit’, birkaç yıl öncesine kadar ‘yeni Steve Jobs’ diye tanıtılan Elizabeth Holmes’ın hikayesi. Bugün Wikipedia biyografisi ‘Amerikalı girişimci ve dolandırıcı’ diye başlayan Holmes’ın, yatırımcılardan topladığı milyon dolarlarla kurduğu bio-teknoloji şirketi Theranos’ın nasıl buzdağına çarptığını anlatıyor.

Dolandırıcıların bir savunmaları mutlaka vardır. Tinder avcısı, “Kimseden zorla para almadım, borçlarımı ödeyeceğim” diyor. Anna Sorokin yaptıklarını “Amacım zengin olmak olsaydı bir milyonerle evlenebilirdim, benim hayalim iş kurmaktı” diye açıklıyor. Ama Elizabeth Holmes’ü savunanlar hepsinden ağır konuşuyor: “Theranos, Silikon Vadisi’ndeki kapitalist sisteminin kaçınılmaz sonucudur.”
Kapitalizm mi daha ahlaksız, dolandırıcılar mı? Buyrun bize bir tartışma konusu.