MURAT SEVİNÇ
On üçüncü yazı…
“No taxation without represantation/temsil edilmeyeceksem vergi ödemem.”
Hükümet sistemleri ve onların demokratikleşmesi konusundaki yazı dizisine devam…
Bugün anayasal/hukuksal gelişmelere farklı açılardan bakılmasının iyi olacağını anlatabilmek için, Türkiye’de kapatılan partilerin neden kapatıldıklarını demokratik sistemlere referansla anlatmaya çalışacaktım. Ancak deprem ve peşi sıra başlayan ‘vergi’ sorgulaması konuyu değiştirdi.
‘Devlet’ adı verilen örgütlenme biçiminin aşağı yukarı 5500 yıllık bir mazisi var. Varlığını, tarihin bir aşamasında üretim ilişkilerindeki dönüşüme borçlu. Koskoca dünya tarihinde devletler olmadan önce de insanoğlu vardı, yaşıyor, yiyip içip çoğalıyordu ve henüz iş bölümünden kaynaklanan rollerin, yöneten-yönetilen ayrımının, ‘sınıfların’ doğmadığı zamanlarda, birlikte yaşamı sürdürebilmek için gerekli işlerin örgütlenmesine farklı isimler veriliyordu.
Devlet, üretim araçlarının gelişip çeşitlenmesi, bu dönüşümün üretim biçimini ve ilişkilerini belirlemesi, nihayetinde sınıf olgusunun doğumu ve egemen sınıfın hâkimi olmaya başladığı bir sürecin ürünü. Zamanla tüm dünyayı sardı ve bugün devletsiz toplum neredeyse kalmadı. Günümüzde giderek daha sık dile getirilmeye başlanan ve ‘devletin kökeni’ sorunuyla ilgilenmeksizin idari uygulamaları çözümlemeye kalkışanlarca genellikle istihza ile karşılanan “Her şey sınıfsaldır” ifadesinin nedeni de bu.
Sınıfsallık tespiti, daha az parası olanlarla daha çok parası olanlar arasındaki ayrımla değil, ‘üretim araçlarının mülkiyeti’ ve sahip olanların diğerleriyle kurduğu ilişkinin sonsuz çeşitlilikteki görünümünün niteliğiyle ilintili. Bu durumda, kuşkusuz bir depremin kendisi değil ancak yaşanma şekli ve sonuçları sınıfsal. “Efendim hukuka uygun davranılsaydı…” ile başlayan serzeniş cümlelerinde geçen o ‘hukukun’ oluşumu ve yorumu sınıf mücadelesinin görünümlerinden biri. Eğer hukuk kurallarının gökten zembille indiğini düşünmüyorsanız tabii. Bakın, şu anda emekçilerin kazanımlarını berhava etmeye kalkışan bir hukuk (kıdem tazminatı vs.) yaratma sürecine tanık oluyoruz, öyle değil mi? Yönetenler başarılı olursa, adı ‘kanun’ olacak o sınıf hâkimiyetinin. Sömürünün adı da, kanuna riayet!
Asıl konuya döneyim…
Tarihsel süreçte, ‘zihinlerde’ devlet ile toplum özdeşleştirilince, devletlerin, toplumları da kapsayan ‘geniş’ anlamları ortaya çıktı. Haliyle, yalnızca bir ‘yönetim aygıtı’ olmanın ötesinde tanımlanmaya/anlaşılmaya muhtaç hale geldi. Devlet ile onun yönettiği toplum arasındaki ilişkiler, yönetilene farklı isimler verilmesine neden oldu. Sonuncusu, yurttaş.
Bugün yurttaş ile devlet arasındaki en güçlü bağlardan biri, vergi. Ve o vergi ile demokrasi arasında çok yakın ilişki var. Öylesine güçlü ki, ödediği verginin hesabını soramayan insanların yaşadığı toprağın siyasal sistemine ‘demokrasi’, insanına da ‘yurttaş’ sıfatlarını uygun görmek pek mümkün değil.
“Temsil yoksa vergi de yok” düsturunun, İngiltere’ye karşı mücadelelerinde adaletsiz vergilere tepki gösteren, sonunda Boston limanında İngiliz çayını denize dökerek isyan başlatan Amerikan kolonilerinin devletleşme aşamasında kullanıldığı rivayet edilir. Massachusetts’li olup 1750’lerden itibaren siyaset yapan bir avukat, James Otis’in “Temsil imkanı tanımadan vergi tahsil edilmesi tiranlıktır” sözü meşhur. Sömürgeci yöntemler uygulamaya kalktıkları kolonilere ağır vergiler ödetip parlamentoda temsil edilmelerine fırsat tanımayan İngilizlere gösterilen tepkinin sloganı haline gelmiş.
Ancak söz konusu slogan Amerika’nın isyan yıllarında işitilmiş olsa da, çok daha önce İngiltere’de yaşanan gelişmelerin bir kez daha dile getirilmesinden başka bir şey değil.
İngiltere’de parlamentonun oluşumu aşamasında hükümdara karşı verilen mücadelenin en önemli aracı, ‘vergiye izin’ oldu. 1215’te kralla soylular arasında imzalanan Magna Carta ile I. John, toprak sahibi soylulardan (baron), onların rızası olmadan vergi alınmayacağına söz verdi. Gerçi Magna Carta’daki ‘vergiye izin’ ilkesinin abartıldığı, o tarihte soyluların zaten rızaları olmadan vergi ödemedikleri de söyleniyor ama konumuz bu değil şimdi.
Varılan anlaşmaya göre kral, danışmak için temsilcileri toplayacak ve onlardan izinsiz vergi salamayacaktı. Çok önemli, çünkü meclis bu sayede gücünü artırabildi. Kral ile egemen feodalitenin türlü temsilcilerinden oluşan meclis arasındaki çekişme hayli uzun sürdü. Kral onları toplayıp danışmamak, onlar da olabildiğince sık toplanmak için her şeyi yaptı. Toplananların dönemin ‘üretim araçları sahipleri’ olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var.
Feodal nitelikteki (soylular ve ruhban) Magnum Consilium’dan (Lordlar Kamarası’nın tohumu) ‘parlamentoya’ varılan süreçte, katılanların sayısı ve çeşitliliği artmıştı. Şövalyeler, ayrıcalıklı şehir ve kasaba temsilcileri (burjuvalar) vb… I. Edward 1295’te (Galliler ve İskoçyalılarla savaşı sürdürebilmek macıyla) ‘vergi salmak’ için ve göreli geniş temsili gerçekleştirdiğinden ‘model/örnek parlamento‘ olarak adlandırılan meclisi topladı ve parlamento o tarihten itibaren sistemin ayrılmaz parçası haline geldi.
Günümüzden farklı olarak o dönemde temsilci ile temsil edilen ‘topluluklar’ arasında (daha sonra öncelikle burjuvazinin kaygıları nedeniyle terk edilecek) bir ’emredici vekâlet’ ilişkisi vardı. Yani vekiller, kendisini oraya yollayan topluluğun çıkarlarını gözetiyordu. Hükümdar paraya sıkışıp da parlamentoyu toplantıya çağırdığıda, vekilin müvekkillerinden olabildiğince geniş yetki alması ideal durumdu. Temsil edilen, kendisini temsil edenden hesap sorabiliyordu, emredici vekâlet nedeniyle.
Uyruklar geleneksel olarak hükümdara ‘dilekçe verme’ hakkına sahipti. Dilek ve şikâyetlerini bu yolla iletiyorlardı. Zaman içinde dilekçelerini vekillere, yani parlamento üyelerine sunmaya başladılar. Vekiller, bir süre sonra o dilekçelerin bir kısmını, yalnızca ‘kanun’ olmasına karar verdiklerini hükümdara ulaştırmaya başladı. Topluluklar, kendilerini temsil edenlere şunu tavsiye ediyordu: Hükümdar ancak bizim şikâyetlerimize ilişkin bir çözüm yolu arayıp bulacağının sözünü verdiğinde, talep ettiği vergiye izin veriniz.
Parlamento üyeleri bu dilekçe hakkını, zaman içinde (yasa metinlerine dönüştürüp) ‘vergiye onay’ yetkisi ile birleştirerek ‘yasama yetkisini’ ele geçirmeyi başardı. Demek ki parlamentolar bugün varlık nedenleri olan yasa yapma yetkilerini, hükümdarın salacağı vergiye izin verme yetkisine borçlu: Temsil yoksa vergi de yok!
Hayli zaman aldı bu sonuca ulaşmak. 17. yüzyılın başlarına gelindiğinde, hükümdar ile parlamento arasındaki çekişme zirveye çıktı. İngiliz tarihindeki kırılmalardan birini temsil eden Kral I. Charles 1625’te tahta oturdu, parlamentoyla uzlaşı görüntüsü vermek için önce Haklar Dilekçesi’ni (Petition of Rights) kabul etti. Buna göre, hükümdar parlamentonun rızası olmadığı müddetçe vergi koyamayacak, aksi durumda, vergi ödemeyi reddedenler hakkında kovuşturma yapılamayacaktı.
Fakat doğrusu Charles’ın niyeti biraz bozuktu ve hemen bir yıl sonra 1629’da parlamentoyu dağıtıp on bir yıl toplantıya çağırmadı. Sonunda yeniden vergiye ihtiyaç duyup 1640’ta toplantıya davet ettiği temsilcilerin intikamı da, o ölçüde ağır oldu. ‘Uzun Parlamento’ on üç yıl aralıksız iş başında kaldı, izinsiz vergileri kaldırdı, önce Kral’ın iki bakanını yargılayıp idam etti, 1642-45 arasında topladığı askerlerle Kral’ın ordusuna karşı savaştı, galip geldi ve sonunda Charles’ı da idam etti.
Kısa süren cumhuriyet ve Cromwell dönemi ardından İngiltere’de tahta çağrılan II. Charles ile yeniden ve sona ermemek üzere monarşiye dönüldü. Ancak bu dönüşte artık hâkim olan, burjuvazi ve parlamentoydu. Galibiyetin ve parlamentonun mutlak üstünlüğünün nişanesi, İngiliz anayasa sisteminin sac ayaklarından olan 1689 tarihli Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) oldu. Bu çok önemli bildirgeyle, ‘parlamentonun onayı olmaksızın vergi salınamayacağı kuralı’ bir kez daha kesin bir şekilde kabul edildi.
Hikâyenin kalanı bizi bu yazı bağlamında çok ilgilendirmiyor. Parlamenter sistemin tüm kurumlarının doğuşu, partilerin ortaya çıkışı, temsilin yaygınlaşması, belli bir tarihten sonra burjuvazinin işçi sınıfıyla mücadelesi vs…
Hal böyleyken, parlamentoların varlık nedeni olan yasama yetkisinin ortaya çıkışında ‘vergi ile temsil ilişkisinin’ can alıcı değerini hatırlatıp bıkıp usanmadan tekrarlamakta yarar var. Hükümdarlar ancak temsili, yani danışmayı, görüşmeyi, müzakereyi kabul etmesiyle ve temsilcilerin izniyle vergi salabildi.
Yinelemek gerekirse, günümüzde devlet ile toplumu arasındaki en somut ve güçlü bağlardan biri hiç kuşkusuz vergi. Dolayısıyla, bütçe ve bütçe denetimi. İdareden hesap sorulabilmesi.
Hâlihazırdaki Anayasa’nın 73.maddesi, “Vergi ödevi” başlığını taşır. Vergi, yurttaşın ödevi olarak kabul edildi. Devletin anayasada yer alan pek çok görevini yerine getirebilmesi yurttaşının ödeyeceği vergiyle mümkün. Mümtaz Hoca’nın zamanında dediği gibi, “Devlet bedava ödev isteyemez” Topladığı vergiyi kamu menfaati için kullanmak ve hesabını vermek zorunda. Nitekim 73. maddesinin ilk fıkrasına göre “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür”. Verginin hangi amaçla ödendiği açık. Ayrıca, ‘adaletli ve dengeli’ bir dağılımı sağlamak devletin görevi.
Daha da önemli olan ise şu: Vergi, resim, harç vb. “Ancak kanunla konulur, değiştirilir ve kaldırılır” (md.73/3) Kanun haricinde bir metinle vergi konulamaz. Yetki ulusun temsilcilerinde, parlamentoda.
Vergilerin, bütçenin nerelere tahsis edildiğinin yurttaş tarafından bilinmesi ve hesabının sorulması, demokratik sistemin özü, temeli. Her şeyin başladığı yer. Vergisinin hesabını soramayan birinin hâlâ yurttaşlık vasfına sahip olup olmadığı çok su götürür.
Bir anayasa tartışması, tek tek maddeler ve onların nasıl yazılması gerektiği üzerine yapılabilir. Bugüne dek genellikle olduğu gibi. Ya da ‘metinlerin’ dışına çıkıp kural ve ilkelerin ‘doğum’ aşamalarına, her kurumun başlangıcına, tarihine bakıp temel soruların yanıtları aranabilir. Vergisinin hesabını soramayan biri yurttaş mıdır? Biz yurttaş mıyız? Parlamento üyeleri ne iş yapar? Yasama yetkisinin kökeni nedir?
Maddeler ve teknik ayrıntılar içinde boğulmadan, önce en temel sorular üzerinde kafa yorarak başlamakta yarar olabilir…
Bir rapor önerisi: Ahmet Şık, bizlere çooook uzak bir yerde, hatta Biden-Trump çekişmesini dakika dakika izlediğimiz ABD’den dahi uzak olan bir yerde, Van’da ‘helikopterden atıldığı’ iddia edilen iki yurttaşın başına gelenlerle ilgili bir rapor hazırlayıp kamuoyuyla paylaştı. Muhtemelen okumuşsunuzdur. Ahmet Şık’a teşekkür ederek, okumamış olanları haberdar etmek isterim.