DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Geçen haftaki iki Neo-Kemalizm yazım biraz fazlaca okunur gibi oldu ya, bu hafta dayanamadım, yalnızca ‘sen-ben-bizim oğlan‘ı ilgilendiren bir mesele hakkında yazayım dedim ki maazallah kendimi çok okunur yazar zannedip havaya girmeyeyim. İngilizcede ‘academic‘ kelimesi, yalnızca Türkçedeki anlamıyla değil, ‘yalnızca uzmanını ilgilendiren, genel için önemsiz‘ anlamında da kullanılır. Bugün yazacağım konu, kelimenin iki anlamında da ‘akademik’, ama söz meseleyi herkesi ilgilendirebilecek bir yere bağlayacağım sonunda. Liranın değer kaybının bu konuyla bile ilgisi var, anlatacağım.
Geçtiğimiz hafta, Türkiye akademisinin belli bir kısmı, David Selim Sayers tarafından kaleme alınan bir yazıyı tartıştı. İngilizce yayımlanan ‘The Real Academy in Exile‘ başlıklı bu yazı, 2016 yılında Barış Akademisyenleri bildirisinin ardından şekillenen Almanya merkezli bir oluşumun tartışmalı birtakım icraatlarını, Sayers’ın olumsuz sonuçlanan bir iş başvurusunun üzerinden anlatıyor. Sayers, bu grubun etkin olduğu bir Türkiye Çalışmaları bölümünde son mülakata kalamamasının ardından, bir dedektif gibi bu grubu, mülakata çağrılanları, aldıkları fonları vs. incelemiş, uzun uzun da yazmış.
Bizim okumuş-yazmış tayfası, özellikle de İstanbul çıkışlı olanları bu tarz magazine de taraflardan birinin taraftarlığına da bayılır. Bu yazıyı, Sayers’in yazısının bir kritiği olarak yazmayacağım. Zira Sayers’in yazısını, akademideki önemli sorunlara değinmesine karşın, fazla kişiselleştirilmiş, kendi şikayet ettiği ego-merkezliliğe hizmet eden, akademideki sıkıntılı, hatta toksik ortamları yaratan asıl nedenleri pas geçtiğini düşündüğüm bir yazı olarak değerlendiriyorum. Sayers’in iddialarının doğruluğu, herhalde yasal süreçlerde test edilecektir, bu konuda bir bilgim yok, yorum yapamam o yüzden. Ama yazıda bahsedilen birtakım konularda yorum yapma hakkımın olduğunu düşünüyorum.
Sayers’in yazısı, akademide ya da yakın entelektüel iş kollarında çalışan çoğumuzun yakından tanıdığı bir ilişki şeklini ifşa ediyor, birtakım insanların küçük ağlar oluşturup birbirini kollayarak iktidar biriktirmesi… Dışarıdan dayanışma ağı gibi gözüküp içeride bazılarının diğerlerinden daha eşit olduğu yapılar… Örgütlenme sosyolojisi çalışanlar belki daha iyi bir tanımla çıkabilir ama bir nevi ‘merdiven altı akademik lonca‘ teşkilatlanması diyebiliriz. Sendikalaşmanın, örgütlenmenin yerine koyduğumuz post-arkaik/pre-modern iki arada bir derede yapılardan biri daha yani…
Sayers, kendi başvurduğu pozisyon için mülakata çağrılan üç kişinin, kendisinden daha az kalifiye olduğunu iddia ediyor ve üçünün de belli bir oluşumla bağlantılarına dikkat çekiyor.
Aç parantez…
Sayers’in “Kim Türkiye Çalışmaları bölümünde çalışmak için kalifiyedir?” sorusuna verdiği cevaba hiç katılmadığımı ve bu tanımı kendisini en kalifiye aday olarak kabul etmek için biraz yonttuğunu hissettiğimi belirteyim.
Türkiye Çalışmaları da Alan Çalışmaları disiplinin tüm diğer dalları gibi, Birinci Dünya Akademisi’nin çevre akademilerini ana akımdan dışarıda tutmak için uydurduğu bir alt disiplin, koskoca bir yamalı bohça. Amerika hakkında sosyolojik çalışma yapınca sosyoloji, aynı çalışmayı Türkiye ya da Hindistan hakkında yapınca alan çalışmaları oluyor. Bütün mesele bundan ibaret. Böyle olunca içine tarih de sosyoloji de kültürel çalışmalar da medya çalışmaları da antropoloji de sığıyor. Sayers’ın kendini neye dayanarak Türkiye Çalışmaları alt disiplininin eşik bekçisi gibi konumladığını anlamak güç, en azından ben, Modern Türkiye tarihi diplomalı olmama ve Avrupa’daki Türkiye Çalışmaları bölümlerinden birinde iki yıl tam zamanlı hocalık yapmama rağmen, kendimi o ehliyette görmüyorum.
Kapa parantez.
Sayers’in yazısındaki bir başka problemli taraf, illiyeti iltisakta araması. Bir bilim insanının bunu yapması başlı başına sakıncalı ama Türkiye’yi bilen, tanıyan birinin yapması büsbütün sorunlu. Yazı boyunca kim kimin tez danışmanı, kim hangi yıl nerede çalışmış onu okuyoruz. Bütün bunlar, bir ağın varlığını kanıtlayabilir ama o ağ içindeki insanların menfur işler içinde koşmak için organize olduğunu kanıtlamaz (olmadığını da kanıtlamaz tabii ama iddianın sorumluluğu ortaya atana aittir). Türkiye Çalışmaları gibi görece dar bir alanda zaten herkesin herkesle yolunun kesişmiş olma ihtimali mevcut, bu oyunu oynamaya meraklı herhangi biri, biraz gayretle benim ya da Sayers’in de yolunu aynı yere çıkartabilir. Mesela Türkiye’deki parti-devlet rejiminin bu oyunu oynamaya çok meraklı olduğunu biliyoruz, ki bu başka bir soruna geçiş yapmamızı gerektiriyor.
Sayers, bir çıkar topluluğu olarak tariflediği bu oluşumun ortaya çıkışını Barış Akademisyenleri’ne (BAK) dayandırıyor. Bu doğru olabilir de olmayabilir de, ben kendi adıma, yazıda bahsedilenlerin BAK üzerinden tanışıp tanışmadığını bilmiyorum, belki zaten akıllarında bu işlere girmek vardı, bildiri vesile oldu. Yine durduk yere kurulmuş bir illiyet bağı var. İşin kötüsü bu illiyet bağı, yazıda bahsedilenler dışındaki bin yüz küsur insanı töhmet altında bırakan bir illiyet bağı, zira iltisak üzerinden kurulan o bağ, iltisaklı herhangi birini de aynı sepete koyabilir. İşin komiği ise Sayers’in kendisinin de bu insanlardan biri olması. Kendisini en kalifiye Türkiye Çalışmaları uzmanı olarak tanıtan birinin, kendisini bile şüpheli konumuna sokan bu uyduruk bağa, bu tarz işlere dünden hazır AKP rejiminin balıklama atlayacağını düşünememiş olması bana çok gülünç geliyor. Nitekim, AKP medyası ve AKP’ye yedekli ulusalcı/devletperver tayfa bu yazıya coşkuyla sarıldı. ‘AKP’nin işine yarar‘ı geçerli bir argüman kabul etmeyen biri olarak, yazarın bu yazıyı yazma hakkı olmadığını söylemem ikiyüzlülük olur; ama kullandığı yöntemin, öfkelenip kirli çamaşırlarını döktüğü insanlardan ziyade, Türkiye’den çıkma durumu olmayan, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde ‘ağaç kökü yemeye‘ mahkum edilmiş ‘sosyal ölüleri’ riske atmasının vebâlini de herhalde göze almıştır. Gerçi Sayers yazısında Türkiye’yi ‘görece huzurlu‘ olarak tanımlıyor, belki de mesela KHK’li olmak onun gözüne bir problem gibi görünmüyordur.
Bu noktada, Barış Akademisyenleri konusunda kendi pozisyonumu açıklamanın okuyucuya karşı bir samimiyet borcu olduğunu düşünüyorum. Ben de o bildirinin 1128 ilk imzacısından biriyim, imzalarken yanımda yalnızca kendi aklım ve iradem vardı, diğer imzacıların hiçbirinin kim olduğunu bilmiyordum, önemi de yoktu. Yüce hakimlerimizin ve savcılarımızın zannettiği üzere, 1128 kişi aynı odada oturup birinden talimat alarak imza atmadık yani. Kaldı ki rahmetli Ferhan Şensoy’un ‘Çok Tuhaf Soruşturma‘daki karakteri İbrahim’in ağzından dediği gibi, “Beni adamdan sayıp alacak örgüte zaten ben girmem.” Dolayısıyla, çok gevşek bir örgütlenmeden bahsediyoruz. Kimsenin diğer imzacıların tamamını tanıdığını ya da tamamından sorumlu tutulabileceğini sanmıyorum. Hepimiz, kendi imzamızdan sorumluyuz.
BAK süreci, gerçekten de Sayers’in örneklerini verdiği cinsten bazı kankacılık ağlarının görünürleşmesini beraberinde getirdi. Belki de elle tutulur bir örgütlenme olmamasının sonucuydu bu. Dayanışmanın tanımı doğru dürüst yapılamadı ve imzacılar arasında sosyal ve kültürel sermaye yönünden güçlü olan birtakım insanlar etrafında çekim gücü olan bazı ağlar oluştu.
Bu ağlar, kendiliğinden ya da kasti olarak olarak, mağdur akademisyenlere yurt dışından gelen destekleri kendi lehlerine olacak şekilde yönlendirdi. En kırılgan olanlar, yani yurtdışına farklı nedenlerle kolaylıkla çıkamayacak olanlar korunmadı, kollanmadı. Mesela, bütün burslar dil bilenlere yönelik olarak oluşturuldu, oysa yurt dışındaki destekçi üniversitelerle, kurumlarla konuşup programlara dil kursu eklenebilir, Türkçe başvuru yapma yolu sağlanabilirdi. Bazı burslar, yalnızca belli bir akademik kariyeri olanlara açıldı, doktora öğrencileri, ÖYP’ler, araştırma görevlileri bunlardan yararlanamadı. Kendiliğinden böyle oldu diyorum, çünkü bir yandan BAK’ın yurt dışı bağlantılarını kuranların habitusu imzacıların en kırılgan olanlarını görüş açısının dışında tutuyordu. Yurt dışında doktora yapıp İstanbul ve Ankara’nın ya da dünyanın en prestijli üniversitelerinde çalışanlar, kendilerini Erzincan’da, Bolu’da, Konya’da çalışan sözleşmeli araştırma görevlisinin yerine koyamadı. Kasti diyorum, zira bu konuda kendilerine doğrudan yapılan eleştirileri dikkate almadılar (bu eleştirilerin bir kısmını yapan kişi olarak söylüyorum), hatta bazı uç örneklerde ağ mensuplarının açıktan korunduğu, bazı imkanların onlara rezerve edildiği de oldu.
Bu bağlamda, Sayers’in o ağlara dahil olmayanlar için kurduğu ‘sürgünün içinde sürgün‘ argümanı çok yanlış değil. Ama bunun temel olarak daha derinde, çok daha çürümüş nedenlerden kaynaklandığını konuşmak gerekir. Yalnız, başlamadan Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun 2003 tarihli müthiş makalesi ‘Üniversite A.Ş.de bir ‘homo academicus’: ‘ersatz yuppie akademisyen‘i, bu yazıda acemice anlatılanların ve fazlasının ustaca bir anlatımı olarak tavsiye edeyim.
Akademi, eşitsizlik ve sömürü konusunda rahatlıkla başa oynayabilecek bir iş kolu. Bunun bir nedeni, akademinin dayandığı aristokratik geçmiş, hiç kuşkusuz. Bazı yerlerde, akademi demokratikleşebildi ve bu sorunu aştı. Bazı yerlerde ise doğuştan gelen ayrıcalıklar şekil değiştirdi ve bilgi iktidarıyla karışık olarak devam etti (bu noktada da kuvvetle tavsiye: Bourdieu ve Passeron, Vârisler, Heretik Yayınları).
Türkiye’ye bakınca, farklı eksenlerde iki farklı akademi gerçeği var. Ülkenin en prestijli üniversitelerinde, dededen-nineden entelektüel öğretim üyelerine rastlamak olası. Her ne kadar kamu üniversiteleri bile olsa, eski kuşak akademisyenlerle yeniler ve öğrenciler arasında sınıfsal farklar gözlemlemek fazlasıyla mümkün. Derste E.P. Thompson’ın ‘İngiliz İşçi Sınıfının Doğuşu‘ eserini anlatıp, işten çıkıp derse üç-beş dakika geç yetişen öğrenciyi azarlayan hoca gördüm, o kadarını deyip bırakayım. Taşrada ise farklı bir akademi var, buralarda hiyerarşi belki daha bile kuvvetli ama kaynağını başka yerlerden alıyor. Burada da çeşmenin başını tutanlarla, su kuyruğunun en arkasında duranlar arasında uçurumlar var.
Akademideki sömürünün bir diğer nedeni ise, pek çok başka entelektüel iş kolu gibi, isim yapmanın geçer akçe olması. Akademide bir isim sahibi olmak için çekilebilen çilenin boyutları, sömürünün boyutlarını da belirliyor aslında. 2000’lerin başında medyada çalışırken, çalıştığım kuruma bağlı bir müzik kanalında çalışan VJ’lerin aldığı ücretin asgari ücreti bulmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Orada ekran önünde çalışanlar, yok pahasına çalışarak görünür olup çok para kazanabilecekleri işler yakalamanın peşindeydiler. Aç karnına çalışmak, ‘kendilerine yaptıkları bir yatırım‘dı. 2010’ların ortasında medyadan kopup akademiye geçtiğimde, buradaki durumun neredeyse tamamen aynı olduğunu gördüm. Bedava emek üretimi konusunda, akademi medyayla yarışabilecek belki de tek iş koludur. Pek çoğumuz gazetede ya da akademik makalede ismimizin basılması için kendi egomuzun ücretsiz kölesi oluruz.
Yine tıpkı medya gibi, giderek neo-liberalleşen akademi de bu durumu aktif olarak sömürüyor. Bu yalnız Türkiye’de de değil, bütün dünyada böyle. İngiltere’de normal ücretin yüzde 10’una çalıştırmak üzere genç akademisyen alan çok prestijli okul var mesela. Bunun adı ‘kendine yatırım yapmak‘ oluyor. Hepimiz, komik paralarla hayatta kalmaya çalışıp, o bir gün ulaşacağımız kalıcı pozisyonun hayalini kuruyoruz. Kendi doktora öğrenciliğimde yaşadığım koşulları, çalışma hayatı tekstil atölyelerinde geçmiş anneme anlattığımda ağzı açık kalmıştı. Bu çileyi çekmekte meslek aşkının da payı büyüktür kuşkusuz, ama adının tepesine konacak ‘doktor‘ ya da ‘doçent‘ unvanının rol oynamadığını söyleyen de yalan söyler.
Yukarıda saydığım veya başka nedenlerle, bu bahsettiğim merdiven altı loncaların kıymeti de artıyor kuşkusuz. Mesleğin kendi günlük akışı da sizi buraya itiyor. İş güvencesizliğinin üstüne, yüzünüze ne ürettiğinizin değil, kimi tanıdığınızın daha önemli olabileceği gerçeği vuruyor. Akademide bulunduğum yaklaşık on yılda, gözümün önünde sırf gelecek korkusundan ahlakını bozmak zorunda kalanı çok gördüm. Türkiye Çalışmaları zümresi de maalesef bu konuda epeyce kıssa barındırır içinde.
Lâkin, bu loncalarla mücadele etmenin yolu, bu loncalarla mücadele etmekten geçmiyor; onları yaratan nedenler ortada durdukça, isim isim zikretmek ancak o ağların şöhretini beslemeye yarıyor. Sayers’in yazısı da her şeyden çok bu işe yaramaya namzet; dahası meseleyi kişiselleştirmek, ‘sus payı‘nı istifade edilebilir bir mekanizmaya dönüştürebiliyor. Kişisel ilişkilerin kötü kullanımını, kötüye kullanılabilecek başka kişisel ilişkiler yaratarak çözmeyi ummak beyhude. Söz konusu yazının, yazarının içini soğutmak ve reklamını yapmak dışında neye yaradığını çözmek zor. İfşa desek, ifşaatı gerektirecek bir görünmezlik durumu yok ki. Herkes, kimin ne olduğunu biliyor zaten.
Türkiye’deki ya da yurt dışındaki Türkiyelilerin dahil olduğu merdiven altı akademi loncaları, gerekli toplumsal-siyasal örgütlenmeleri kuramayıp, onları eş-dost ağlarıyla ikâme etme çabamızın bir başka tezahürü yalnızca. Tönnies’e referans vereyim, Gesellschaft’ı kuramayınca Gemeinschaft’ın gücü artıyor. İş, kişisel ilişkilere kaldığında, gücü yeten gücü yetene durumu ortaya çıkıyor. Bu arada kapısında parti, vakıf, dernek, sendika tabelası olduğu hâlde, yine tamamen bu şekilde iş yapan oluşumlar da ezici çoğunluktur ülkemizde, yanlış olmasın. Her şey durmadan, Türkiye’nin yarım kalmış modern toplumsal projesine işaret ediyor.
Gelelim meselenin liranın düşüşüyle bağına. Paramızın değer kaybı, ne yazık ki dış dünyayla kültürel ilişkilerimize dev bir duvar ördü. Bu, AKP’nin kültür politikalarıyla birebir uyumlu bir şey. Bu nedenle yaptılar demiyorum, ama bunu çözmek umurlarında olmayacak diyorum.
Artık, orta sınıf bir aileden çıkan bir öğrenciye Erasmus, ciddi paralar kazanmayan bir akademisyene uluslararası konferans, burs haricinde hayal. Bursların büyük bölümünün kontrolü ise parti-devlet rejiminde. Yurt dışından kaynak bulan da AKP-ulusalcı işbirliğiyle ‘foncu‘ olarak damgalanıp kriminalize ediliyor.
Bu koşullarda, bu merdiven altı akademik loncaların kıymeti de doğal olarak artacak; zira hem yurt dışına gitmek bir hayatta kalma yolu olarak cazibesini artırıyor, hem de bunu kaderini AKP’ye teslim etmeden yapmak gerekiyor. İnsanların yiyecek ekmek bulamadığı ortamda birincil bir sorun olduğu iddiasında değilim, ama ülkenin kalifiye insan yetiştirme kapasitesinin AKP’li/AKP’siz loncaların mülkiyetine geçişinin de konuyla herhalde ilgisi vardır.